“Dil”in yer ve makamı ayrı olduğu gibi, “dıl”ın yer ve makamı da değişik. Bir vücutta bulundukları halde sesleri ve yankıları çok farklı. Dil’den çıkanlar mermi gibidir, insanı öldürebilir; ‘dıl’dan çıkanlar, kayaları kaleleri eritir, padişahları bir kemter kula bende eder ve asırlar boyu devam eder. Bu itibarla “dil”in “dıl”a yetişmesi çok zordur, hatta ömür biter, insan arada yarım metre bulunmasına rağmen, orayı keşfetmeden ve oraya ulaşamadan dünyayı bazen aziz, bazen de rezil olarak terk eder.
Dil ile ‘dıl’ı, ancak bu her iki ikram-ı İlâhîyi derk eden ve vücud binasında, âlem çarşısında yaşayan ve yaşatan büyük gönül sultanları dediğimiz hak dostlarının bir ömür boyu yaşantılarıyla görebilmekte ve çözebilmekteyiz. Onu da ancak cam gözlüğüyle değil, can gözlüğüyle bakarsan çözebiliyor ve tanıyabiliyorsun.
Bunların başında, bugün 734. sene-i devriyesini idrak ettiğimiz, Konya’da, Türkiye’de ve bütün dünyada adına törenlerin yapıldığı ve BM’nin en ciddî kültür birimi olan UNESCO’nun 2007 yılını “Mevlânâ, Sevgi ve Barış Yılı” ilân etmesiyle, 7 milyarlık büyük dünya ailesinin kısm-ı âzamında çeşitli faaliyetlerle gündeme “dil ve dıl” ile gelen Hz. Mevlânâ Celâleddin-i Rumî ve emsali zatlardır..
Dil, yüz gram ağırlığında, 9 bin tat alan, insanı hem yükselten hem de alçaltabilen bir vücut azamız ve kudret-i İlâhiyenin bir tecellîsidir. Dıl ise, tasavvuf ilminde “gönül gözü” denilen, hakikat ilminde “çeşm-i dıl” olarak değer kazanan, iç dünyamızın bir tecelligâhı ve İlâhî güneşlerin doğduğu bir mekândır. Kopan fırtınalar orada, nurânî âlemlere giden nurânî seyir defteri orada, kısacası “bir muammâ-i müşkülküşâ”. Diğer bir mânâ bu zatlara “zülcenâheyn” de denilir. Yoksa “vâesafâ vâ hasretâ” tecellî ediyor. Gönül gözü denilen ‘dıl’ı kapalı olanların vay haline.
Onun daha iyi anlaşılması için Hz. Mevlânâ diyor ki: “Param parça olmuş gönül hırkalarını diker, yamalarız biz.”1 Kendileri gerçek “dıl”a, yani gönül gözüne, çeşm-i dıl’a vakıf olup yaşadığından “Gel, gel, ne olursan ol yine gel. / Kâfir, putperest, mecûsi, ateşperest de olsan yine gel, / Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir, / Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel”2 demekte ve bütün insanlığı cezb ve celb etmektedir.
66 yıllık bir ömür içinde neşrettiği 5 büyük eser, hep bu ‘dıl” menbaından fışkıran âb-ı hayatlardır. Onun için, insanlık âlemi 734 yıldan beri onun eteklerine sarılmış, bir kurtuluşun neşe ve müjdesini yaşamakta, yaşamaya çalışmaktadır. Bu aziz zâtlar, Hz. Allah’a, Hz. Peygamber Efendimiz’e (asm) giden nurânî köprülerdir. Her bir beyti hakkında, bırakın bir konferans veya bir makale, kitaplar yazılır. Bu parmaklar ve bu diller yorulur, fakat o ‘dıl’lar yorulmaz, üzülmez, onlar için her şey cennet-âsâ. İşte bunun en barizi, yedi beytidir.
“Şefkat-ü merhamette güneş gibi ol. Başkalarının kusurunu örtmekte gece gibi ol. Sehavet-ü cömertlikte akar su gibi ol. Hiddet-ü asabiyette ölü gibi ol. Tevazu-u mahviyette toprak gibi ol. Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol.”
Dil ile dıl diğer bir mânâda mülk ile melekût olarak geçmektedir, yani insan ve kâinat. İnsanın iç âlemi ve kâinatın sırlar âlemi. Bunlara bakış farklıdır, bakan gözler de farklıdır. Hz. Bediüzzaman da diyor ki: “Kalb, binlerce âlemin haritasıdır”3 Halk arasında “Filan adamın kalb gözü açıktır, o ehl-i kalbdir” gibi tabirler de kullanılır. İrşad metodunun da temel unsuru, “kalb ve gönlün” fethedilmesidir. Çeşmelerden sular aktığı gibi, gözlerden de yaşlar akar, gönül gözlerinin yaşları neden olmasın? Gönül gözyaşlarının erbaplarından biri Hz. Mevlânâ bitmiyor ve perdeler kapanmıyor. Yıllar biter, onlar bitmez, çünkü onlar “dıl” âlemimizde yaşıyor ve yaşayacaktır.
Dipnotlar:
1- Divan-ı Kebîr, Hz. Mevlânâ
2- Divan-ı Kebîr, Hz. Mevlânâ
3- Mektûbât, Hz. Bediüzzaman
14.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|