Bu işte onun hikâyesi:
‘Üç buçuk nazma gömülmüş koca bir ömr-ü heder’in, yani Mehmed Âkif’in.
Mehmed Âkif Ersoy, 1873 yılında Fatih’in Sarıgüzel Mahallesinde doğdu. Babası, Fatih Medresesi müderrislerinden Temiz lakaplı Tahir Efendi, annesi ise Buharalı Emine Şerife Hanımdır.
Şairin babası, daha çocukken hayatını ilme vakfetmişti. Hiçbir yardım ve himaye görmeden Arnavutluk’un İpek kasabasının Susişa köyünden kalkıp İstanbul’a gelmiş, çalışkanlığı, azmi ve iradesi sayesinde Fatih Medresesi müderrisliğine kadar yükselmişti.
O günün şartlarında yaşanan bütün zaruretlere ve mağduriyetlere rağmen temizliğe gösterdiği itina ile dikkat çektiği için ‘Temiz Tahir Efendi’ diye adlandırılmış, ismiyle ve ilmiyle âmil bir Müslümandı.
Annesi ise sağlam bünyeli, seciyeli, anlayışlı, tecrübeli, imanı kâmil, itikadı bütün ve muttaki bir mü’mindi. Beş vakit namazını ihmal etmeyen, ibadetten haz duyan, iyilik etmekten hoşlanan ince hisli, asil bir İslâm-Türk kadını.
İlk eğitime ve tahsile bu mükemmel aile içinde başlayan Âkif, dört yaşında Emir Buharî Mahalle Mektebine gönderildi. Ailesinden aldığı eğitim, mektepte takviye edilince hızla terakkî etti.
Kendisinin bu mısralarla tarif ve tasvir ettiği babası Tahir Efendi, oğlunun tahsil ve terbiyesi ile bizzat meşgul oldu. Okulda öğrendiklerini kontrol ederek hayatta lâzım olacak bütün dinî ve ilmî bilgileri öğretti.
Âkif’in, "Çok kelimeleri, çok kaideleri böyle gezerken babamdan öğrendim” diyerek de ifade ettiği gibi, babası hem onu gezdirdi, hem eğitti ve böylece sokakları bir mektep haline getirdi.
Mehmed Âkif’in böylesine mükemmel yetişmesinde mühim rol oynayan bir diğer faktör de içinde yaşadığı mahalledir. Zira Osmanlı, insan eğitiminin bu yönünü iyi bildiğinden, aile intizamı içinde bir mahalle nizamı kurmuştu.
Osmanlı medeniyetinde mahalle, mânevî açıdan olduğu kadar mîmarî yönden de çocuğun dürüst yetişmesini sağlayacak şekilde tanzim edilmişti. Genellikle çevresi çeşme, sebil, park ve bahçelerle süslenen sokaklar, ortasında büyük bir cami bulunan meydanlara açıldığından mahallenin her yerinden bir çeşmenin şırıltısını duymak, bir camiyi ve minarelerini görmek mümkündü.
Böyle bir yerde çocuk daha sokağa çıkar çıkmaz; oyunla beraber temizliği, itaatle birlikte ibadeti de öğrenir ve hayatı boyunca ruhunu bunlarla şekillendirirdi. Zaten eğitimin temeli olan aile, mahalle, okul bütünlüğü ancak bu şekilde temin edilebilirdi.
Onun için, her baba gibi Tahir Efendi de eğitimine çok önem verdiği oğlunu hiç endişe duymadan mahalleye bıraktı. Âkif de kimseden öğrenemeyeceği çok şeyi, bu içtimaî müessesenin intizamlı işleyişi sayesinde sokaklarda öğrendi.
Daha sonra mahalle mektebini ve Fatih Merkez Rüşdiyesini (ortaokul) bitiren Âkif’i annesi medreseye göndermek istiyordu. Fakat babası, ona medrese bilgilerini kendisi de öğretebileceğinden, oğlunun Mekteb-i Mülkiyenin idâdî (lise) kısmına gitmesini arzu ettiği halde Âkif’i meslek ve mektep seçiminde serbest bırakınca o da zamanın gözde mektebi olan mülkiyeyi seçti.
Orada da başarıyla tahsil hayatına devam eden Âkif, bir yandan güreş, yüzme gibi spor dalları ile ilgilenirken diğer yandan Arapça’yı, Farsça’yı, Fransızca’yı öğrendi ve o dillerde yazılan kitapları okumaya başladı.
"İlk okuduğum şiir kitabı Fuzulî’nin Leylâ ve Mecnun’u idi” sözleri ile de ifade ettiği gibi o yaşta kazandığı okuma zevki ona şiir gibi yepyeni bir meşguliyet sahası daha kazandırınca şiir yazma hevesine kapıldı.
Bu arada Mülkiye Mektebinin idâdî kısmını birincilikle bitirdikten sonra, aynı okulun yüksek kısmına giren Mehmed Âkif, daha büyümeden dal-budak salıp meyveye duran ağaçlar gibi birçok sahada birden başarıyla ilerlemeye hazırlanırken babası vefat etti.
1889 yılı yazında, Yakacık’ta kaldıkları günlerde meydana gelen bu vefat hadisesinin üzerinden daha bir yıl geçmeden yegâne mal varlıkları olan Sarıgüzel’deki evin de yanması, aileyi büsbütün sefaletin ve yalnızlığın içine itti.
Ailenin en büyük çocuğu olması hasebiyle ard arda gelen o felâketlerden sonra, yapılan yardımlarla kıt-kanaat geçinmeye çalışan ailenin bütün yükünü omuzlarında hisseden Âkif, Mülkiyeyi bıraktı ve yeni açıldığından iş imkânı fazla olan Halkalı Baytar Mektebine yatılı öğrenci olarak girdi.
Şiir ve spor dallarındaki çalışmalarına mektep hayatı boyunca devam eden Âkif, Baytar Mektebini de birincilikle bitirdikten sonra bir süre Rumeli’de, Anadolu’da, Arabistan’da vazife yaptı.
Âkif, 1894 yılında Tophane-i Âmire veznedarı Mehmed Emin Beyin kızı İsmet Hanımla evlendi. Bu izdivacın ilk yılında Cemile, ardından Feride ve Suad daha sonra da İbrahim Nedim, Emin ve Tahirî adlı çocukları dünyaya geldi.
Hayatı boyunca madde hırsına düşmemesine rağmen hizmet aşkı için birçok işi birden yapan Âkif, 1906 yılında Halkalı Ziraat Mektebinde hocalık yapmaya başladı. Daha sonra Çiftçilik Makinist Mektebinde de dersler verdi. 1908’de ise Darülfünun umumî edebiyat müderrisliğine tayin edildi.
O günlerde başlayan Arnavutluk İsyanına “Dedemin sürdüğü, can ektiği toprak gitti” diyerek feveran eden Âkif; Ziraat Nezaretindeki ve Darülfünundaki vazifelerinden istifa ederek çıkacak yeni isyanlara karşı milleti mukavemete hazırlamaya karar verdi.
Bu maksatla Mısır seyahâtine çıkan Akif, Teşkilât-ı Mahsusa’nın teşviki ile harekete geçti ve bilhassa Arapların Osmanlıya sadakatle sahip çıkıp Avrupa’ya mukavemet etmelerini sağlamaya çalıştı.
Ardından Alman İmparatoru Vilhelm’in dâveti üzerine oradaki Müslüman esirlerle görüşüp onlara gerçekleri anlatmak için Âkif, Şeyh Salih Şerif Tunusî ile birlikte 1914 yılında Almanya’ya gitti.
Âkif, Almanya’da ilk olarak İngilizlerle aynı safta Osmanlıya karşı çarpışırken esir düşen Hindistanlı ve Cezayirli Müslümanlarla görüştü. Onların ‘Hilâli kurtarmak’ vaadiyle kandırılıp cepheye sürüldüklerini söyleyerek pişmanlıklarını ifade etmeleri üzerine, “Bizim en büyük derdimiz cahil olmak. Bütün Müslüman âleminin başlıca musâbı bu âfet. Onu yenmedikçe hiçbir ciddî ve şerefli netice elde edilemez. Bence İslâmın büyüklerinin yapacağı tek şey, birer medeniyet ve irfan mücahidi hüviyeti içinde diyar diyar gezmek, irşad etmek” diyerek, memleket için yapılması gereken çalışmayı belirtti.
Âkif Almanya’dayken Çanakkale Savaşı devam ediyordu. Başka cephelerde de savaşın şiddeti Çanakkale’dekinden az değildi ama millet, bütün ümidini Çanakkale Savaşı’nın neticesine bağlamıştı.
Onun için hareketlenen hissiyatını tesellilerle teskin edemeyen Âkif, binlerce kilometre uzakta olmasına rağmen o anda savaşın işleyişini an be an seyrediyormuş gibi savaşan askerlerin heyecanını hissederek haykırdı:
“Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz;
Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz!
Değil mi sînede birdir vuran yürek… Yılmaz!
Cihan yıkılsa, emin ol, bu cephe sarsılmaz!”
Savaşın seyrini bu ruh hâli içinde takip eden Âkif, ‘Demek ki ölmüyoruz… Haydi arkadaşlar gidelim!’ diyerek Almanya’dan döndü ve karanlığı dağıtacak nuru kaynağından almak istercesine Hicaz’a gitti.
Mukaddes beldelere varınca ilk olarak milletin hasretli bekleyişini Resulâllahın (asm) huzurunda Allah’a arz etti. Daha sonra da, bir Sudanlının gönlünü gülzâra çeviren Peygamber sevgisinin, Müslümanların gönüllerini de güzelleştirmesi için duâ muhtevalı uzun manzumeler yazdı.
Memlekete dönünce, Ahmed Cevdet, Hafız İsmail Hakkı, Muhammed Hamdi, Mustafa Sabri, Bediüzzaman Said Nursî gibi devrin meşhur âlimlerinin üye olduğu Dârü’l Hikmeti’l-İslâmiye cemiyetine başkâtip olarak tayin edildi.
Sorulan sorulara veya yapılan tarizlere Dârü’l Hikmetin ulema heyeti cevap verdiği için o da değişik yorum ve değerlendirmelerle Müslümanların İslâm dinini doğru bir şekilde yaşamalarına zemin hazırlayan Said Halim Paşanın ‘İslâmlaşmak’ eserini Fransızca aslından Türkçe’ye tercüme etti.
Ne var ki, gönüllere ekilen bu iman ve fikir fidanları daha gün yüzü görmeden mütareke kara bir kâbus gibi bütün memleket ufuklarını kapattı. Nur şeklinde tecelli etmesi beklenen o ümit ışığı o kara günlerin tesiriyle gönüllere çekilince memleket tekrar yeni bir telâş ve şaşkınlığın içine düştü.
Düşünce dünyasında en çok semâvî cisimlere yer veren Âkif, bu karanlık kaynaşmada nazarını yine semâya çevirdi ve kutup yıldızına bakarak yönünü tayin etmek istercesine, Anadolu’da başlayacak bir mukavemet hareketine katılmaya karar verdi.
Bu sırada İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali ve katliâmlara girişilmesi üzerine Ayvalık ve Karasi taraflarında başlayan millî mukavemet hareketi, gönüllere çekilen ümit ışığının tekrar alevlendirdi.
Bunun üzerine Mehmed Âkif hemen Balıkesir’e giderek Zağanos Paşa Camiinde çok heyecanlı bir hutbe verdi. Hutbeyi halkın büyük bir ilgiyle dinlemesi üzerine başka yerlerde de çeşitli konuşmalar yaparak halkın heyecanına doğru bir istikamet vermeye çalıştı.
Daha sonra İstanbul’a döndü ama Balıkesir’de yaptığı konuşmalar ve yazdığı yazılar dikkatleri üzerine çekince orada rahat hareket etme imkânı kalmadığını anlayıp Anadolu’da başlayan millî mücadele hareketine katılmaya karar verdi.
Zamanın şartları içinde gazete ve dergilerin çok tesirli bir silâh olduğunu gören Âkif, maddî mânevî her türlü zorluğa göğüs gererek, imanın sesini basın yoluyla duyurmak için önce Kastamonu’ya geldi ve Eşref Edip’le beraber ‘Sebilürreşad’ gazetesini orada çıkarmaya başladı.
Orada yayınlanan yazılar camilerde, okullarda, kışlalarda tekrar tekrar okunarak milyonlarca vatan evlâdına duyuruldu ve sıcak bedenlere kızgın kurşunlar veya soğuk süngüler girmeden, imanın alevlendirdiği idraklere ümit ışığı girdi.
Milletin bu ümitle harekete geçmesi neticesinde önce Antep ‘gazi’ oldu, Maraş ‘kahraman’lıklar kazandı, Adıyaman ‘yaman’ sıfatını alırken Urfa ‘şan’ını korudu. Ardından da bütün Anadolu şahlanarak vatanını, dinini ve namusunu kurtarmak için ant içti.
Zamanın küçük bir gazetesi olarak bilinmesine rağmen, ‘Sebilürreşad’ın yaydığı bu iman ve heyecan dalgaları, âdeta içli bir yalvarış hâlinde vatan sathında yayılmaya başladı.
“O nuru gönder, İlâhî, asırlar oldu, yeter!
Bunaldı milletin âfâkı, bir sabah ister.
O ruhu ver ki, İlâhî, kıyam edip dininin
Zemine feyzini yaysın hayat-ı mazînin!”
30.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|