Bundan 36 sene evvel bugünlerde hayata vedâ eden Eşref Edib'in Üstad Bediüzzaman ve Nur talebeleri hakkındaki makalesinin son bölümünü takdim ediyoruz.
Said Nur Üniversitesi
...Nur imân ve irfân mektebi, zamanla, mekânla mukayyet (kayıtlı) değil. Hududu yok.
Bu mektebin yalnız bir kitabı var: Kur'ân.
Bütün ilhamları bu kitaptandır. Bu kitap, bitmez tükenmez bir hazinedir. Gelmiş, geçmiş ve gelecek bütün asırları doyurmaya bu hazine yeter.
Nur Risâleleri, bu hazinenin damlalarıdır.
Kalbinde imân ve irfânı olan her mü'min, bu mektebin talebesidir. Hiç kimseden izin almadan, hiçbir kayda tâbi olmadan bu mektebe girebilir.
Çünkü, bütün mü'minler, bu mektebin tabiî talebesidir.
Nur Risâleleri, birer derstir. Kişi onları isterse kendisi istinsah eder (çoğaltır), isterse hazır yazılmış veya basılmış olarak alır, okur, istifade eder.
Artık, o vicdanıyla, kalbiyle, ruhuyla başbaşadır. Arada hiç bir vasıta yoktur.
Nur Risâlelerinin müellifi (Bediüzzaman), yalnız bir "Üstad"dır. Dersini vermiştir. O kadar... Tıpkı, bir üniversite hocası gibi...
* * *
Üstad Said Nur, çok yüksek bir zekâ ve irfân sahibi idi. İmandan ibaret bir varlık...
O, mü'minler için bir imân ve irfân mektebine ihtiyaç duymuş. Kalpleri dalâlet eşkıyasının taarruzlarından koruyacak bir üniversite...
Bunu da, gönüller üzerinde kurmuş. Temelleri, dünya durdukça yıkılmasın, sapasağlam yaşasın diye...
Üstad, derslerini vermiş, kenara çekilmiş. Artık bu mektebi mü'minler kendi kendine idare etsinler, demiş.
Ne ücret, ne ünvan, ne pâye, ne heykel... Hiçbir şey istemiyor.
Vazifesini yapan bir muallim, bir profesör gibi, kalbi neş'e dolu olarak ecel–i mev'udunu bekledi; böylece, nihayet Hakk'a yürüdü.
İşte, Said Nur Mektebinin, Said Nur Üniversitesinin mahiyeti bence budur. Bunu anlamayan devr–i sâbık (geçmiş dikta devri), bundan ne kadar korktu, ne kadar heyecanlar geçirdi.
Bunu bertaraf etmek için ikinci bir Menemen bile ihdas etmeyi düşündü.
Buna bir "irtica" damgası vurmak için çok çalıştı. Fakat, muvaffak olamadı. Boş yere hem kendini zorladı, hem de bu mübarek zâtı türlü sıkıntılara, tazyiklere mâruz bıraktı. Zindanlarda ömrünü çürüttü. Hapishanelerde bile ihtilâttan (görüşmekten) men'etti.
Netice ne oldu?
Bir savcının tahminine göre, en az beş–altı yüz bin talebe Anadolu'nun her tarafına yayıldı.
Talebenin her biri işiyle, gücüyle, yahut dersiyle, tahsiliyle meşgul. Kànuna aykırı en ufak bir hareketleri yok.
Gönüller üzerine kurulan böyle bir irfân mektebinin kapanmasına imkân var mı?
GÜNÜN TARİHİ 19 Aralık 1925
Giresun'da ağır şapka cezaları
Giresun İstiklâl Mahkemesi, şapka aleyhtarı olma ve halkı şapka aleyhinde kışkırtma suçundan(!) Hafız Muharrem isimli zât hakkında vermiş olduğu idam kararı infaz edildi.
Kısa bir süre sonra Hafız Osman ve 4 Şubat 1926'da da, yine aynı dâvânın devamı olarak yargılanması tamamlanan İskilipli Âtıf Efendi ile Babaeski müftüsü Ali Rıza Efendi zulmen idam edildiler.
Şüphesiz ki, cezalar ve cezalılar bu kadarlıkla sınırlı değildi.
Giresun Şapka Dâvâsı sebebiyle, ayrıca Derviş Hüseyin isimli mazlûma 15 yıl ağır hapis cezası verilirken, daha pek çok vatandaşa da 5, 10 ve 15’er yıl hapis ve kürek cezası verildi. Kezâ, bunlardan ayrı, yirmiye yakın vatandaş da hiç sebepsiz yere iki yıl hapis yattı.
* * *
İskilipli Atıf Hoca, Şapka Kànunundan aylar–yıllar önce "Frenk Mukallitliği ve Şapka" isimli bir kitapçık neşretmişti.
Buna rağmen, yine de suçlu ilân edilip idam sehpasına gönderildi.
Benzer durumlar, ne yazık ki o dönemde Türkiye'nin hemen her yerinde yaşandı.
Bugün itibariyle, söz konusu kànun, aslında "kapı gibi" yerli yerinde duruyor. Ancak, bu kànuna uymak mecburiyetinde olan resmî memurlar dahi uymuyor, yani şapka takmıyor.
Ne kadar garip, tuhaf bir durum değil mi? Bundan 80 sene kadar evvel "Neden şapka giymiyor, neden karşı geliyor?" diye, binlerce vatandaşını en ağır şekilde cezalandıran devletin resmî memurları, bugün—yürürlükteki aynı kànuna rağmen—şapka giyme gereğini dahi duymuyor.
19.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|