“De ki: Allah’ın kulları için yarattığı giyecekler ile hoş ve temiz rızıkları kim haram etti? De ki: Bu nimetler dünya hayatında iman edenler içindir; kâfirler de o arada istifade ederler. Kıyamet gününde ise onlar sadece mü’minlere mahsustur.”
Rabbimiz, A’raf Sûresi’nin 32. âyetinde böyle buyuruyor.
Demek ahiret nimet ve ziynetlerini olduğu gibi, dünya nimetlerini de Cenâb-ı Hak bizler için hazırlamış. Öyleyse bu nimetlerden gereği gibi faydalanmaya hiç bir engel yok. Üstadın dikkat çektiği gibi, herkes için terakkî dünyası olsun da bizim için tedennî dünyası mı olsun bu dünya? Madem herşey emrimize verilmiş; gerektiği gibi veya yeteri kadarınca faydalanamıyorsak suç kimin?
Müslümanlar bu ve buna benzer âyet ve hadisleri gerektiği gibi anladığı ve uyguladığı müddetçe sürekli önde olmuşlar ve bu üstünlüğü asırlarca devam ettirmişlerdir. Özellikle bir kaç asırdır iş tersine dönmüş, çeşitli sebeplerle geri kalmışız.
“Eskiden İslâmlar zengin, onlar fakir idiler. Şimdi ise hüküm tersine döndü. Hikmeti nedir?” diye sormuşlar Üstada da. Üstad ise, iki noktada cevaplamış bu soruyu.1 Biri İslâmın çalışmaya teşvik eden hakikatlerinin yanlış anlaşılması. İkincisi de tabiî, meşrû ve hareketli bir yol olan san'at, ziraat ve ticaret hayatının ölmesi ve aslında hamiyet ve hizmete vesile olması gereken, fakat tenbelliğe de sevk edebilen, gururu okşayabilen memuriyetin ağırlık kazanması.
Oysa Allah, “İnsan için çalışmaktan başka birşey yoktur”; Peygamberimiz de (asm), “Çalışan, Allah’ın en sevgili kuludur” buyurmuşlar.2
Bunlar çalışmaya teşvik eden çok önemli hakikatler iken ne var ki bir kısım telkinlerle bu eğilim kırıldı, bu şevk söndü. İ’lâ-yı Kelimetullahın bu zamanda maddeten terakkîye bağlı olduğu bilinemedi. “Dünya ahiretin tarlasıdır” hadis-i şerifinin kıymeti takdir edilemedi. Geçmiş çağlarla çağımız ihtiyaç ve gereklerinin farklılıkları anlaşılamadı. Üretim için çalışma gerekirken, elde edilenlerle yetinmek şeklinde kanaat yanlış anlaşıldı. Halbu ki, mevcutla yetinmek dûnhimmetlik, yani gayretsizlikti. Asıl kanaat, çalışıp çabaladıktan sonra sonuca rıza göstermek, neticeden memnun olmaktı.
Birbirinden dağlar kadar uzak olan tembellik anlamındaki yanlış bir tevekkül anlayışı, sebeplere sarılıp sonucu Allah’a bırakmak anlamına gelen gerçek tevekkülün yerini aldı. “Ümmetim! Ümmetim!” hitabına lâyık ümmet gerçeği anlaşılamadı. “İnsanların en hayırlısı insanlara en çok faydası dokunandır”3 hakikatinin de sırrına varılamadı.
İşte bu gerçekleri anlayamayan bazı adam ve vaizler çalışma meylini kırıp şevki de söndürdüler. Bundan dolayı da geri kaldık.
Dipnotlar: 1- Münâzârât, s. 76-78 2- Necm Sûresi: 39 3- Keşfü’l-Hafa, 1:412
30.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|