|
|
S. Bahattin YAŞAR |
Bahtiyar çiftçi |
|
Tebrikler Abdulhalim Bania
29 Kasım 2007 tarihli gazetemizin ikinci sayfasındaki, Said Mürsel Çeşitcioğlu’nun Filipinli Nur talebesi Abdulhalim Bania ile yaptığı röportajı, umarım okumuşsunuzdur. Eğer okumamışsanız kesinlikle okumanızı öneririm. Röportajı yapan kardeşimize de teşekkürler ediyoruz. Gazetemizi de tebrik ediyoruz, çünkü nurun nâşirliğine, nur hizmetlerine, dünyadaki nur haberlerine harika bir tarzda yer vermekte ve kendisine düşen sorumluluğu yapmaya çalışmaktadır.
Muhteşem hikâye; bahtiyar çiftçi
Röportaj içerisinde pek çok orijinal tesbitler var, ama sonundaki hikâye bana muhteşem geldi.
Abdulhalim Bania anlatıyor, hikâye şöyleymiş:
“Bir zamanlar bir çiftçi varmış. Bahçesinin her tarafına bir tür çiçek ekmiş. Çiçek çok renkli ve güzelmiş. Güzelliğinin yanında esasen bir çok hastalığa şifaymış. Ancak köylüler çiftçiye inanmamışlar. Bazı köylüler ise inanmışlar ve hastalıklarına şifa bulmuşlar. Bir gün civar köylerden birkaç adam çiçeğin şöhretini duymuş ve tohumunu köylerine götürüp ekmişler. Şifalı olduğunu onlar da görmüş ve her yere o çiçeğin tohumunu ekmişler. Çiçek bütün köylerde yayılmış ve artık herkes bahçesine o çiçekten dikmeye başlamış. Ama çiftçinin köyünde insanlar hâlâ o çiçeği yetiştirmiyor ve çiftçiye inanmıyorlarmış. İşte bu çiftçi, Bediüzzaman Said Nursî’dir. O çiçekler de Risâle-i Nurlardır. Ben o çiçeği buldum, şimdilerde ise çiçeği büyütmenin peşindeyim.”
Hikâye, günümüz Türkiye’sini oldukça güzel özetlemiş. Resmî zevâtın hâlâ dilinde telâffuz etmekte zorlandığı Risâle-i Nurlar, hemen her alandaki Türkiye problemlerine Kur’ân kaynaklı çözüm teklifleri sunduğu halde, ilgisizlik kan kaybını devam ettiriyor. Bu ilâcın pek çok hastalık için kullanılması zarureti bulunuyor. Durum onu gösteriyor ki, başka bir ilâç da bulunmuyor. Pek çokları denendi ama sonuç değişmedi.
Bu çiçek, hastalıklara şifadır ve kullanılmak durumundadır.
Terörden kaçış, ancak imanla mümkündür
Doğu ve Güneydoğu’daki yaşanan terör sebebiyle, Türkiye on yıllardır terörün acısını yüreğinde yaşıyor.
Peki bu terörün çözümü ne? Bu devâsız bir dert midir? Silâhla mukabele etmenin yeterli sonuç getirmediği anlaşılıyor. Silâhların da kullanılacağı yerlerle birlikte, daha başka alternatiflerin denenmesi aklın gereği değil midir?
Yakın geçmişimiz gösteriyor ki, Doğu ve Güneydoğu’da Risâle-i Nur’lar ile tanışmış olan insanlar, terör belâsından uzak durmuşlardır. Burada dikkat çekici olan şey, imanın, Allah korkusunun, İslâm esaslarının terörden kişileri uzaklaştırmasıdır. Allah’a hakikî anlamda iman eden bir insan, bırakın silâh kullanmayı, insanların en küçük hak ve hukuklarını dahi gözetmeyi, insanları düşünce olarak dahi incitmemeyi,—ahirete imanın bir gereği olarak—düşünecektir.
Onun için Risâle-i Nur eserleri direkt olarak kişi üzerinde imana temas etmektedir. Önce Yaratıcı ile kul arasındaki irtibatı sağlamaktadır. O güçlü, etkili ve sarsılmaz bağ, irtibat sağlandıktan sonra, hayata yansıyacak hareketler kendiliğinden düzene girecektir.
İmanı elde eden insan, o imanın gereği olan kitaba, o kitabın uygulayıcısı olan Peygambere ve o Peygamberin ortaya koyduğu hayat hallerine (Sünnet-i Seniyyeye) riâyet etmeyi kendisine görev addedecektir.
Çare, vicdanı tamir etme ve onun hükmetmesine gayret göstermededir.
Kel de var, ilâç da var; ama ilâcı kullanmıyorlar
O peygambere benzeyen hayat hallerinde, en muhteşem davranış örnekleriyle karşılaşılacaktır. Dünyanın cennetâsâ bir iklime geçmesi, insanların birbirlerinin hak ve hukuklarını gözetmeleri, ancak yapılan bütün davranışların bir gün hesabının sorulacağı düşüncesiyle mümkündür.
İmanı olmayan bir insan her türlü haksızlık ve hukuksuzluğu yapmakta bir beis görmeyecektir. Dünyadaki cezalar da zaten pek de adaleti sağlamıyor. O zaman her türlü terör, her türlü şekliyle yaşanır hale gelecektir. Burada hakim kanaat ve itibar edilen düsturlar da din esaslarıdır.
Bediüzzaman, bu coğrafyayı çok iyi tahlil etmiş bir âlimdir. Ona göre de hastalıklara tedavi önerileri sunmuştur. Şarkı ayağa kaldıracak unsurun din olduğunu, dinin ancak hayata hayat olabileceğini, hayatın da hem nurunun, hem esasının din olduğunu dikkatlere sunmuştur. Neticede de, bu milletin ihyasının hayatlanmasının ancak din ile olacağını belirtmiştir.
Netice itibariyle belirtelim ki, insanların teröre bulaşmasının panzehiri, Risâle-i Nur eserleridir.
Bu ilâç kullanılmadığı sürece, sıkıntılar devam edecektir.
Çiçekler ülke ülke gezerken, yeni yeni alıcılar ve hayranlar bulurken; Türkiye hem kurumsal hem de bireysel anlamda bu tanışmaya geç kalmaktadır. Ya da tanıyanlar açısından niteliğin artmasına çaba sarf edilmelidir. Böylece toplumsal ve bireysel hastalıkların tedavisinde geç kalınmamış olunacaktır.
Filipinli nur kardeşin anlattığı hikâye ibretlik.
Kurumsal anlamda Türkiye için de, bireysel anlamda her bir insan için de, hastalıklara ilâçlar hemen yanıbaşınızdaki raflarda. Kullanan tedaviyi bulacaktır.
İnsanlık ailesinin yeryüzü bahçesinden güzel haberler geliyor.
Nur içinde yatasın bahtiyar çiftçi. Çiçeklerin dünyaya devâ sunuyor.
01.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Şöhret/Zede |
|
Yarışma programlarıyla şöhret olan, ancak bu şöhreti aynı hızla kaybedenler ekranları ağlama duvarına çevirdi.
Efendim, şimdi zor günler geçiriyorlarmış.
“Şöhret bir yalanmış” diye dövünüyorlar.
Ya, ne bekliyordunuz?
Herkes her dem, önünüzde saygıyla eğilecek mi sanıyordunuz? Hele, isimlerin her daim neon ışıklarında parlayacağını veya her atılan adımda paralar mı yağacak sanılıyordu?
Günaydın!
Önce Gelinim Olur Musun programıyla şöhret olan, daha sonra fuhuş operasyonuna adı karışan Sinem Umaş bir programda ağlayıp sızladı:
“Ebru Akel’den Aydın’a kadar herkes emeğimi çaldı. Her sabah kalkıp beş kuruş almadan programlara katıldım. Hem Ebru, hem de Aydın villalar yaptırdı, ben ise hiç para kazanamadım” dedi.
Derdine yan… Dikkat buyurun “Evim yok” demiyor “villam yok” diye sızlanıyor. Halbuki ülkemizde evi olmayıp kirada oturan yüz binlerce insan var.
Diğer şöhretzede: Caner Toygar…
Ben Evleniyorum adlı yarışmada depresif hareketleriyle şöhret oldu. Bir programda anlatıyor. Birkaç ay önce sunuculuk yaptığı televizyon kanalında kameraların önünde bir güzel ıslatmıştılar. Toygar, “Şöhret dünyasının bir insanı ne hale getirdiğini görün. Param varken yanımda olanlar, sıkıntılı günlerimde ortadan kayboldu…” diyor.
Şimdi geçimini taksi şoförlüğü yaparak kazanıyor. Helâli hoş olsun. Taksi şoförlüğü yapmak “düşmek” demek değil. Bilâkis hayata sarılmak ve onun gerçeklerini görmek demek.
Her ne kadar bazı gazeteler bunu bir “düşüş” olarak görüyor veya gösteriyorsa yanlış… Çünkü Caner’in zaten bir işi yoktu. Şimdi bir iş sahibi oldu, fena mı?
FACEBOOK CİNNETİ
Şimdi internette Facebook çılgınlığı baş gösterdi.
Hollanda da bir grup Facebook’çu, ayda iki saat daha fazla eğitim almak istemeyen 13-17 yaşlarındaki bin kadar öğrenci örgütlenip sokağa dökülmüş…
Öğrenciler hükümet binalarına saldırarak polisle çatışmış... İki polis yaralanmış, 15 öğrenci tutuklanmış. Hükümetin geri adım atması bile iki gündür süren öğrenci isyanını durdurmaya yetmemiş.
Dünya belli dönemlerden geçmiş… Çiçek çocukları… Anarşizm… Komünizm…
Ardından refah, sefahati beraberinde getirdi.
Belli bir zenginlik ve refah dönemi insanları uyuşturdu, tembelleştirdi. Gençler ise standart bir seviyenin getirmiş olduğu refahla, bilgisayarın da hayata girmesiyle yepyeni cinnetlere ufuk açmış.
İşte onlardan biri: Facebook…
Bakalım dijital devrimin sınırı nereye kadar?
01.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Bediüzzaman ve devrimler |
|
İrticayı “devrim karşıtlığı” olarak tanımlayanlar, Said Nursî’yi de “devrim karşıtlığının ve karşı devrimin simge ismi” olarak nitelerler.
Peki, bu konuyu böyle bir şablona oturtmak ne derece doğru? Bir defa, devrimlerden kast edilen şey ne? 12 Eylül’ün anayasa korumasına aldığı sınırlı sayıdaki inkılâplar mı, yoksa onları da içine alan geniş kapsamlı bir proje mi?
İşin aslına bakılırsa 12 Eylül, anayasa korumasına aldığı devrimleri tevhid-i tedrisat; şapka; tekke ve zaviyelerin kapatılması; resmî nikâh; rakam ve harflerin değiştirilmesi; efendi, bey, paşa gibi ünvanların kaldırılması ve bazı kisvelerin yasaklanması ile sınırlamak suretiyle hem bir kez daha şekilciliğini ispatlamış oldu, hem de devrimin kapsamını bunlarla sınırladı.
Bu tesbiti kaydettikten sonra, Said Nursî’nin inkılâplara nasıl baktığı meselesine gelirsek...
Bu husustaki ilginç ipuçlarından birini Eskişehir müdafaalarındaki şu cümlede görüyoruz:
“Ben hükümet-i cumhuriyeyi, ilcaat-ı zamana göre bir kısım kanun-u medenîyi kabul etmiş ve vatan ve millete zarar veren dinsizlik cereyanlarına meydan vermeyen bir hükümet-i İslâmiye biliyorum.” (1994 Yeni Asya baskısı, s. 221)
Buradaki “hükümet-i İslâmiye” tabirine atlayıp, “İşte bakın, biz dememiş miydik?” diye ortaya çıkacak laikçilere, aynı müdafaada Said Nursî’nin yaptığı laiklik yorumunu da aktarmak gerekiyor:
“Laik cumhuriyetin dini dünyadan ayırmak demek olduğunu biliyoruz. Yoksa hiçbir hatıra gelmeyen dini reddetmek ve bütün bütün dinsiz olmak demek olduğunu, gayet ahmak bir dinsiz kabul eder.” (s. 204)
Bir üstteki cümleden anlaşıldığı gibi, “ilcaat-ı zamana göre bir kısım kanun-u medenînin kabulü”ne prensipte bir itirazı yok Said Nursî’nin.
Ancak “kusurlu medeniyetin İslâmiyete muhalif kanunları”nın alınmasına karşı çıkıyor (s. 220). Çetin Özek’in tahrif ederek aktardığı bir cümlesinde “bu zamanın bazı ilcaatının iktizasıyla muvakkaten kabul edilen bir kısım ecnebi kanunlarını fikren ve ilmen kabul etmediği”ni (Tiryak, 1995 Yeni Asya baskısı, s. 90) ifade ederek verdiği mesaj da bu mânâyı dile getiriyor.
Onun en büyük hassasiyeti, inkılâpların dinle çelişmemesi noktasında. Ve burada da laikçiler “Hukukun referansı din olmaz, fetva ile devlet yönetilmez” diyorlar. Tabiî, bu derin bir konu. Ayrıca geniş şekilde üzerinde durulması lâzım.
Ama burada şu kadarını ifade etmek lâzım.
Toplumsal ve sosyal gerçeklerle çelişen yasal düzenleme ve inkılâplar uzun ömürlü olamaz. Farklı toplum yapılarının eseri olarak hazırlanan ecnebi kanunlarının geçici olması ve ihtiyaçlara göre değiştirilmesi kaçınılmaz. Nitekim özellikle AB sürecinde bu gerçeği görüyor ve yaşıyoruz.
İlginç olan, tercüme edilip uygulamaya konulmaları Osmanlının son devrinde başlayıp cumhuriyetle devam eden ecnebi kanunlarının, bu süreçte yine Avrupa’ya uydurulması...
Bunlar yapılırken dikkat edilmesi gereken husus, kaynağını dinden alan toplumsal gerçeklerin hiç değilse bu aşamada gözardı edilmemesi. Ve Said Nursî’nin yıllar önce yaptığı “İnkılâp kusurları düzeltilmeli” çağrısına kulak verilmesi.
01.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Şarap meclisinde ‘ılımlı İslâm’ sohbeti |
|
Mustafa Kemal’in geleneğini ihya etmek amacıyla Abdullah Gül ‘Çankaya’da fikir sofrası kurmuş veya kurdurmuş. İlk konukları da tarihçi Halil İnalcık, Talat Halman ve Gürcan Türkoğlu ile birlikte Mustafa İsen. Bu konu gazetelerde ve magazin dünyasında epey yankılandı ve çalkalandı. Bu meyanda fikir sofrasına ‘çilingir’in de eşlik edip etmeyeceği merak konusu oldu. Sonunda gerçekler merakları giderdi ve Posta gazetesinin başlığıyla ‘Köşk’te şaraplı ılımlı İslâm sohbeti’ icra edildi. Sadi Irmak gibi dinî tarafını temsil etmeden Yunus Emre ve Mevlânâ uzerine uzmanlığıyla tanınan Prof. Talat Halman’a fikir sofrasında ne yaptıkları sorulmuş. Daha doğrusu bir gazetecinin: “Atatürk’ün Çankaya sofralarında beyaz leblebi ve rakı eksik olmazmış. İçki ikram edildi mi?” sorusuna “Şarap ikram edildi, 3 kişi içti. Biz içtik” diye gazetecinin merakını izale etmiş. Talat Halman, Prens Charles onuruna yapılan Mevlevî sema töreninde de görev almış veya bu münasebetle bazı izahlarda bulunmuştu. Fikir sofrasında Türk edebiyatını yurt dışında tanıtmak için akademi, Akdeniz ülkeleriyle ilişkileri geliştirmek için Akdeniz Enstitüsü, Türk devletleri ile ilişkilerin geliştirilmesi için sekreterya teklifleri yapılmış. Yani verimli geçmiş. Ama işin en garip yanı, Annapolis zirvesinde bile Bush’un şerefe su kadehini kaldırdığı bir uluslararası vasattan geçerken Çankaya’da şaraplı fasıl eşliğinde ılımlı İslâm tartışması olsa gerek. Bu mevzuyu en azından şarapsız bir toplantıya talik edebilirlerdi. Ama ‘ılımlı İslâm şarapsız olmaz’ diyorlarsa o da paşa gönüllerinin bilebileceği bir iş. Fikir sofrası artık entelektüel ve bilim adamlarıyla mutad bir biçimde sürdürülecekmiş. Burada galiba ılımlı İslâm meselesine Prof. Dr. Halil İnalcık temas etmiş. Prof. İnalcık bu hususta şaraplı sohbetin mahiyetiyle alâkalı olarak basın mensuplarına şu izahatta bulunmuş: “Türk devletleri Hanefiliği, El Kaide ve Suudi Arabistan ise dar anlayışlı Hanbeliliği takip ediyor. İnanç aynı ama uygulamada Hanefilik, Hanbeliliğe göre ılımlı yaklaşıma sahip...” İnalcık, Erdoğan’ın yaklaşımına da hak vermiş. Aslında ‘ılımlı İslâm yoktur’ demiş. Bu analiz bazı yönleriyle doğru olmakla birlikte muttarıd yani ağyarına cami bir tanım veya tesbit değil. Zira El Kaide ile ittifak kuran Taliban yönetimi de Hanefiliği temsil ediyor. Yani Hanefi, Hanbeli koalisyonu var.
***
Gündüz Aktan tarafından Türk inkilâplarının dayanağı ve ılımlılığın üç rüknünden biri kabul edilen İslâm hukukundaki mutlak maslahatçılığın ve pragmatizmin piri ve sözcüsü Necmettin Tufi de Hanbeli ekolüne mensup. Bir zamanlar Sivasizadelerle polemik içinde olan ve katılığın sembolü olarak görülen Kadızadeler de ona keza sapına kadar Hanefiydiler. Bununla birlikte Bosna Hanefiliği ile Afganistan Hanefiliği birbirinden Hanbelilik ile Hanefilik kadar uzaktır veya yakındır. Dolayısıyla fikir sofrasında alâkasız ezberler dile getirilmiş. İlim namına hayıflanmamak elde değil. İnşaallah şarabın tesiriyle değildir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da belirttiği gibi ‘Ilımlı İslâm’ markası İslam’a bir hakarettir. İslâm zaten ılımlıdır ve ayrıca ‘ılımlı İslâm’ diye bir şubesi yoktur. Lâkin onun ılımlılığı bazılarına sert gelebilir. Dolayısıyla sertlik veya ılımlılık dine göre değil uygulamaya veya algılamaya göre değişir. Aynı uygulama bazılarına sert bazılarına da yumuşak gelebilir. Şarap gibi.
***
Ama fikir teatisinde veya sohbetinde bir eksiklik olmuş. ‘Şarap meclisi’ şarap güzellemesi yapacak isimlerden terkip etmemiş. Sözgelimi Abdullatif Şener ve şarap yüzünden Emin Çölaşan’la sohbetin bile tadını kaçıran Ertuğrul Özkök’ün Çankaya’ya çağrılmaması bir eksiklik. Zaten onun Özal döneminden kalma ismi hatırlayanların hatırladığı gibi ‘Özköşk’ idi. Yani gedikli bir Çankaya müdavimi. Bir de şarap imalatıyla uğraşan ve o sektörü geliştirmeye çalışan Güler Sabancı da düşünülebilirdi. Abdullatif Şener şarabın teorik ve nazarî tarihçesini özetleyebilirdi. Ertuğrul Bey de sofrayı enva-i çeşit şarap numuneleriyle donatırdı. Güler Hanım da imalat safhasını anlatabilirdi. Ama Reha Muhtar’a göre, bunlar olsaydı da yine sofra eksik kalmaya mahkûmdu. Şarap meclislerinde kırmızı şarap olur da hiç kadın olmaz mı? Şarap meclisinin adabı kadın refakatini gerektirirmiş. Kadın ve kırmızı şarap birbirine tamamlayan unsurlarmış. Gurmeleri öyle diyor. Bu defa böyle eksik başlayan fikir sofraları belki de zamanla tekemmül eder ve tamamlanır. Nasıl olsa bu bir ilk. İlklerde eksiklik eksik olmaz.
01.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Tenkit, “lahikâ, lügatçe, dipnot, indeks…” |
|
Yasin Asar isimli kardeşimiz, 27 Kasım tarihinde, “Aşağıdaki mektupta Abdülkadir Ağabey neden böyle yazmış; anlamadım. Sizin yorumunuz nedir, bizi aydınlatır mısınız?” meâlinde bir e-posta gönderdi. Özeti şöyle:
“Yeni Asya’nın, bir günlük lâhika mektupları hizmetini gördüğü yazıldı. Gazete Risâle-i Nur’dan bahsedebilir, ama, asla kudsî lâhikalarla bir tutulamaz. Ayrıca, mübarek ve kudsî Nur Kitaplarının arkalarına, kenarlarına ve haşiyelerine sırf dünyevî ticaret ve menfaat için bir takım insanların elleriyle neler ve neleri ilave ettiklerini herkes görmektedir. Netice, bir gazetede Risâle-i Nurlarla ilgili haricî havadisler, malumatlar ve bazı sinsi saldırılara karşı müdafaalar gibi şeyler yayınlanabilir. Yani, Risâle-i Nur’un meslek ve meşrebinin en dış çizgisinde olarak gazete bazı hizmetlerde kullanılabilir. Ama… vs” (Abdülkadir Badıllı, 5.2.2007)
Aziz kardeşim! Bu mektup eğer gerçekten Abdülkadir Ağabeyin ise, hangi sâikle, niçin yazdığını, nasıl yazabildiğini bilemem. Teferruâtıyla tetkik etmem de doğru olmaz. Biz ancak, kim olursa olsun hizmetlerini takdir ve tebrik ile hürmet ve muhabbetlerimizi sunar; Üstadın bize ders verdiği gibi, “tenkidini” Risâle-i Nur mihengine vururuz. Doğru ise kalpte saklar, kendimize çeki düzen veririz. İsabetsiz ise, duâ ederiz…
Siz de, hem onu, hem de bizi mihenge vurmalısınız. Zira, Üstad, bizzat kendisini ortaya koyarak bize dünya çapında şu dersi verir:
“Hiçbir müfsid, ben müfsidim demez. Daima sûret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. (...) Delil ve âkıbete bakınız.
“Sual: Nasıl anlayacağız? Biz câhiliz, sizin gibi ehl-i ilmi taklit ederiz.
“Cevap: Gerçi cahilsiniz, fakat âkılsınız. Hanginizle zebib, yani üzümü paylaşsam, zekâvetiyle bana hile edebilir. Demek cehliniz özür değil... İşte, müştebih ağaçları gösteren semereleridir. Öyleyse, benim ve onların fikirlerimizin neticelerine bakınız.”1
Meseleyi daha da müşahhaslaştırır:
“Sual: Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz.
“Cevap: Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün gereği tevazu ve mahviyettir; tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir (şeyhlik taslayan çocuk ruhludur). Siz de büyük tanımayınız.”2
***
Gelelim tenkit meselesine: Tenkit/eleştiri, gerçeği bulmaya hizmet ettiği nisbette meşrû ve makbuldür. “Hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerini tenkit etmemek; ancak, noksanını tamamlamak, kusurunu örtmek, ihtiyacına ve vazifesine yardım etmekle”3 mükellefiz.
Tenkidin saiki/psikolojisi, “ya nefretin teşeffisi (rahatlaması), ya şefkatin tatminidir”4 Münekkidde, gerçeği bulma ve ifâde etme aşkı olmalı. Eğer eleştiriyi insaf işletirse, gerçeği parlatır.5 Gurura dayanan tenkit ise, müthiş bir hastalık ve musîbettir.6 Hem hakikati incitir, hem de gayret ve şevki kırar.
Kendimize yapılan tenkitleri hazmedebilme maharetini gösterdiğimiz takdirde, eksiklerimizi tamamlar, hatâlarımızı telâfi eder, olgunlaşabiliriz. Zaten, eleştirilerimizin hedefi geçmişe takılıp kalmak değil; ondan ders alıp geleceğe uzanmaktır. Eleştiri, aynı zamanda oto-kontrolü sağlar. Ancak, tenkid, sathî bir nazarla yapılmamalıdır. Mü’minlerin, ilim adamlarının lüzumsuz şeylerde birbirini tenkit etmeleri gayet zararlıdır. İlim ve fikir ehli, mal satın alan bir müşteri gibi yalnız kusurları göremez.7 Meseleye çok yönlü bakarak yapar.
***
Risâle-i Nur’a eklenen lügatçe, âyet-hadis kaynakları, dipnotlar, indeks vs. meselesine de yine aynı ölçü ile yaklaşırız. Bizim ölçümüz falan ağabey, filan ilim adamı değil; yine Üstad’dır, Risâle-i Nur’dur. Bediüzzaman, bu izni vermiştir. Takip edelim:
“Bu bu dürus-u Kur’ân’iye (Kur’ân dersleri) dairesi içinde olanlar, allâme ve müçtehidler de olsalar, vazifeleri—ulûm-u îmâniye cihetinde—yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve îzahlarıdır veya tanzimleridir. Eğer biri dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile, şerh ve îzah hâricinde birşey yazsa, soğuk bir muâraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer.”8
“Şerh”; tefsir, yorum; “izah”, açıklama; “tanzim” ise, tertipleme demektir. Yani, küçük risâleler veya mevzularına göre tertipleme demektir. Lügatçe, indeks, dipnot vesâireyi, “yazılı” izah ve tanzim olarak değerlendirmeye hiçbir engel yoktur.
Esasen, daha Üstadımız sağken, 1947'de teksir ve daktilo ile—Üstadımızın tabiriyle yazı makinesiyle—Nurların neşri zamanında İnebolu’da hazırlanan Asa-yı Musa mecmuasının arkasına lûgatçe konularak yayınlanmıştır. Hem, Üstad’a ve Risâle-i Nurlara bağlılığı ile bizlere nümûne olan Zübeyir Ağabey sağken basılan Muhâkemât’ın (1964, Sinan Matbaası-İstanbul) sonuna da lûgatçe konulmuştur.
Dipnotlar: 1- Münâzarât, s. 48-50; 2- Age, s. 59-60; 3-Lem’alar, s. 164-165.; 4- İçtimâî Reçeteler, 1: 200; 5- Hutbe-i Şâmiye, s. 147; 6- Hutbe-i Şâmiye, s. 147.; 7- Muhakemât, s. 105; 8- Mektubat, s. 413.
01.12.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Başörtüsü yasakçılığındaki çarpıklıklar |
|
Eskiden krallıklar vardı. Ağzından çıkan kanun olur, ister istemez herkes uymak zorunda kalırdı.
Demokrasiyle idare edilen günümüzün birçok ülkesinde artık söz sahibi halk oldu. Seçimle işbaşına getirdiği insanları yine seçimle ya devamına onay verme veya iktidardan indirme hakkına ulaştılar.
Demokrasilerde insan hak ve özgürlükleri teminat altına alınır ve tek kişinin değil, çoğunluğun hükmü geçer.
Ülkemiz de demokrasiyi sistem olarak kabullenmiş bir ülke.
Acaba demokrasinin neresindeyiz? Onu ne ölçüde benimsedik, özümsedik, içimize sindirdik? Demokrasinin esas ve kuralları açısından başörtüsü yasakçılığına bir bakalım isterseniz. Ne kadar demokrasiyle bağdaşıyor?
Demokratik bir ülkede kanunlar hükmeder ve kanunlar toplumun ihtiyaçlarına göre hazırlanır. Özellikle hak ve özgürlükleri korumayı garanti altına alır. Herkes kanun karşısında eşittir ve okuma özgürlüğüne sahiptir.
Ülkemizde herkes bir Avrupa ülkesinde olduğu gibi din ve vicdan özgürlüğünü rahatlıkla kullanabiliyor, inancının gereği olarak örtünen kızlarımız okuma hakkından yararlanabiliyorlar mı?
Demokrasiler, birliği, bütünlüğü, sosyal dayanışmayı, millî, tarihî vesâir sosyal ve kutsal değerleri yaşatmayı taahhüt eder.
Peki, üniversite kapısından, başını kapattığı için kapı dışarı edilen küskün, kızgın öğrencilerle birliği, beraberliği nasıl temin edeceksiniz?
Demokrasilerde toplum barışı esastır. Bu yasakçılıkla mı barışı, huzuru getireceksiniz?
Demokrasilerde ayrımcılığa yer yoktur. Öğrencileri başörtülü, başörtüsüz diye ayırıp başörtülüleri bir kısım haklarından mahrum bırakmak ayrımcılık değil de nedir?
Bu millet toprağı, bayrağı, örtüsü için Yunan’ı İzmir’den, Fransız’ı Maraş’tan, Antep’ten çıkarmayı göze almış bir millet. Daha kısa bir süre önce Kanal 7’de İstiklâl filminde Şahin Beyin kahramanlıklarını gördük. Bir millet geçmişine, tarihine, değerlerine bu kadar yabancı, bu kadar ters ve düşman olabilir mi? Bu merhamet, insaf ve vicdanla bağdaşır mı?
Demokrasilerde keyfîliklere yer yoktur. Herkes yaptığını kanuna uygun şekilde yapmak zorundadır. Yönetmelikler kanunu aşamaz. İnsan haysiyet ve şerefini hiçe sayan bir yönetmelik de olmaz, olamaz. Demokrasilerde yanlışlıklar uzun süre de yaşayamaz. Kısacası demokrasi başörtüsü yasakçılığı gibi bir yanlışlığı kaldırmaz.
Soruları daha da çoğaltmak mümkün. Hangi yönden bakılırsa bakılsın tesettür yasakçılığı demokrasiyle bağdaşmaz.
Gerçek ve tam demokrasi ancak inanç ve düşünce özgürlüğü önündeki setlerin bütün bütün kaldırılmasıyla mümkündür.
01.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Gayrımüslime eziyet, Müslümanca iş değil |
|
Midyat'ta kaçırılan Süryanî rahip serbest bırakıldı gerçi; ancak, "azınlık"tan addedilen gayrımüslim vatandaşlarımız, yine de kendilerini rahat ve güven içinde hissedemiyorlar.
Doğrusu, haksız da sayılmazlar. Zira, önce (Şubat 2006) Trabzon'da İtalyan asıllı bir Katolik rahip öldürüldü.
Daha sonra Ermeni asıllı gazeteci Hrant Dink'e sûikast yapıldı.
Ardından Malatya'da protestan mezhebine mensup kişiler hedef seçildi ve feci şekilde öldürüldü.
Belli ki, karanlık odaklar tarafından, değişik mezheplere mensup Hıristiyanlar hedef haline getirilmiş.
Bu cinayetlerin taşeronluğunu veya tetikçiliğini yapanlar Müslüman kimlikli olsalar dahi, yapılan iş Müslümanca değil. Asla değil ve olamaz.
Şu da bir gerçek ki, azınlıklara karşı yapılan bu tür menfur saldırıları, Müslüman çoğunluk tasvip etmiyor.
Esasında, gayrımüslim olsa bile, başkasına yapılan eziyetten mukaddes kitabımız Kur'ân bizleri men'ediyor. O yüce kitap "Karıncaya dahi bilerek ayak basmayın" diye emrediyor.
Dolayısıyla, vuku bulan saldırı ve cinayetler, Kur'ânımızın reddettiği fiiliyatlar cümlesindendir.
Asıl maksat ne?
Türkiye'de azınlıklara yönelen tehdit ve tedhiş hareketlerinin arkasında yatan asıl maksadın ne olduğunu iyi düşünmek ve tahkik etmek gerek.
Bu yapılanlar Müslümanca bir iş sayılamayacağına göre, perde gerisinde başka ellerin icra–i faaliyette olduğu kanaati doğuyor.
Nitekim, daha evvelki hadiseler sebebiyle de mükerreren ifade edildi ki, azınlıklara, yani gayrımüslimlere yönelik tehdit ve saldırıların arkasında, Avrupa Birliği muhalefeti yatıyor.
Gerek içerde ve gerekse dışarda, Türkiye'nin bu birliğe girmesini kat'î bir sûrette istemeyenler var.
Dışarıdaki (Avrupa'daki) durumu tam olarak bilemiyoruz. Ancak, içerdeki AB düşmanlığının çok kuvvetli ve dehşetli bir cereyan olduğunu gayet iyi biliyoruz.
Hem öyle bir cereyan ki, değil sadece azınlıktan olan gayrımüslimleri, kendi öz vatandaşı olan Müslümanları dahi katletmekten çekinmez.
Nitekim, vaktiyle bu tarz cinayetleri de işlediler. 1924'ten başlamak üzere, tâ günümüze kadar binlerce "fâili meçhûl" cinayetlerin arkasında bu tahammülsüz gaddarların ayak ve parmak izleri var.
Şimdilerde farklı bir taktik geliştirerek gayrımüslimlere yönelmiş olmalarının öncelikli maksadı, Türkiye'nin AB üyeliğini reddeden muhalefet cephesini hem içerde, hem de dışarda genişletmek ve kuvvetlendirmektir.
İçerde, "vatan–millet–Sakarya" hamasetini canlandırmayı hedefleyen bu karanlık suratlı cereyanın aktörleri, Avrupalıların nazarında da Türkiye'yi de farklı dinden olanlara karşı düşman, onlara kin ve nefretle bakan, vahşet ve gaddarlıkta sınır tanımayan bir ülke şeklinde tanıtmaya tevessül ediyorlar.
Tâ ki, hürriyet ve demokrasiyi sıkboğaz eden kendi totaliter rejimlerini yeniden ihya edip sürdürebilsinler.
Ancak, bundan sonra ne yaparlarsa yapsınlar, ne çeşit düzenbazlığın içine girerlerse girsinler, yine de nihaî hedeflerine asla ulaşamayacaklar.
Türkiye AB üyesi olsun olmasın, onlar eski totaliter rejimlerini bir daha kuramayacak, ülkeyi eskisi gibi hâkimiyetleri altına almaya muvaffak olamayacaklar.
Zira, artık iyice anlaşıldı ki, yaklaşık bir asırdır Türk, Kürt, Rum, Ermeni, vesâir unsurları birbirine kırdırmak sûretiyle ülkede hakimiyetini gizlice tesis etmek isteyenler, hakiki Türk ve Müslüman kimseler değil.
Evet, zahiren ne şekilde görünürse görünsünler, gerçekte onlar Türk ve Müslüman olamazlar. Dolayısıyla, bu ülkenin ve bu milletin hayırhahı da olamazlar.
Vaktiyle, bu milletin mukaddes bütün değerlerini yok etmek için (bozulmuş) "Avrupailik" ayağıyla hareket edenler, bugün ise, eskiye nazaran çok farklı ve çok daha insanî bir konumda olan, üstelik bu ülkeye de pekçok faydası dokunacağı kuvvetle muhtemel olan AB ile Türkiye'nin arasını açmaya çalışıyor.
Bunlar, aslında insanlığın yüzkarası kimselerdir. Farklı hüviyetlerle görünmesi ve hiç umulmadık tetikçileri kullanması, bizleri asla yanıltmamalı.
GÜNÜN TARİHİ 1 Aralık 1928
Bin yıllık birikim, bir günde silindi
Harf inkılâbının bir devamı olarak, gazete yazılarının ve cadde–sokak isimlerinin de Latin harfleriyle yazılması mecburiyeti getirtildi.
Bu tarihe kadar Osmanlıca harflerle basılan gazetelerin, aynı tarzda neşriyat yapmalarına kesin sûrette yasak getirildi.
Yani, âniden devreye sokulan bu yeni uygulama, iki koldan yürütülmeye başlandı.
Birincisi: Bundan böyle Latince harflerin her alanda kullanılması mecburidir.
İkincisi: Eski yazı olarak da isimlendirilen Osmanlıca, daha doğrusu Arabî olan Kur'ân harflerinin kullanılması kesin olarak yasaklanmıştır. Hatta, cezaî müeyyidesi bile vardır.
Nitekim, yeni başlatılan bu uygulamayla, Kur'ân'ı orijinal haliyle okuyan ve okutanlar, pek şiddetli cezalara çarptırıldılar. Hatta, bazılarına çeşitli yöntemlerle ölüm derecesine varan işkenceler çektirdiler.
Ani değişim ve yasaklar sebebiyle, o dönemde okur–yazar oranında da ânî düşüşler oldu. Milletin mutlak ekseriyeti bir nevi cahil duruma düşürüldü.
Milletin yeniden toparlanıp ilme, irfana yönelmesi, büyük zahmetlerle çok uzun senelere mal oldu.
01.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kur'ân'ın ezelî oluşu |
|
Avcılardan hanım okuyucumuz:
*“28. Mektub’un 6. Meselesi sayfa 353’te geçen ‘halk-ı Kur’ân’ meselesini açıklar mısınız? Kur’ân’ın ezelî ve ebedî bir kelâm olduğunu biliyoruz ve öyle inanıyoruz. Fakat bu konu hakkında yeterli tarihî bilgimiz olmadığı için tam cevabını bulamadık. Ayrıntılı bilgi verir misiniz?”
Hicretin yüz ellili, ikiyüzlü yıllarında itikadî mezhepler İslâm’ın inanç ve itikat meselelerini öyle tartıştılar ki, ortalık neredeyse toz duman oldu. Tartışılmayan hiçbir mesele kalmadı. Müslüman zekâlar ve dehalar İslâm’ın fikir hürriyetine tanıdığı hakkı kıyasıya kullandılar. Batıl mezhepler türedi. Bunlara karşı ehl-i sünnet caddesini koruyan ve savunan hak mezhepler meydana geldi. Ehl-i Sünnet mezhepleri İslâm itikadını batıl mezheplere karşı tartıştı, savundu, ispatladı.
Fakat zamanın hükümetleri fikir hürriyetine İslâm dininin verdiği serbestliği vermekte cimri davrandılar. Taraf oldular ve taraf oldukları fikri rejim gibi sarayda barındırdılar, fikirlerinin yaygınlaşmasında iktidar olarak güç kuvvet verdiler, diğer tarafları, aykırı fikirleri susturup bastırmaya çalıştılar. Siyaset, iktidar gücünü arkasına aldı, ilmi ve fikri bulandırdı. İlmin ve fikrin hürriyeti, şahsiyeti, kimliği, haysiyeti, namusu yok sayıldı. Bu arenada Ahmed bin Hanbel gibi çok mert âlimler siyasetin hışmına uğradı.
Halk-ı Kur’ân meselesi, Mutezile mezhebinin ehl-i sünnete aykırı olarak ileri sürdüğü meselelerden sadece birisidir. Kur’ân’ın yaratılmış olduğu iddiasına dayanır. Mutezile mezhebine göre Kur’ân mahlûktur, yani yaratılmıştır. Ezeli olan, Kadim olan sadece Allah’ın zâtıdır. Bu mezhebe göre, Allah’ın zatının dışında başka şeylerin de kadim ve ezelî olduğunu kabul etmek, tevhid inancına aykırı düşer. Allah’ın birliği ve ezeli oluşu inancı ile çelişir. Bu sebepledir ki, Kur’ân ezelî değil, sonradan yaratılanlar arasında yer alır. Çünkü Allah’ın zatının dışında ezelî olan bir şey yoktur.
Tevhid inancı gayretiyle savunulan bu görüş, gerçeği ifade etmekten uzaktır. Ehl-i sünnet âlimleri Mutezile’nin bu görüşüne karşı Allah kelâmı olan Kur’ân’ın mânâ itibariyle ezelî olduğunu, Kur’ân’ın mânâ itibariyle ezelî oluşunun Allah’ın zatının ezelî oluşunun bir gereği olduğunu, binaenaleyh Kur’ân’ın mânâ itibariyle ezeli oluşu ile Allah’ın zatının ezelî oluşu arasında bir çelişmenin asla düşünülemeyeceğini savundular.
Ehl-i sünnet âlimleri Kur’ân’ın yazıldığı sayfaların, yaprakların, kâğıdın, kalemin, mürekkebin, yazının, harflerin, kelimelerin ise hiç şüphesiz ezelî olmadığını, bunların mahlûk (yaratılmış) olduğunu; fakat bunların mahlûk oluşu ile Kur’ân’ın Allah kelâmı olarak ve mânâ itibariyle ezelî oluşu arasında uzaktan yakından bir alâka bulunmadığını, bu ikisinin karıştırılmaması gerektiğini açık bir şekilde ifade ettiler, ispat ettiler.
Bu sırada Abbasi devletinin başında Abdullah el-Me’mun bulunmaktaydı ve Abdullah el-Me’mun Mutezile mezhebinin ateşli bir destekçisiydi. Mutezile mezhebini savunuyor, bu mezhebin güçlenmesi ve yayılması için iktidar gücünü kullanıyor, münâzarâlar düzenliyordu. Nihayet hicrî 212. yılında Mutezile mezhebinin görüşlerini resmî görüş olarak ilân etti ve iktidar gücünü kullanarak karşı görüşleri susturmaya yeltendi. Bu dönem ehl-i sünnet âlimlerinin fikirleri ve görüşleri yüzünden işkenceler görmeye başladığı talihsiz bir dönem olmuştu.
Abdullah el-Me’mun’un Bağdat’taki vekili, Kur’ân’ın mahlûk olduğunu kabul etmeyip, ezelî olduğunu savunan ehl-i sünnet âlim ve müçtehitlerinden Ahmed bin Hanbel’i yakalattı, ellerine kelepçe vurdurdu ve halifenin huzuruna gönderdi. Bu sırada halife öldü.
Fakat yeni halife Mu’tasım da Mutezile rejimini güdüyordu. Yeni halife, inancından taviz vermeyen, içtihatlarını açıklamaktan da geri durmayan Ahmed bin Hanbel’i Bağdat zindanlarına attırdı ve orada işkence ettirdi.
Ahmed bin Hanbel’in çilesi 28 ay sürdü. Nihayet ona Kur’ân’ın yaratıldığı fikrini kabul ettiremeyince serbest bıraktılar. Ahmed bin Hanbel uzun süre yara bere içinde kaldı. Bu sürede bile ilim çalışmalarından geri durmadı.
Mu’tasım ölünce yerine geçen Halife Vâsık da Mutezile rejimini sürdürdü. Bu dönemde Ahmed bin Hanbel’e yeniden hapis yolları gözüktü. Fakat Ahmed bin Hanbel’in halk nezdindeki itibarından korkan iktidar, artık ona zulmetmekten çekindi. Bununla beraber ders vermesini, fikir açıklamasını, fetva vermesini, hadis rivayet etmesini yasakladılar.
Nihayet Vasık’ın da ölmesiyle yerine geçen El-Mütevekkil devrinde Mutezile mezhebi saraydan yüz bulamadı. El-Mütevekkil âlimlere hürmetkârdı. Mutezile fikrinde olanların yetkilerini aldı, görevlerine son verdi ve onları sarayından uzaklaştırdı.
On dört yıl boyunca Kur’ân’ın yaratılmış olmayıp ezelî olduğunu savunduğu için işkence gören ve göz hapsinde tutulan Ahmed bin Hanbel Hazretleri El-Mütevekkil döneminde ilmi çalışmalarına yeniden hız verdi, birçok konuda fetva verdi, hadis ve fıkıh çalışmalarını kemale erdirdi. Yüz elli bin hadisten seçerek sıhhatli otuz bin hadisi kitabında topladı. İmam Buhârî, İmam Müslim, Ebu Davud gibi hadis hafız ve âlimleri kendisinden hadis rivayet ettiler. Rahmetullahi aleyh.
01.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Sigara dur, alkol devam et! |
|
Suları tersine akıtmak isteyenler çalışmalarına hız verdi. Dünya âlem, ‘Uyuşturucu ve alkol ile nasıl mücadele ederiz?’ diye düşünürken, bizdekiler alkolü teşvik etmenin telâşına düştüler.
Çelişki şurada: Sigara gibi daha az zararlı olan bir alışkanlığa savaş açanlar, daha büyük tahribatlara sebep olan alkollü içkilerin teşvik edilmesine ses çıkartmıyor, çıkartamıyor...
Dünyadaki örneklerden de hareketle Türkiye, sigaraya karşı en azından görünüşte savaş açmış durumda. Kapalı mekânlarda sigara içilmesine yüklü miktarda ‘para cezası’ veriliyor. Bu cezalar fiilen uygulanmasa da milletin de kabul ve desteğiyle çoğu yerde artık sigara içilmiyor. ‘Kabadayı’lık yapıp içmeye kalkışanlara da itiraz sesleri yükseliyor. Nitekim, otobüste, minibüste, uçakta ya da hastahane gibi yerlerde artık sigara içenlere rastlamak neredeyse imkânsız.
Bunlara ilâve olarak, sigaranın reklâmı da yapılamıyor. Gazetelerde sadece ‘fiyat ayarlamaları’nın ilânları verilebiliyor ki, bunu da kimsenin itiraz ettiği yok.
Gel gelelim, sigaradan binlerce kez daha fazla zararlı olan ‘alkollü içkiler’in reklâmı ise almış başını gidiyor.
Tekrar soralım: Alkollü içkiler, sigaradan daha mı az zarar veriyor? O halde, gazetelerde sigaraların reklamı yapılamıyorsa aynı gazetelerde alkollü içkilerin reklâmı nasıl yapılıyor? Daha doğrusu niçin yapılıyor? Daha da doğrusu, niçin yaptırılıyor?
Yeşilay gibi kuruluşlar da imkân ve fırsat buldukça; sigara, alkollü içki ve benzeri ‘kötü alışkanlıklar’ın zararlarını kamuoyuna anlatmaya çalışıyorlar. Hemen ifade edelim ki bu çalışmalar kesinlikle yeterli değiltir. Yeşilay, maddî imkânsızlığı hatırlatarak, devletten, sivil toplum kuruluşlarından ve hayırseverlerden ‘maddî destek’ bekliyor, istiyor. Bu desteği istemekte haklı. Ancak vatandaş neticeye bakıyor ve alkollü içki üretenlerin atı alıp, Üsküdar’ı geçmek üzere olduğunu görüyor...
Alkollü içki üretenler gazetelere reklâm vermekle kalmıyor, artık işi daha da büyütmüşler ve ‘özel ek’ler veriyorlar. Bu eklere örnek olması bakımından Vatan gazetesinin ‘ücretsiz’ “Rakı Kültürü” ekini gösterebiliriz. (28 Ekim 2007) Aynı gün başka gazetelerin de benzer ‘ek’ler verdiğini hatırlatalım. İlgili eklerde, ‘alkollü içki, rakı’ övülmekte, nasıl içilmesi gerektiği hususunda ‘ilmî makaleler, yazılar’ yer almaktaydı.
Bütün bunlar olurken, devlet; anayasa gereği ‘toplumun sağlığını’ nasıl koruyacak? TBMM ‘kulis’inde sigara içilmesini yasaklayanlar, alkollü içkilerin bu derece teşvik edilmesi karşısında niçin ve nasıl sessiz kalabilirler? TBMM’de bir ‘sağlık komisyonu’ yok mu? Var ise, bu reklamlar onları hiç endişelendirmiyor mu?
Tekrarlamakta fayda var: Alkollü içkiler sigaraya nisbetle daha fazla zararlı ve öldürücü olduğu halde bu ilgisizlik neyin nesi? Geçen yıllarda alkollü içki reklamları gazetelerde yer almıyor ya da alamıyordu. Ne oldu da son yıllarda bu reklamlar kolayca gazete sayfalarını ‘kir’letebiliyor? “Türkiye’yi idare edenler”in bu konuda söyleyeceği söz, alabileceği tedbirler yok mu?
Sigara gibi ‘küçük zarar’a engel olup, alkol gibi ‘büyük zarar’ı teşvik etmek; sineğin ısırmasından kaçıp, yılanın kucağına düşmekten farkı var mı? “Rakı”cılar reklâm yaparken “Gel de içme!” diyor. Bize de “Gel de kızma!” demek düşüyor...
01.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
“Mahrem gündem...” |
|
Ankara haftayı bir dizi tartışmayla geçirdi. Görünen gündemin yanısıra “mahrem gündem”den söz ediliyor. Tartışmaların odağına yine “terörle mücadele” yerleşti. Ve Oval Ofiste Erdoğan’la Bush’un baş başa görüştüğü bir “gizli anlaşma”dan bahsedildi.
AKP hükûmetinin “sınırötesi harekât” yerine ABD’nin önerisiyle “terör örgütünü tecrit etme ve etkisizleştirme plânı”nı onayladığı ve bunun bizzat Bush tarafından Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetime de dikte ettirildiği belirtildi.
Hatta “ateşkes” çağrısını kabul etmeyen terör örgütü elebaşlarının tasfiye edileceği, buna karşılık Amerikan yönetimiyle diyalog içindeki örgüt liderlerinin güçlendirileceği haberleri ortalıkta dolaştı. Ve hatta “ortalıkta kayboldu” denilen ve sonra Milano’da vitrindeki cansız mankenin üzerindeki incecik kumaştan bir kabanın 12 bin 350 euroya satıldığı lüks bir mağazada alış veriş yaparken görülen Barzani’nin, bu maksatla Avrupa ülkelerine ve ABD’ye “ikna turu”na çıktığı yazıldı.
Bununla da kalınmadı; şaşırtmaca için PKK’yla hâlen çatışma halinde olan Tahran’ın, “ABD ve Türkiye’ye karşı terör örgütüne her türlü lojistik desteği verdiği” uydurmaları bile ortalığa salındı...
Ayrıca Irak ve Türkiye içişleri bakanlarının bir “terörle mücadele anlaşması” imzaladıkları medyanın konusu oldu. Başbakan’ın her defasında “mahrem” diye savunduğu anlaşmada, Irak tarafının “tehdidin tâkip edilmesi”nde “izin alma” şartını koştuğu, bu sebeple daha baştan kadük kaldığı kulislerde konuşuluyor.
Bu arada bir belediye başkanından, “dağdakiler ülkenin en onurlu insanlarıdır” tahrikinden Amerikan Büyükelçiliğinde “Kürtlerle yapılan toplantılar”a kadar peşpeşe garip gelişmeler yaşandı...
* * *
Neticede, Amerikan Elçiliğindeki bu pervâsız görüşmede, neoconlar ve Kuzey Irak’taki yerel yöneticiler gibi, terörle mücadeleyi “Kürt sorunu” kapsamında ele alması, “Kürt sorunun barışçıl yöntemlerle çözülmesi” karşılığında Ankara’nın Washington ve Kuzey Irak’la PKK’nin tasfiyesi için anlaştığı iddialarını doğruluyor.
Peki Türkiye’nin terörle mücadelesini belirlemek kaygısı ABD’ye mi düşmüş ki, Büyükelçi Ross Wilson Amerika’dan gelen Kongre üyesi Chris Shays’la Ankara’da karargâh kurup “Türkiye’deki Kürt politikacılar”la görüşüyor. İşgal ettiği Irak’ta bir milyon insanın katliyle şiddet ve kargaşayı daha da arttırıp ülkeyi iç savaşın içine sürükleyen ABD, dört yıldır kontrolündeki ülkede sağlayamadığı “barışı”, Türkiye’de mi sağlayacak?
Şu hâle bakın; Amerikan Elçisi, âdeta sömürgesi altındaki ülkenin “genel valisi”gibi millet irâdesinin yegâne temsilcisi TBMM’nin yanıbaşında “etnik kökeni”ne göre eski ve yeni milletvekillerini tasnif edip gruplar halinde çağırıyor. Türkiye’nin terörle mücadelesini “müzâkere” ediyor...
Göz göre göre Türkiye’ye yönelik ve öteden beri başta ABD ve İsrail olmak üzere bazı güçler tarafından himâye edilip besletilen terörle mücadeleyi, Türkiye’nin içini karıştıracak bir “fitne”ye ve “ırkçı ayrışım”a dönüştürüyor.
Bütün vatandaşlar için gerekli olan ve Türkiye’nin AB reformları istikametinde ideolojik rejimin cenderesinden kurtulup, demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hak ve hürriyetleri alanında yapması gereken düzenlemeleri, salt “terör”e ve “terör örgütü”ne indirgeyip, “Kürt sorunu” paravanasında fitneyi alevlendiriyor...
Öylesine ki Wilson, Türkiye’nin “terörle mücadele sorunu”nu tâ Amerika’ya kadar gidip bir nevi Amerikan Başkanı’nın “onayı”nın alınmasını örnek alıyor; “Ben de Bush’un Türkiye’deki temsilcisiyim” edâsında, fütûrsuzca hareket ediyor...
* * *
İşte asıl handikap burada başlıyor. Zira Amerikan Büyükelçisi, ne Dışişleri’nden, ne Cumhurbaşkanlığından ve ne de hükûmetten hiçbir tepki almıyor! Sâdece Başbakan’ın kendi milletvekillerini uyarıyor; ikinci toplantıya gitmemeleri yönünde ikaz ediyor...
Sormak lazım; Türkiye’nin Washington Büyükelçisi, Amerikan yönetimine rağmen Amerikan Kongresi üyelerini çağırıp, “Amerika’nın terörle mücadelesi”ni görüşse ne olur, nasıl tepki alır?
Ankara artık aklını başına almalı. Dün Lawrencelerin icâd edip yaydığı ifsadı bugün yeni versiyonları yapmakta. Wilson ve benzerlerinin oldubittilerine karşılık, meseleye Osmanlı vizyonuyla güçlü bir stratejik derinlikle bakmalı. Osmanlı hinterlandı zemininden başlayarak bütün İslâm coğrafyasını halka halka kucaklamalı...
Bölgede inanç birliği üzerine yükselen, köklü kültür ve ortak tarihle gelişen mânevî gücünü ve avantajını kullanmalı. Türk milletiyle bin yıldır birlikte yaşayan ve “cihâd arkadaşı” olan başta Kürtler olmak üzere, Araplarla ve sâir unsurlarla bir araya gelmek için kimsenin “arabuluculuğu”na baş vurmamalı...
Ve bu vatandaki herkes Bediüzzaman’ın yaklaşık bir asır önce verdiği bu derse kulak vermeli:
“Hayat ittihaddadır. Osmanlılık ve meşrutiyet perdesini birden feveran ile yırtacak muhtariyet (özerklik) ve sonradan istiklâliyet (ayrı bir devlet olarak bağımsızlık), mücadele-i keşmekeşse (iç çatışma keşmekeşliğine) intac edeceğinden (netice verdiğinden) zenb-i azim (büyük günâh) olur. On üç asır evvel ölmüş olan fitneyi ikaz eder (uyandırır.) Biz ki ekseriz, muvahhidiz (bir ve beraberiz.) Tevhidle mükellef olduğunuz gibi, ittihadı te’sis edecek muhabbet-i millî (millî birlik ve sevgi) ile de muvazzafız (vazifeliyiz.) (Âsar-ı Bediiye, 450-251)
01.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Ekonomi ne oldu? |
|
Türkiye’nin “gerçek gündemi”yle ilgili yazılarımızda bu hafta ekonomik duruma bir göz atarak, “ekonomi ne oldu?”ya bir bakmak istiyoruz.
Ekonomist değiliz, ancak içinde yaşadığımız ortamda ekonominin gidişatındaki göstergelere bakarak da hâl-ü pür melalimizi anlayabiliriz.
* * *
Vatandaş gözüyle ekonomiye baktığımızda şu göstergeleri sıralayabiliriz:
Türk-İş’in yaptığı hesaplamaya göre, Ekim ayı mutfak enflasyonu aylık yüzde 6,07 arttı. Dört kişilik ailenin açlık sınırı yaklaşık 697 YTL, yoksulluk sınırı 2 bin 271 YTL’ye yükseldi. Memur-Sen’in araştırmasına göre ise, Ankara ilinde 4 kişilik bir ailenin tüketmesi zorunlu olan gıdalar için harcaması gereken tutar 640.80 YTL, 4 kişilik bir ailenin asgari şartlarda geçinebilmesi için harcaması gereken tutar ise bin 712 YTL olarak belirlenmiş.
Şu anda ortalama bir memurun maaşı 800-850 YTL, asgarî ücretin 585 YTL. Büyükşehirlerde en ücra köşelerde bile kiralar 400 YTL’nin altında değil. Belediye otobüslerinin bilet fiyatı 1.3 YTL, ekmek 300-400 YKRŞ… Bunun yanına pazar ve market alışverişi koyarsanız bu alınan ücretlerinin yetmeyeceği ortaya çıkıyor. Hazine ve TEDAŞ’ın aldığı karara göre ise, artık sokak lambalarının elektrik masrafını da vatandaş ödeyecek!
2008 yılında memurlara 2+2’lik bir zam ile birlikte enflasyon farkları verilecek. Bu zam sıkıntıları hafifletmekten çok uzak. Memur sendikaları da buna dikkat çekti, ama dinleyen olmadı.
Merkez Bankası verilerine göre, vatandaşların bankalar, katılım bankaları ve finansman şirketlerinden kullandıkları tüketici kredileri ile kredi kartı harcamalarından oluşan toplam hane halkı borç yükü 91 milyar 670 milyon YTL’ye ulaşmış ve bu borç yükü, yılbaşından bu yana yüzde 28.1 oranında 20 milyar 104.7 milyon YTL artış göstermiş.
2007 yılında yüzde 6-7; 2008 yılında ise yüzde 4 olacağı tahmin edilen enflasyona rağmen, devlet yüzde 17 gibi çok yüksek bir oranla yüksek reel faizini ödeyerek borçlanıyor. Kamu-Sen hükümetin artık rakamlara makyaj yaparak ekonomideki durumu gizleyemeyeceğini belirtiyor.
TBMM Plân Bütçe Komisyon’da yaklaşık bir ay süren görüşmelerden sonra kabul edilen 2008 bütçesi önümüzdeki Salı gününden itibaren Meclis Genel Kurulu’nda görüşülmeye başlayacak. Tasarıya göre, önümüzdeki yılda bütçe açığı 204.6 milyar YTL olarak öngörülüyor. Hükümet denk bütçe yapacağı konusunda iddialı, ama Devlet Bakanı Mehmet Şimşek bile, “Bütçenin şu halini gördüğümde ben de üzülüyorum. Bu memleketin daha çok yatırıma ihtiyacı var” diyor.
TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu,”Ülkemizde maalesef yüzde 50 kayıtdışı ekonomi var. Vergi her arttığında kayıtdışı ekonomimiz maalesef artmaktadır. Bunu herkes biliyor da, neden devletimizi yönetenler farkında değil” diyerek uyarı da bulunuyor. Bu kayıtdışılığa verdiği örnek de çok çarpıcı. 3 yılda 31 ülkeden 28 milyar dolarlık petrol ithal edilmesine rağmen, devletin resmî rakamlarına göre 9,3 milyar dolarlık petrol ithal edilmiş gözüküyor…
Doların düşmesinden, sanayici ve işadamları tedirgin. MÜSİAD Başkanı Ömer Bolat, yüksek faiz ve düşük kurun, Türkiye açısından doğru bir araç değil, riskli bir araç olduğunu söylüyor.
Resmî ve gizli işsizlik rakamları da ürkütücü boyutta… 2007 yılının ilk sekiz aylık verilerine göre, resmî işsizlik rakamı 2 milyon 383 bin kişi ve işsizlik oranı yüzde 9,2 iken, bu rakamlara gizli işsizlerde eklendiğinde 4 milyonu geçiyor. Gerçek işsizliğin yüzde 19 olduğu söyleniyor.
Eylül ayı sonu itibariyle ihracat 100 milyar 335 milyon dolar, ithalat ise158 milyar 650 milyon dolar yani dış ticaret açığı 58 milyar 315 milyon dolara yükseldi. Yılsonu itibariyle 62 milyar doları geçeceği tahmin ediliyor.
Çocuk Vakfı’nın hazırladığı “Türkiye’nin çocuk gerçeği” raporuna, her dört çocuktan biri yoksul, her beş çocuktan biri de sokakta çalışıyor.
Bu göstergeleri arttırmak mümkün… Ancak bu kadar rakama göre, ekonomi söylendiği gibi pek de rayında gitmiyor. “İyileşti” diyerek gösterilen rakamlar da karın doyurmuyor.
* * *
Vatandaş geçen yıllara göre yaşantısında bir iyileşme olmuş mu, aldığı maaş yetiyor mu, çocuklarına maddî anlamda daha iyi bir geçim sağlayabiliyor mu ona bakıyor. Yoksa enflasyon yüzde 1’lere inse, millî gelir onbinlere çıksa halk için bir şey ifade etmiyor.
Ekonomiden anlayan insanların üzerinde ittifakla kabul ettiği husus “şeytan üçgeni” olarak kabul edilen “faiz, borsa, döviz” ekonomi de etkili olduğu sürece düzelme olmayacak. Bunun karşılığında “yatırım, üretim ve istihdam” eksenli politikalar uygulanırsa ekonomideki düzelme kalıcı olur. Bir ülkenin ekonomisi üretimi ile doğru orantılı olmasına rağmen son yıllarda üretim yapılmıyor, devamlı tüketim yapılıyor. İhtiyaç sahiplerine yapılan yardımlar, elbette sosyal devlet olmanın bir gereği, ancak “Nasıl olsa aybaşında yiyeceklerim ve yakıtım gelecek” bekleyişi içine girildiği için hem insanları tembelliğe itiyor, hem de üretimin azalmasına neden oluyor.
Ekonomik bir iyileşme varsa, bunu milletimiz günlük hayatında hissedebilmeli. Şu anda bir iyileşme görülmüyor. Bunu görmek için de sokağa çıkıp vatandaşla görüşmek yeterli. Türkiye’de maaşla geçinen insanların büyük bir kısmının açlık ve yoksulluk sınırının altında bir geliri var. Enflasyonun düşmesi, belki ileride bütçemize bir katkı sağlayacaktır, ancak şu anda cüzdanlar maaş aldıktan bir iki gün sonra boşalıyor.
Bütün bu rakamlardan sonra şu söylenebilir: Üretim ekonomisine geçmek, hem IMF’den kurtuluşun, hem de kalıcı bir ekonomik istikrarın anahtarıdır. Çünkü, “şeytan üçgeni” ile olmuyor, olmaz da…
01.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|
Son Dakika Haberleri
|
|
|
|
|