Kalemim daha çok mânevî hayat ile ilgili meseleleri yazmaya alışık olduğundan, dünya işleriyle fazla meşgul olduğum zamanlarda yazı yazmakta oldukça fazla güçlük çekiyorum. Dünya hâdiseleri dünyamızı o kadar çok sarmıştır ki, kendimizi dünyevî duygulardan tecrit etmemiz kolay olmamaktadır. Kendimde bu durumu çok zaman müşahede etmekteyim. Geçtiğimiz günlerde, kendi alanımla ilgili kanalların kapalı olduğunu hissettiğimden bir toparlanma ihtiyacı içinde olduğumu anladım.
Halbuki dünya hadiseleri ne kadar yoğun olursa olsun, bizleri mânevî âlemlere çağıran dâiler de görevini yapmaktadır. Biliyoruz ki ölümlerin konu edilmediği hiçbir günümüz bulunmamaktadır. Gerek insanların kendi mahsus halleri neticesinde, gerekse de fitne ve fesadın ortalığı etkilemesinden kaynaklanan gerekçeler sebebiyle her gün bir çok insanın ölümünü haber alabilmekteyiz. Bunların bazıları bizi fazla etkilememekte, bazıları da üzüntülere girmemize sebep olmaktadır.
Zalimlerin oyunları neticesinde bir kısım insanların ölmesi her ne kadar bizleri oldukça fazla olumsuz etkiliyorsa da, aslında en fazla üzülmemize sebep olan ölümler yakınlarımızın vefatlarıdır. Çünkü geçmişte bir ömür birlikte yaşadığımız insanlarla oldukça fazla hatıralarımız bulunmaktadır. Böylelerinin ölümü, o hatıraları, bir sinema şeridinde olduğu gibi gözlerimizin önünden geçirmektedir. Böyle durumlarda çoğunlukla gözlerimizin yaşlarına engel olamamaktayız. Ancak böyle zamanlardaki ağlamalar adeta insanları rahatlatmaktadır. Sanki o gözyaşlarının akması bir ihtiyaçtır bizler için. Ayrıca merhamet duygularımızın canlanması da bu zamanlarda mümkün olmaktadır.
Sonbaharın son günlerinde ağaçlardaki yaprakların hızla dallardan düşmesi zaten ölümü bizlere hatırlatmaktadır. Bu sebeple sonbahara ‘Hazan mevsimi’ ismi verilmiştir. İnsanoğlu da öldüğü zaman, bir yaprağın dalından düşmesi misâli hayat ağacından düşmekte, düşen yaprağın çürümesi gibi de vücut toprak altında çürümeye yüz tutmaktadır.
İşte böyle düşen sarı yaprakların ölüme yakın sarı benizleri hatırlattığı günlerde, bir kısmı yakınlarımdan olmak üzere üst üste vefiyatlara şahit oldum. Daha bir taziyeden dönerken, başka bir taziyeye gitme hazırlığına başlamak zorunda kaldım. Bu sebeple de uzun denebilecek taziye seyahatlerinde bulundum. Yollarda hep vefat eden insanları ve onlarla yaşadığım hatıraları düşündüm. Nefsimin tûl-i emel hastalığından kendimi kurtardığım ölçüde de kendi ölümümü düşünmeye çalıştım.
Kendi ölümünü düşünmeyi istemeyen nefsimin rağmına, bir gün benim için de bazılarının taziyetlerini yakınlarıma sunacağını düşündüm ve başımda büyük bir ekseriyet teşkil eden beyaz kılların ikazıyla beraber, vücudumun eksilmeye başlayan tâkati de artık beni rahat bırakmadığını anlamaya çalıştım taziyeler için düştüğüm yollarda...
“Bütün nefisler ölümü tadacaktır” mânâsındaki İlâhî hüküm ile birlikte, Allah’ın yüce Resûlü’nün (asm) “Lezzetleri acılaştıran ölümü çokça zikrediniz” ifadesini de sıkça hatırlamanın ne kadar ehemmiyetli olduğunu nefsime kabul ettirmem için, ölüm denen hakikatı daha fazla düşünmem gerektiğini de hatırlamıştım bu taziyeli günlerde...
Aslında taziyelerde görünen asıl maksad, yakınları ölen insanları tesellî etmek ise de, gerçekte insanların böyle günlerde kendi ölümünü ve dünyanın faniliğini de düşünmesi oldukça önem kazanmaktadır. Nitekim ölen o insanlar da bir zamanlar başkalarına başsağlığı dilemişlerdi. Hatta taziyelerinde bulunduğum bazılarının daha önce bulundukları taziyeleri bile hatırlamaktaydım. Bugün onlar için bir ömrün amel defteri kapanmıştır. Onlar güzel ameller işlemişlerse şimdi bunun karşılığını görmenin ilk adımını atmışlardır. Rabbim bu fani dünya hayatına gözlerini kapatan bütün ehl-i imana mağfiret etsin.
Evet, unutmayalım ki, bizler de koşar adımlarla öleceğimiz güne doğru gitmekteyiz. Her dakika, her saat, her gün, bizler için ölümü tebessümle karşılayabilme imkânına kavuşabilmemiz için bir fırsattır. Bu fırsatı değerlendirebilenlere ne mutlu...
18.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|