Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 23 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İslam YAŞAR

Müslüman zamanları



“Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre dinden, ırktan, ananeden hayat alan bir zevkimiz olduğu gibi bu hayat üslubuna göre de saatlerimiz ve günlerimiz vardı.

Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları ve sonunu akşamın ışıkları tayin ederdi. Müslüman’ın mesut olduğu günler işte o günlerdi.”

İnsanla ve insanlardan teşekkül etmesi hasebiyle dinle, milletle, cemiyetle zaman arasındaki ilgiyi bu cümlelerde nazara vermiş Ahmed Haşim. Bunu yaparken de münhasıran Müslümanları örnek göstermiş.

Şair, ‘Müslüman Saati’ adlı yazısında her insanın, zamana kendine göre sıfatlar kazandırabileceğini anlatırken eskiden Müslümanların inançları ve yaşayışları ile bunu başardıklarını yazmış.

Gerçekten de insanın yaşarken diğer zamanlara nisbetle bazı zamanlarda kendini daha huzurlu hissettiği, şahsî kişiliğini ve dinî, içtimaî kimliğini bulduğu bir vakıa.

Aslında yalnız Müslümanlara has bir hususiyet değil bu hâl. Zamanın akışı içinde bütün insanlar, bazı zaman dilimlerine ve vakitlere kendilerince mânâlar yükleyip o zamanları kendilerine ait sıfatlarla tavsif etmeyi bir mutluk vesilesi sayarlar.

Nitekim dünyadaki her dinin, düşüncenin, milletin, fikir grubunun ve insan topluluğun, bazı tarihî hadiseler veya tabii hâller vesilesiyle kendine mâlettiği bir zamanı vardır.

Bir dinin, cemiyetin, milletin herhangi bir zamanı sahiplenmesi, başka bir dinin, milletin veya cemiyetin aynı zamana kendince mânâlar izafe edip o şekilde yaşamasına mani değildir.

Üstelik zaman geçip telakkiler farklılaştıkça bunlara yenileri eklenmekte ve Anneler Günü, Babalar Günü, Sakatlar Haftası, Zafer Ayı, Barış ve Hoşgörü Yılı gibi yeni günler, haftalar, aylar, yıllar eklenmektedir.

Tarih boyunca bütün dinler, milletler ve cemiyetler bazı zamanlara kendilerince mânâlar vererek inandıkları hakikatleri geleceğe ulaştırmaya çalıştıklarına göre bu bir hilkat hakikatidir.

Müslümanların, günün bazı vakitlerini, haftanın günlerini ve yılın aylarını münhasıran Müslümanlara mahsus zamanlar addetmeleri ve o zamanları mânevî ihtizazlar içinde yaşamaları da bu İlahî hakikatin neticesidir.

Zira, zamanın Müslüman’ı olmaz.

Ama Müslüman’ın zamanı olur.

***

Meselâ, fecir bir Müslüman zamanıdır.

Her insan fecir zamanını yaşar. O zamanı kimi uyuyarak geçirir, kişi uyanık. İş yapanlar da vardır, rehavet içinde olanlar veya hislerini fecir manzaralarının renkli büyüsüne kaptırıp kendinden geçenler de.

Müslümanlar içinse o vakit ibadet zamanıdır.

Peygamber Efendimizin (asm), o vakitte kılınan namaza hususî bir ehemmiyet vermesi, aynı ibadetin çok daha fazlası başka vakitte yapılsa da aynı neticeyi vermemesi, Müslümanların fecir zamanına uhrevî bir nazarla bakmalarına yetiyor.

Seher vaktinde kalkıp sabah namazlarını kılan mü’minlerin, namazın öncesinde ve sonrasında an be an değişen fecir manzaralarını temâşâ ederek ibadetlerini tefekkürle zenginleştirme imkanı bulmaları da o zamanda hissedilen feyzi arttırıyor.

Aynı zaman içinde günün başlangıcını yaşama, yer ve gök manzaralarını seyretme, tabiata hakim olan âhenkli sesleri dinleyip emsalsiz seher renklenişini seyretme şansı da bir başka cazibe vesilesidir.

Bir Müslüman, o vakti tabiatla baş başa geçiren bir insanın hissedebileceği bütün tenezzüh ve temâşâ zevkini almakla kalmaz, zamanını ibadetle geçirerek zevkini ebedîleştirme fırsatı da yakalar.

“Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin en güzel tecellilerindendir. Kubbe ve minareleri o alaca saatte görmemiş olan gözler, taşa en ilahî mânâyı veren o akılları hayrette bırakan mimariyi anlamış değillerdir. Esmer camiler, fecirden itibaren semavî bir altın ve semavî bir çini ile kaplanır ve İslâm ustalarının tamamlanmamış eserleri o saatte tamamlanır.”

Onun için şairin bu cümlelerle de dile getirdiği gibi fecir zamanı, sadece mü’minlerin o vakitte ibadet etmeleri açısından değil, camilerin Müslümanlarla dolup taşarak mânâlarının tamamlanması cihetiyle de tam bir Müslüman zamanıdır.

Lâkin bir Müslüman’ın, o zamanın hazzından ve zevkinden istifade edebilmesi için sadece Müslüman sıfatını taşıması yetmez. Hem İslâm dininin emirlerine uyarak, hem de beşerî hasselerini harekete geçirerek muttaki bir Müslüman olmanın şartlarını yerine getirmesi de gerekir.

Sabahleyin erkenden kalkan Müslüman, çeşitli sebeplerle aynı vakitte kalkan insanlardan farklı olarak namazını eda ederse, o zamana yaşayışıyla Müslüman sıfatını kazandırmış olur.

Bunu yapmadığı takdirde, kendisinin Müslüman sıfatı taşıması, istediği anda bütün beşerî latifelerini harekete geçirebilen zevk-i selim sahibi bir insan olması pek bir mânâ ifade etmez.

Elbette, bir günün içinde sadece fecir vakti değildir Müslüman zamanı. Fecrin yanı sıra öğle, ikindi, akşam, yatsı gibi günün sair inkılap vakitleri de aynı zamanda ibadet vakti olmaları hasebiyle birer Müslüman zamanıdır.

Hatta bir Müslüman, Sünnet-i Seniyeye uyarak duha, evvabin, teheccüd namazlarını kıldığı takdirde, o vakitlerin arasında geçen zamanları da kendi adına Müslüman zamanı hâline getirebilir.

Bu hassasiyeti ne kadar çok Müslüman taşır, yaşar ve vaktini ibadetle, zikirle, tefekkürle ihya etmeye çalışırsa; o zaman, mânen o kadar feyizli, bereketli, semereli geçer.

Bu da, o zamanı Müslüman zamanı addetmeye yeter.

***

Kurban Bayramı da bir Müslüman zamanıdır.

Bazı bölgelerde Hacılar Bayramı denir bu mübarek zamana, bazı yerlerde Tekbir Bayramı. Telaffuzu değişik, beklentisi farklı da olsa inanışı ve yaşanışı aynıdır.

Varlığını idrak eden her mü’min bir yıl boyu bu zamanı bekler.

Elbette en heyecanlı bekleyişi, bu bayramın ihsan edildiği mukaddes beldelere gidip dinî feraizini hakkıyla ifa ederek asıl mükafâtını âhirette göreceği ‘Hacı’ sıfatını kazanma idealiyle yollara düşen Müslümanlar yaşar.

Her ne kadar oraya gidenlerin yaşı kemale erenleri oralardan dönmemeyi dileseler de kendilerinin bile tam olarak anlayamadıkları sevinç ve hüzün arası garip bir hisle aile büyüklerini veya yakınlarını o ibadet mahallerine uğurlayanlar da onların yollarını gözlerler.

Ama bayram herkesin bayramıdır ve her yerde benzer bekleyişler yaşanır.

Kimi hayatının ilk bayram sevincini yaşama hevesiyle bekler bu zamanı, kimi son bayramı olabileceği endişesiyle, kimi de sevincine sevinç katıp yeni mutluluklar yaşamak ümidiyle.

Kiminin içinde hasret kaldığı simalara kavuşma beklentisi vardır, kiminin içinde gurbetin acısını dindirip vatana, sılaya, yuvaya, baba ocağına, eşin dostun, kavim kardeşin arasına dönerek uzun zamandır yürek yakan hicran ateşini söndürme çabası.

Hali vakti yerinde olan Müslümanlar besili bir kurban kesmeyi arzu ederken dağda sürü otlatan çobanlar, mandırada kurbanlık besleyen besiciler mallarının iyi para etmesini ve emeğinin zayi olmamasını isterler.

Kesilen kurbanların üçte birinin fakir fukaraya dağıtılması gerektiğinden, et lezzetini ancak bayramda dağıtılan paylardan nasibini alarak tatmayı ümit eden insan da az değildir.

Kurban Bayramı yaklaştıkça bu arzulara, isteklere; evlerdeki yemek, tatlı, şeker, kolonya hazırlıkları; bayramlık elbise, ayakkabı ve hediyelik eşya tedarikleri de eklenir.

Bu arada aile büyükleri hassaten dedeler, nineler; çocukları, torunları, yeğenleri sayıp onların arkadaşlarını da hesaba katarak bayram harçlıklarını ayırırlar.

Çocuklar da önceki bayramlarda aldıkları harçlıkları göz önünde bulundurarak kimin ne kadar bayram harçlığı vereceğini tahmin ederler ve o paralarla alacakları şeylerin hayalini kurarlar.

Şairin sözünü ettiği zamanlarda pek olmasa da son yıllarda bilhassa büyük şehirlerde kurulan bazı vakıflar, dernekler ve yardım kuruluşları; yapılan canlı bağışlardan, toplanan deri ve sakatatlardan mümkün olduğu kadar fazla pay almanın plânlarını yaparlar.

Aynen her sene yaptıkları gibi.

***

Yine öyle oldu.

Bu sene de bayram yaklaştıkça beklentiler belirlendi, hazırlıklar tamamlandı ve camilerde kılınan bayram namazları ile birlikte bayramlaşma heyecanı başladı.

“Bayram namazlarında âlem-i İslâmın zikir ve tesbihiyle zemin zelzele-i kübraya mazhar olup aktar u etrafıyla ‘Allah-u ekber’ deyip kıblesi olan Kâbe-i Mükerremenin samimi kalbiyle niyet edip Mekke ağzıyla, Cebel-i Arefe diliyle ‘Allah-u ekber’ diyerek o tek kelime etraf-ı arzdaki umum mü’minlerin mağara-misâl ağızlarındaki havada temessül ediyor. Bir tek Allah-u ekber kelimesinin aks-i sadasıyla hadsiz Allah-u ekber vuku bulduğu gibi o makul zikir ve tekbir semavâtı dahi çınlatıp berzah âlemlerine de teveccüh ederek sada veriyor.”

Bediüzzaman Said Nursi’nin, bu cümlelerle ifade ettiği müşahedelerinde de olduğu gibi Mukaddes Beldelerden yükselen muazzam tekbir sadalarına sair yerlerdeki mü’minlerin tekbirleri de eklenince Şeair-i İslâmiye hayatın işleyişine hakim oldu ve bir Müslüman zamanı daha tecelli etti.

Müslümanların ifa ettikleri ibadetler, dualar, niyazlar; getirdikleri tekbirler, tehliller, salât u selâmlar aynı zamanda sair varlıkların lisan-ı halleri ile yaptıkları ibadetlerle birlikte ‘berzah âlemlerine teveccüh ederek sada verdiğinden’ bayram yalnız Müslümanların değil, bütün mükevvenatın bayramı hâline geldi.

Bu mânevî şehrayin günlerce yaşandı.

İnsanların ekseriyeti, hassaten ‘Allah’ın rahmetinden ümidini kesmeyenler’ umduklarını buldular, beklediklerine kavuştular ve bir Kurban bayramını daha gönül huzuru ile yaşadılar.

Hatta inanmayanlar bile Allah’ın rahmetinin tecellilerinden istifade ettiler.

Ne var ki bazı insanlar, Müslüman saatinde İslâm’a uymayan hâllere şahit oldukça hayıflanan mezkur şairin “Çölde yolunu şaşıranlar gibi biz de şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz” sözleri ile dile getirdiği türden nâhoş hâller yaşadılar.

Son zamanlarda kurban kesen Mü’minlerin sayısı bir hayli arttı ama bayram âdâbına riayet ederek bu zamanı içtimaî kaynaşma vesilesi hâline getirenlerin sayısı azalmaya başladı.

Beşerî ve içtimaî zaafın tezahürü olan bu gibi hâller de Mü’minlerin, Müslüman zamanlarının içinde kaybolmasına ve o zamanların hududunun daralıp tesirinin azalmasına sebep oldu.

Halbuki, tam bir şeair-i İslâmiye olan bayramlar; Müslüman zamanlarının hududunun genişleyip tesirinin artması ve İslâm’ın hayata hakim olması için en güzel fırsattır.

Müslümanların, hâlisâne ibadetleriyle bütün zamanları Müslüman zamanı hâline getirmeleri duasıyla daha nice bayramlara...

23.12.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Kırmayalım, kırılmayalım



Asıl olan ne kırmak, ne de kırılmak... Ne incitmek, ne de incinmek... Ne darıltmak, ne de darılmak... Gel gör ki insanız işte... Kusurlarla, hatalarla âlûde bir yapımız var... Zaaflarımız var, vartalarımız var, yanlışlarımız var...

Bazen kuvve-i gadabiyemiz galebe çalıyor, öfkemizi gemlemekte zorlanıyoruz... Bazen yıpranmış sinirlerimize hâkim olamıyoruz... Bazen de kendimizden kaynaklanan sıkıntı ve streslerimizin sevkiyle çevremizdeki insanları kırıp döküyoruz...

Ne olursa olsun, insanları, hele de yakın dostları kırmanın, rencide etmenin mazereti olamaz, olmamalı. Hiç bir sebep, hiç bir gerekçe çevremizdeki insanları darıltacak, küstürecek söz, hâl ve hareketlerimize bir haklılık tanımaz, tanımamalı.

Hiç bir canlıyı, hiç bir insanı incitmemeli, kırmamalı; bizimle beraber ulvî bir dâvâya gönül veren insanları kat’a ve asla incitmemeli, kırmamalıyız. Bilerek veya bilmeyerek böyle bir duruma sebebiyet vermiş isek, derhal tamir etmeliyiz.

“Canım, böyle bir dâvâ içinde olan hiç küser mi, hiç kırılır mı?” demeye de hiç bir hakkımız olmamalı... Elbette bir büyük dâvâya baş koyanların gündeminde darılma küsme olmamalı. Böyle nazik bir zeminde, böyle ulvî ve ağır bir mânevî mesuliyeti yüklenenler asla darılıp kenara çekilmemeli. Birileri bizi kırıp incitmekle bir kusur işlemiş ise, biz de küsüp kat’-ı alâka etmekle ikinci ve daha büyük bir hata işlemiş oluruz. Haksız yere hakaretlere de uğrasak, izzet ve şerefimizle dahi oynanmış olsa, üstlenmiş olduğumuz bu şerefli dâvâmızın hatırı için olup bitenleri sineye çekmeye nefsimizi iknaya çalışmalıyız.

İsterseniz bu konuda Bediüzzaman’ın söylediklerine kulak verelim:

“Kardeşlerimden rica ederim ki: Sıkıntıdan veya ruh darlığından veya titizlikten, nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan arkadaşlardan sudûr eden fena ve çirkin sözleriyle birbirine küsmesinler ve ‘Haysiyetime dokundu’ demesinler. Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın. Bin haysiyetim olsa, kardeşlerimin mâbeynindeki muhabbet ve samimiyete feda ederim.”

Basit gibi görünen bu gibi problemleri ciddiye alan Bediüzzaman’ın, sözkonusu durumlardaki tavsiye ve yaklaşımı böyle olduğu halde, bazıları “Ne yapayım, benim yapım böyle” deyip kırıp dökmeyi alışkanlık haline getiriyorsa, bazıları da “Valla ben hiç kimsenin hakaretlerini sineye çekmek zorunda değilim” deyip nefsini feragate ikna edemiyorsa, elbette yapılacak bir şey yok.

Ama bilinmelidir ki, Nur mesleği aynı zamanda bir feragat ve fedakârlık mesleğidir. Uhuvvet, ihlâs, şefkat gibi hasletler de bu kudsî mesleğin vazgeçilmez esaslarıdır. Kardeşliği, ihlâsı, sevgiyi, merhameti kulak ardı ettiğimiz zaman Nur hizmetinden bahsedilemez.

Bunun için Bediüzzaman: “Mabeynimizdeki hakiki ve uhrevî uhuvvet, gücenmek ve tarafgirlik kaldırmaz” diyor. Ve bunun akabinde de “Madem ben size bütün kuvvetimle itimat edip bel bağlamışım ve sizin için, değil yalnız istirahatımı ve haysiyetimi ve şerefimi, belki sevinçle ruhumu da fedâ etmeye karar verdiğimi bilirsiniz, belki görüyorsunuz” diyerek bize bu konuda yol gösteriyor.

Bu meyanda Bediüzzaman’ın, nurun iki rüknünün arasında vuku bulan, bize göre ehemmiyeti olmayan basit nazlanmalara karşı; “Eyvah, eyvah, el-aman, el-aman. Ya erhamürrâhimîn, medet... Bizi muhafaza eyle, bizi insî ve cinnî şeytanların şerrinden kurtar, kardeşlerimin kalplerini birbirine tam sadakat ve muhabbet ve uhuvvet ve şefkatle doldur” diyerek feverân ettiğini görüyoruz.

“Eyvah, eyvah” diyerek feverân eden Bediüzzaman’ın, bu işi çok ciddiye almasındaki sebep nedir acaba?

Bu olaydan dolayı kalben ve ruhen ağladığını beyan eden Bediüzzaman, bundan sonraki ifadelerinde de; “Gerçi hadise pek cüz’î ve geçici ve küçük idi. Fakat saatimizin zembereğine ve gözümüzün hadekasına gelen bir saç, bir zerrecik dahi incitir” diyerek, kardeşler arasında bizce çok küçük, önemsiz gibi görünen nazlanmaların, sitemlerin, soğuklukların dahi yüklendiğimiz kudsî dâvâmıza zarar verebileceğini nazarlarımıza sunuyor.

Bediüzzaman’ın talebelerine yazdığı bu ve benzeri mektuplarda geçen ifadelerden anlıyoruz ki, kudsî bir dâvâ etrafında kenetlenen ve Nurlarla hizmeti gaye edinen insanlar için en önemli ve öncelikli vazife; ihlâs, uhuvvet ve tesanüdü muhafaza etmektir. Şefkat, sevgi ve kardeşliği rencide edecek söz, hâl ve hareketlerden sakınmaktır.

Yine bu nevî ifadelerden anlıyoruz ki, yüklendiğimiz dâvâ, mensubu bulunduğumuz ulvî hizmet ne kadar ağır, ne derece değerliyse, o derece de akamete girmeye müsait. Nazik ve muzır manileri olan yüce bir dâvâ.

Bu yüce dâvâyı el üstünde tutmaya ne dersiniz?

23.12.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İbadetlerle yaşadığımız manevî şoklama-2



İstanbul’dan Cemre Sağlam: “Neden kurban kesiyoruz? Kurban kesmenin yararları ve hikmetleri nelerdir?”

Her ibadetin ayrı bir cihetten bizi arındırdığını, bize günah işlemeyen değil, günahlardan arınabilen bir kulluk hali kazandırdığını dünkü yazımızda ifade etmiştik.

Bu gün arındırma açısından kurbanı ele alalım: Kurban kesmekle ibadet duygularımızı kırmızıya boyarız. Bayrağımız da şehitlerin kanıyla boyanmış değil mi? Şehitlerimiz de vatan yolunda Allah için kurban olmuş kimseler değil mi? Yeri geldiğinde biz de şehit olmaktan, Allah için kurban olmaktan şeref duymaz mıyız? Kanın ne esrarengiz bilgi, rahmet ve hayat deposu olduğunu, kandaki Allah’ın eşsiz büyüklüğünü ve azametini; kurban ibadetinde tecellisini gördüğümüz Kebir, Azim, Aziz, Celil, Muhyî, Mümît, Ahir, Alîm, Rahmân, Hayy, Kayyûm, Bâis, Muîd, Mükevvir, Muktedir, Gâlib, İlah, Kâbıd, Sâni, Metîn, Şehîd, Bâtın, Zü’l-Emân isimlerinin açtığı ışık ve aydınlık koridorda kavrarız. Öyle ya, kurbanın her bir hücresine, her bir kılına vaad edilen hasene, günahlardan arınma ve baki cismanî mükâfatlar ancak manevi bir şoklama ile elde edilebilir.

Zeyd bin Erkâm radiyallahü anh bildirmiştir: Ashab-ı Kiram (ra):

“Ya Resûlallah! Şu bayramda kesilen kurban nedir?” dediler.

Peygamber Efendimiz (asm):

“Babanız İbrahim’in sünnetidir.” Buyurdu.

Sahabîler:

“Peki, kurbanda bizim için ne sevap vardır?” diye sordular.

Allah Resulü (asm):

“Her kıla ve yüne karşılık bir hasene vardır. (Bir hasene en az on sevaptır.)” buyurdu.

Diğer yandan, Allah’ın emri ile ölen aslında ölmüş olmaz ki… Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin bildirdiğine göre, Fâtır-ı Hakîm, her bir canlı varlığın resm-i geçit nöbeti bittikten ve o resm-i geçitten hedeflenen netice alındıktan sonra merhametli bir tarzda ekseriyetle dünyadan bir nefret ve usandırmak hissi veriyor. İstirahate bir meyil ve başka âleme gitmeye bir şevk uyandırıyor. Ve hayat vazifesinden terhis edildikten sonra asıl vatanlarına dönmeye şevk içinde bir istek ihsan ediyor. Öte yandan vazife uğrunda, mücâhede içinde ve emirleri yolunda telef olan her ferde şehâdet rütbesi veriyor.

Nitekim bayramda Allah için boğazlanan bir hayvan da Allah’ın emri gereğince kurban edilmektedir. Bir hayvan için, Allah’ın emri uyarınca kurban olarak kesilmek ile bir kasabın bıçağı altında mezbahada et ve ticaret için kesilmek arasında elbette âhiret ve ebedî hayat açısından çok büyük bir mertebe farkı olacaktır. İşte, Kurban bayramında bir ibadet heybetiyle Allah için kesilen hayvanlar âhiretteki bu yüksek mertebeye ulaşmakta, manen şehâdet rütbesini kazanmakta, Sırat üstünden sahibiyle birlikte Allah’ın izniyle hızla geçerek cismanî Cennet hayatına ulaşmaktadır. Bu, elbette fani bir hayvan ve aciz bir insan için kendi başına ulaşılamayacak derecede büyük bir mükâfattır.

Demek, Allah’ın emrine teslim olarak amel eden, Allah’ın izniyle, ne dünyada, ne âhirette zayi etmemiştir, zayi olmamıştır, ziyana ve hüsrana uğramamıştır, uğramayacaktır, kaybetmemiştir, kaybetmeyecektir.

Allah tüm okuyucularımızın ve tüm âlem-i İslam’ın kurban ibadetlerini kabul buyursun! Âmin.

Dipnotlar:

1. İbn-i Mâce, Edâhâ, 3127

2. Sözler, s. 186

23.12.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Nimetler şükür ister



İnsan ne kadar büyük başarı elde ederse etsin, ne kadar çok ve büyük nimetlere kavuşursa kavuşsun, “Bütün bunlar Rabbimin fazlındandır, Onun ihsan ve ikramıdır” demeli ve şükretmelidir.

Karun’u tehlikeye götüren nokta sahip olduğu nimetleri Allah’tan değil, kendinden bilmesiydi. Oysa neye sahipsek Allah’a borçluyuz. Elimizle, gücümüzle, aklımızla, fikrimizle mi elde ettik sahip olduklarımızı? Elde ettiklerimiz de; elimiz, ayağımız, gözümüz, kulağımız, aklımız, fikrimiz de Allah’ın ikramları değil mi?

“Sen daha gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm” diyen ilim sahibi Âsaf göz yumup açıncaya kadar Belkıs’ın tahtını huzuruna getirdiğinde Hz. Süleyman, “Bu Rabbimin bir lütfudur. Şükür mü, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni imtihan ediyor. Kim şükrederse kendisi için şükretmiş olur. Kim nankörlük ederse, bilsin ki Rabbim ganî ve kerîmdir, kimsenin şükrüne muhtaç olmadığı gibi, sonsuz kerem ve lûtuf sahibidir”1 demişti.

Nimetler şükür içindir, şükür ister. Yine onca saltanata sahip olan Hz. Süleyman, karıncanın sözünü işittiğinde tebessüm etmiş “Ey Rabbim, bana, anne ve babama ihsan buyurduğun nimetlere şükretmeyi ve rızâna kavuşturacak işler yapmayı bana ilhâm et. Rahmetinle beni sâlih kullarının arasına kat” demişti.2

Doğu ve Batıyı fetheden, hükmünü herşeye geçiren Hz. Zülkarneyn, düşmanlara karşı o günün ilmî imkânlarından yararlanarak büyük bir set yapmış ve başarısını “Bu Rabbimden bir rahmet eseridir”3 diye Rabbinden bilmiş, şükür ve hamdetmişti.

Yüz binlerin ebedî hayatlarının kurtulmasına vesile olan büyük bir ilim ve iman hazinesi olan Risâle-i Nur Külliyatını bize armağan eden Bediüzzaman Hazretleri “Nefs-i emmâreme bir sille-i tedib” başlığı altında nefsi şöyle susturmuştu: “Eğer binler meyve veren incirin menşe-i olan küçücük bir çekirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün siyah kurucuk çubuğu bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu, hak bir dâvâ ise, senin dahi sana yüklenen nimetler için fahre, gurura, belki bir hakkın var.

“Halbuki, sen daim zemme müstehaksın. Zira o çekirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz’î ihtiyarın bulunmakla, o nimetlerin kıymetlerini fahrin ile tenkıs ediyorsun, gururunla tahrip ediyorsun ve küfranınla iptal ediyorsun ve temellükle [sahiplenmekle] gasb ediyorsun.

“Senin vazifen fahr değil şükürdür. Sana lâyık olan şöhret değil, tevazûdur, hacalettir. Senin hakkın medih değil istiğfardır, nedamettir. Senin kemalin hodbinlik değil hudabînliktedir…”4

Ne kadar önemli değil mi?

Dipnotlar:

1- Neml Sûresi: 40.

2- Neml Sûresi: 19.

3- Kehf Sûresi: 98.

4- Sözler, s. 209.

23.12.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

UNESCO 2018 Bediüzzaman yılı



Geleceğe yolculuk yaparken, aracın radyosundan; “Önümüzdeki yıl, Unesco tarafından Dünya Bediüzzman Yılı olarak kutlanacak.” haberini duyuyorum. Bütün dikkatim kilitleniyor.

“Şükür Allah’ım. Arkadaşlar başardı” diyerek sevinç çığlığı atıyorum. “Demek ki başvuru kabul edildi. Harik” diyorum ardından.

Dile kolay, tam on yıldır hazırlanıyorduk. Uzun bir yolculuk. Başvuru heyeti, Bediüzzman’a gönül vermiş Nur Talebelerinin ortak iradesiyle teşekkül etmişti.

Temsil adaletini bütün gruplar kendi içinde sağlamıştı. İş bölümü yapmışlardı. Ona göre yeterlilik şartlarını araştırmışlardı. Yoğun ve şevkli bir çalışmanın sonucunda elde edilmiş bir muvaffakiyetti.

Sadece Türkiye’nin talebi olmaktan çıkmıştı sonradan. Yirminin üstünde ülke, ev sahipliği için hazır olduklarını söylemişlerdi. İslâm dünyası Onu halkına anlatmak istiyordu. Avrupalılar da heyecan duymuştu. Bir İslâm âlimi olarak, İslâm dünyası ile kendileri arasında köprü görevi gördüğü için memnundular.

Bediüzzaman’ın Unesco’da kabulüne İskandinav ülkeleri çok sevinmişlerdi. Onların insanî yaşama endekslerine atıf yapan ifadelerine saygıyla mukabele etmek istiyorlardı.

Ruslar da istekliydiler. Ateizmin belini kıran ve Allah inancını insanlarına aşılayan fikirlerinden dolayı. Ayrıca Rusların masum çocuklarına savaş ortamlarında duyduğu şefkati de unutmamışlardı.

Avrupalılar arasında en büyük sahiplenme Almanlara düşmüştü. Çok mutluydular. Peygamberimize takdir hislerini belirten kurucuları Prens Bismark’tan sonra, Almanlara takdir duygusuyla “Bahtiyar Alman” ünvanını veren Bediüzzman’a saygı duyuyorlardı. Ülkelerinde yaşayan Nur Talebelerinden de bunu gözlemlemişlerdi. Geç kavramışlardı Bediüzzman sevgisini, ancak pekiştirmişlerdi.

Japonlar ise, mutluluklarını yansıtmayacak kadar ciddi olmalarına rağmen, sevinçleri yüzlerinden okunuyordu. Bediüzzaman’ın Kore Harbine giden öğrencisi rahmetli Bayram Yüksel’le Japonların şahsında onların başkomutanına ve kütüphanesine risale göndermesinin manevî hediyesini, hiç unutmuyorlardı.

Osmanlı’nın son döneminde “Kesb-i Medeniyette, Japonlara iktida etme” fikrindeki derinliği ve Japonya’yı kalkınma modeli olarak Müslüman topluma takdim etmesini, aklın ve kalbin buluşması olarak değerlendiriyorlardı. Japonlar da, ciddi anlamda destek vermişlerdi.

Mısırlılar, gözleri çakmak çakmak siyasî zekâ fışkıran bir kararlılıkla sahiplenmişlerdi Bediüzzaman yılını. “İslâmın zeki bir mahdumu” olduklarını Bediüzzman fısıldamıştı asra. Sonra Ezher’in kızkardeşini inşa etmek istemişti Doğu Anadoluya. Kardeşçesine birliğin harcını atmıştı Mısır’la.

Orta Asya’daki Türkî cumhuriyetler de ayakta alkışlamışlardı bu kararı. “İslâm’ın bahadır evlatları” olduklarını, bir gün hürriyetlerine kavuşacaklarını, yıllar önce Rus polisine, esaret altındayken Bediüzzman müjdelemişti. Onlara destek ve manevî kuvvet olmuştu tarih huzurunda.

Suudiler de çok duacıydı bu karara ve Kur’ân’dan ilham alan ve tefsirini, sadece Kur’ân üzerinden, ek kaynaklara başvurmadan yazan Bediüzzaman’a. Hassasiyetlerini en iyi anlayan Risale-i Nur’a müteşekkirdiler.

İran’lılar, yıllar yılı ehl-i sünnet geleneği ile olan ihtilaflarının bir kısmını Bediüzzaman’ın çözmesinden ve Hazreti Ali’nin şahsında Al-i Beyt hususiyetine lâyık idrakinden ve cevşeni yaygınlaştırmasından, fazlasıyla müstefid olmuşlardı.

İslâm dünyasına getirdiği meşveret, meşrutiyet ve hürriyet kavramları, Amerika’nın insanî zemininde müspet düşünenleri de memnun etmişti.

En çok, İslâm’ın “Müstaid veledi” dediği Pakistanlılar heyecanlanmıştı.

Çinliler bile, Yecüc ve Mecüc felâketi olan komünizm istilasından manen ve fikren insanlığı koruyan Risale-i Nur eserlerinden dolayı, Bediüzzman’ı öğrenmeye başlamışlardı.

Radyodaki programcısı, farklı ülkelere bağlanarak, konuyla ilgili muhabirleri üzerinden yukarıdaki gelişmeleri aktarıyordu.

2017’nin Mayıs’ında dinlediğim bu haber, derinleşen bir tebessümün ruhumu saran iç huzuruydu.

2018 yılı ilk programının, Bediüzzman Üniversite’nde yapılacağını söylemeyi de ihmal etmemişti sunucu. Programa, İslâm ülkelerinin tamamı temsilci gönderecekken, ayrıca 70 dünya ülkesinin de katılacağını duyurmuştu.

Son bir not daha iletmişti programcı: Nobel ödülünün yeni sahibi de Said Nursî idi. Komite o günlere denk gelen bir açıklamaya hazırlanıyordu.

Ve Türkiye, dünya tefekkür tarihinde, bir ilke ev sahipliği yapıyordu.

Bu müjdeyi hatırlatan muhterem Halil Uslu ve İslâm Yaşar’a teşekkür ediyorum.

Bu vesileyle vicdanı karib kılan Kurban Bayramının, İslâm Âlemi ve insanlık için huzur, istiklâliyet ve barış getirmesini temennî ediyorum.

Müjdeli bayramın, müjdeyi tahakkuk ettirmesi duâsıyla.

23.12.2007

E-Posta: [email protected].




Abdurrahman ŞEN

‘Bir destan adam’ı anabilmek!



Bugün Kurban Bayramı’nın son günü… Bu vesileyle bir kere daha mübarek bayramınızı kutlarken, bayramlarımızın anlamını gerçekten anlayabileceğimiz günlerin uzak olmamasını dilerim. Bayramınız kutlu, mutlu olsun efendim…

Kısmetse, İstiklal Marşı’mızın şairi merhum Mehmet Akif Ersoy’un vefatının 71’inci yılını hafta içinde idrak edeceğiz.

Malum… Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet seyrinde kimi yazarların, topluma giydirmek istedikleri “örnek insan” elbiselerine verdikleri simge isimler vardı... Halid Ziya’nın “Cemil’i”, Tevfik Fikret’in “Halûk’u” ve Mehmet Akif’in “Asım’ı” gibi... Nazım’ın “Memed”iyle, Necip Fazıl’ın “Mehmed”ini de ekleyebiliriz bu listeye!

Safahat’ı eline alıp okuyanların sayısının her geçen gün azaldığı, anlayanların ise daha da seyrekleştiği bir ortamda; “Asım gibi” olabilmek iyi de nasıl olacak bu? Boş meydanlarda ya da salonlarda yıllarca yapıldığı gibi “Asım’ın nesliyiz!” tarzında sloganlar atmak yeterli mi Akif merhumu anlayabilmek için?

Paralarımızın üzerine fotoğrafının basılması için bile yarım asra yakın beklenen millî şairimize, İstiklâl Marşı’mızın şairine karşı laftan öteye gitmeyen sevgi (!) saygımız (!) , -bundan 8-9 yıl önce- bir canlının kustuğu kiniyle birlikte galeyana tepki olarak galeyana gelir gibi olduydu... O helecanla bir şeyler söylendi ve kalındı... İlk defa o yıl geniş çaplı anma programları yapıldı! Sonra?

Oysa... Daha öncesinden bu güne kadar “Asım” eksenli tiyatro oyunları yazılmalı, sinema filmleri üretilmeli farklı farklı bakış açılarıyla belgeseller, filmler hatta TV dizileri çekilmeliydi…

Ama yapmadık, yapamadık…

Akif’in kim olduğunu tanıtmak denilince, “son derece dindar” bir insandı bölümüne öncelik ve ağırlık verilen kitap çalışmalarıyla demek ki bu kadar tanıtılabilmiş bu topluma Akif gibi bir abide şahsiyet, destan kişilik...

Burdur’da adına birkaç yıl önce bir üniversite açılmış olması, olsa olsa 84 yıllık bir eksikliğin giderilmesinden ibaret değil mi?

Sözün burasında bir gelişmeyi paylaşmak istiyorum sizlerle dostlar.

Önceki yıl küçük çaplı bir Mehmet Âkif kitabı derlemiştim. O çalışma üzerine gelen bir teklifi değerlendirerek, daha geniş çaplı bir derlemeyle “Bir Destan Adam- Mehmet Âkif Ersoy” isimli bir kitap çalışması daha yaptım. Kısmetse yeni yılda yayınlanacak olan bu kitabı hazırlarken, millî şairimizin hayatını anlatan bir film yapmak üzere karar verdim. Şu anda senaryo yazımıyla ilgili hazırlıklarım sürüyor… Kısmet olur ve de becerebilirsem, yazacağım senaryo istediğim/iz düzeyde olursa bu filmi çekeceğiz. Böylelikle, şikâyet yerine uygulayanlardan biri olacağım. Bu arada paralel bir çalışmayla bir de tiyatro metni yazabilir miyim diye de bakıyorum. Kısmet… Bu mesuliyetli işin altından kalkabilmem/iz için elbette öncelikle Allah’ın yardımına, sonra da sizlerin dualarına fazlasıyla muhtacız… Allah utandırmaz inşallah.

Evet…İsterseniz bu gün, aramızdan bedenen ayrılışının 71’inci yılında Akif merhumun bazı hususiyetlerine biraz bakalım da... Başlıkta hatırlattığım “Asım gibi...” olabilmek kolay mı görelim.

Her şeyden önce Akif; Nazım Hikmet’in bile “inanmış”lığını teslim ettiği bir fikir adamıydı... Hasretini çektiğimiz prensipler insanıydı...Günümüzün “omurgasız” insanlarıyla kıyaslamak bile kolay değil!Akif’in ahlâkını anlatırken Mithat Cemal bakın nasıl bir itirafta bulunuyor: “İlk tanıdığım zaman ona inanmadım: Bir insan bu kadar temiz olamazdı... Fena aktör, melek rolünü oynamaktan bir gün yorulacaktı. Gayri tabii bir faziletten yorulan yüzünü bir gün görecektim. Fakat 35 sene bugün gelmedi.”

Yine Mithat Cemal, Akif merhumun sükutlarını sınıflandırarak kişiliği hakkında bilgilendiriyor bizleri: “1) Bitmeyen sükut : Kendisine takdim edilen adamdan haz etmemişse. 2) Hakaret olan sükut: İnandığı şeylere uymayan bir sözün karşısında. 3) Sevimli sükut: Bir eserinizi okuduğunuz zamana. 4) İbadetli sükut: Bir musiki parçasını dinlerken. 5)Zekî sükut: Bir şey anlattığınız vakit. 6)İstiskal eden sükut:Birini çekiştiriyorsanız.7) Utanan sükut: Bilen bir tavırla, bilmediğimiz şeyleri anlatıyorsak.”

Siyasî ikbal uğruna atmadık takla bırakmayanlara, makam uğruna bütün geçmişini silip, yıllarca söyleyip savunduklarının tamamen tersini yapanlara alışmış bizler için şu olay ne anlam ifade edebilir ki günümüzde?

Hasan Basri Çantay anlatıyor: “ Bir gün Akif’i bazı arkadaşları Maarif vekili seçtirmeye kalktılar. Üstad işitmiş, kıyameti kopardı. Diyordu ki; - Ben kendimi ve evimi bile idare etmekten âcizim. Koskoca bir vekâleti nasıl yaparım? Üstüme düşerseniz meb’usluğu da atarım!”

O zamanlar mebusluktan 150-180 lira arası bir tahsisat alıyormuş Akif merhum. Yine Hasan Basri Çantay anlatıyor; “ Müthiş bir kış günündeyiz. Akif’i kır bir ceketle görüyoruz. Üşüyor. Hissettirmemeye çalışıyor. Tahkîk ettim; paltosunu evinin kapısına gelmiş çıplak bir fakire giydirmiş!”

Hâlâ “Asım gibi...” iddiasında olabilmek güzel de... Ne dersiniz? Müktesebatımız yeterli mi?

Akif merhumun ruhu şâd olsun.

DAVET: Öncelikle; 27 Aralık Perşembe günü saat 11.00’de Edirnekapı’daki kabri başında Eyüp Belediyesi tarafından milli şairimizin anılacağını hatırlatmak isterim.

Hatırlayacaksınız… Akif’in vefaat ettiği, Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’na çakılmış plâketin bir süredir yerinde olmadığından duyduğum üzüntüyü sizlerle paylaşmıştım. Beyoğlu Belediyesi konuyla ilgilendi. Sökülen plâketin yerine, -bir dizi program eşliğinde- yenisi asılacak.

Beyoğlu Belediye Başkanlığı tarafından açıklandığına göre, 27 Aralık 2007 Perşembe günü Mısır Apartmanı önünde düzenlenen “Mehmet Akif Ersoy’u Anma Programı” şöyle:

PROGRAM: 15:00 Bandonun Misafirleri Karşılaması (Marşlar)

15.15 Açılış

İstiklal Marşı

Sergi ve Program Küratörü Abdurrahman Şen’in bilgilendirme konuşması

Yazarlar Birliği Şeref Başkanı Mehmet Doğan’ın konuşmaları

Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan’ın konuşmaları

Mısır Apartmanı’na konulacak Mehmet Akif Ersoy plaketinin açılması

Toplu Fotoğraf

Mehmet Akif hakkında sergi broşürünün dağıtımı

Muammer Karaca’da yapılacak programın hatırlatılması

27 Aralık 2007 Perşembe: Muammer Karaca Salonu’nda Mehmet Akif Ersoy’u anma programı

19:30 Açılış – Sunuş

Sanatçı Atilla Yiğit’ten Mehmet Akif Şiiri (Piyano Eşliğinde)

Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan’ın konuşmaları

Yazarlar Birliği Şeref Başkanı Mehmet Doğan’ın Konferansı

(Konferans boyunca arada Sanatçı Atilla Yiğit’ten Mehmet Akif Şiirleri)

Sanatçı Atilla Yiğit ve Yazarlar Birliği Şeref Başkanı Mehmet Doğan’a çiçek ve plaket takdimi

23.12.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri