|
|
İslam YAŞAR |
‘Bir ömr-ü heder’in hikâyesi (1) |
|
Bu işte onun hikâyesi:
‘Üç buçuk nazma gömülmüş koca bir ömr-ü heder’in, yani Mehmed Âkif’in.
Mehmed Âkif Ersoy, 1873 yılında Fatih’in Sarıgüzel Mahallesinde doğdu. Babası, Fatih Medresesi müderrislerinden Temiz lakaplı Tahir Efendi, annesi ise Buharalı Emine Şerife Hanımdır.
Şairin babası, daha çocukken hayatını ilme vakfetmişti. Hiçbir yardım ve himaye görmeden Arnavutluk’un İpek kasabasının Susişa köyünden kalkıp İstanbul’a gelmiş, çalışkanlığı, azmi ve iradesi sayesinde Fatih Medresesi müderrisliğine kadar yükselmişti.
O günün şartlarında yaşanan bütün zaruretlere ve mağduriyetlere rağmen temizliğe gösterdiği itina ile dikkat çektiği için ‘Temiz Tahir Efendi’ diye adlandırılmış, ismiyle ve ilmiyle âmil bir Müslümandı.
Annesi ise sağlam bünyeli, seciyeli, anlayışlı, tecrübeli, imanı kâmil, itikadı bütün ve muttaki bir mü’mindi. Beş vakit namazını ihmal etmeyen, ibadetten haz duyan, iyilik etmekten hoşlanan ince hisli, asil bir İslâm-Türk kadını.
İlk eğitime ve tahsile bu mükemmel aile içinde başlayan Âkif, dört yaşında Emir Buharî Mahalle Mektebine gönderildi. Ailesinden aldığı eğitim, mektepte takviye edilince hızla terakkî etti.
Kendisinin bu mısralarla tarif ve tasvir ettiği babası Tahir Efendi, oğlunun tahsil ve terbiyesi ile bizzat meşgul oldu. Okulda öğrendiklerini kontrol ederek hayatta lâzım olacak bütün dinî ve ilmî bilgileri öğretti.
Âkif’in, "Çok kelimeleri, çok kaideleri böyle gezerken babamdan öğrendim” diyerek de ifade ettiği gibi, babası hem onu gezdirdi, hem eğitti ve böylece sokakları bir mektep haline getirdi.
Mehmed Âkif’in böylesine mükemmel yetişmesinde mühim rol oynayan bir diğer faktör de içinde yaşadığı mahalledir. Zira Osmanlı, insan eğitiminin bu yönünü iyi bildiğinden, aile intizamı içinde bir mahalle nizamı kurmuştu.
Osmanlı medeniyetinde mahalle, mânevî açıdan olduğu kadar mîmarî yönden de çocuğun dürüst yetişmesini sağlayacak şekilde tanzim edilmişti. Genellikle çevresi çeşme, sebil, park ve bahçelerle süslenen sokaklar, ortasında büyük bir cami bulunan meydanlara açıldığından mahallenin her yerinden bir çeşmenin şırıltısını duymak, bir camiyi ve minarelerini görmek mümkündü.
Böyle bir yerde çocuk daha sokağa çıkar çıkmaz; oyunla beraber temizliği, itaatle birlikte ibadeti de öğrenir ve hayatı boyunca ruhunu bunlarla şekillendirirdi. Zaten eğitimin temeli olan aile, mahalle, okul bütünlüğü ancak bu şekilde temin edilebilirdi.
Onun için, her baba gibi Tahir Efendi de eğitimine çok önem verdiği oğlunu hiç endişe duymadan mahalleye bıraktı. Âkif de kimseden öğrenemeyeceği çok şeyi, bu içtimaî müessesenin intizamlı işleyişi sayesinde sokaklarda öğrendi.
Daha sonra mahalle mektebini ve Fatih Merkez Rüşdiyesini (ortaokul) bitiren Âkif’i annesi medreseye göndermek istiyordu. Fakat babası, ona medrese bilgilerini kendisi de öğretebileceğinden, oğlunun Mekteb-i Mülkiyenin idâdî (lise) kısmına gitmesini arzu ettiği halde Âkif’i meslek ve mektep seçiminde serbest bırakınca o da zamanın gözde mektebi olan mülkiyeyi seçti.
Orada da başarıyla tahsil hayatına devam eden Âkif, bir yandan güreş, yüzme gibi spor dalları ile ilgilenirken diğer yandan Arapça’yı, Farsça’yı, Fransızca’yı öğrendi ve o dillerde yazılan kitapları okumaya başladı.
"İlk okuduğum şiir kitabı Fuzulî’nin Leylâ ve Mecnun’u idi” sözleri ile de ifade ettiği gibi o yaşta kazandığı okuma zevki ona şiir gibi yepyeni bir meşguliyet sahası daha kazandırınca şiir yazma hevesine kapıldı.
Bu arada Mülkiye Mektebinin idâdî kısmını birincilikle bitirdikten sonra, aynı okulun yüksek kısmına giren Mehmed Âkif, daha büyümeden dal-budak salıp meyveye duran ağaçlar gibi birçok sahada birden başarıyla ilerlemeye hazırlanırken babası vefat etti.
1889 yılı yazında, Yakacık’ta kaldıkları günlerde meydana gelen bu vefat hadisesinin üzerinden daha bir yıl geçmeden yegâne mal varlıkları olan Sarıgüzel’deki evin de yanması, aileyi büsbütün sefaletin ve yalnızlığın içine itti.
Ailenin en büyük çocuğu olması hasebiyle ard arda gelen o felâketlerden sonra, yapılan yardımlarla kıt-kanaat geçinmeye çalışan ailenin bütün yükünü omuzlarında hisseden Âkif, Mülkiyeyi bıraktı ve yeni açıldığından iş imkânı fazla olan Halkalı Baytar Mektebine yatılı öğrenci olarak girdi.
Şiir ve spor dallarındaki çalışmalarına mektep hayatı boyunca devam eden Âkif, Baytar Mektebini de birincilikle bitirdikten sonra bir süre Rumeli’de, Anadolu’da, Arabistan’da vazife yaptı.
Âkif, 1894 yılında Tophane-i Âmire veznedarı Mehmed Emin Beyin kızı İsmet Hanımla evlendi. Bu izdivacın ilk yılında Cemile, ardından Feride ve Suad daha sonra da İbrahim Nedim, Emin ve Tahirî adlı çocukları dünyaya geldi.
Hayatı boyunca madde hırsına düşmemesine rağmen hizmet aşkı için birçok işi birden yapan Âkif, 1906 yılında Halkalı Ziraat Mektebinde hocalık yapmaya başladı. Daha sonra Çiftçilik Makinist Mektebinde de dersler verdi. 1908’de ise Darülfünun umumî edebiyat müderrisliğine tayin edildi.
O günlerde başlayan Arnavutluk İsyanına “Dedemin sürdüğü, can ektiği toprak gitti” diyerek feveran eden Âkif; Ziraat Nezaretindeki ve Darülfünundaki vazifelerinden istifa ederek çıkacak yeni isyanlara karşı milleti mukavemete hazırlamaya karar verdi.
Bu maksatla Mısır seyahâtine çıkan Akif, Teşkilât-ı Mahsusa’nın teşviki ile harekete geçti ve bilhassa Arapların Osmanlıya sadakatle sahip çıkıp Avrupa’ya mukavemet etmelerini sağlamaya çalıştı.
Ardından Alman İmparatoru Vilhelm’in dâveti üzerine oradaki Müslüman esirlerle görüşüp onlara gerçekleri anlatmak için Âkif, Şeyh Salih Şerif Tunusî ile birlikte 1914 yılında Almanya’ya gitti.
Âkif, Almanya’da ilk olarak İngilizlerle aynı safta Osmanlıya karşı çarpışırken esir düşen Hindistanlı ve Cezayirli Müslümanlarla görüştü. Onların ‘Hilâli kurtarmak’ vaadiyle kandırılıp cepheye sürüldüklerini söyleyerek pişmanlıklarını ifade etmeleri üzerine, “Bizim en büyük derdimiz cahil olmak. Bütün Müslüman âleminin başlıca musâbı bu âfet. Onu yenmedikçe hiçbir ciddî ve şerefli netice elde edilemez. Bence İslâmın büyüklerinin yapacağı tek şey, birer medeniyet ve irfan mücahidi hüviyeti içinde diyar diyar gezmek, irşad etmek” diyerek, memleket için yapılması gereken çalışmayı belirtti.
Âkif Almanya’dayken Çanakkale Savaşı devam ediyordu. Başka cephelerde de savaşın şiddeti Çanakkale’dekinden az değildi ama millet, bütün ümidini Çanakkale Savaşı’nın neticesine bağlamıştı.
Onun için hareketlenen hissiyatını tesellilerle teskin edemeyen Âkif, binlerce kilometre uzakta olmasına rağmen o anda savaşın işleyişini an be an seyrediyormuş gibi savaşan askerlerin heyecanını hissederek haykırdı:
“Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz;
Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz!
Değil mi sînede birdir vuran yürek… Yılmaz!
Cihan yıkılsa, emin ol, bu cephe sarsılmaz!”
Savaşın seyrini bu ruh hâli içinde takip eden Âkif, ‘Demek ki ölmüyoruz… Haydi arkadaşlar gidelim!’ diyerek Almanya’dan döndü ve karanlığı dağıtacak nuru kaynağından almak istercesine Hicaz’a gitti.
Mukaddes beldelere varınca ilk olarak milletin hasretli bekleyişini Resulâllahın (asm) huzurunda Allah’a arz etti. Daha sonra da, bir Sudanlının gönlünü gülzâra çeviren Peygamber sevgisinin, Müslümanların gönüllerini de güzelleştirmesi için duâ muhtevalı uzun manzumeler yazdı.
Memlekete dönünce, Ahmed Cevdet, Hafız İsmail Hakkı, Muhammed Hamdi, Mustafa Sabri, Bediüzzaman Said Nursî gibi devrin meşhur âlimlerinin üye olduğu Dârü’l Hikmeti’l-İslâmiye cemiyetine başkâtip olarak tayin edildi.
Sorulan sorulara veya yapılan tarizlere Dârü’l Hikmetin ulema heyeti cevap verdiği için o da değişik yorum ve değerlendirmelerle Müslümanların İslâm dinini doğru bir şekilde yaşamalarına zemin hazırlayan Said Halim Paşanın ‘İslâmlaşmak’ eserini Fransızca aslından Türkçe’ye tercüme etti.
Ne var ki, gönüllere ekilen bu iman ve fikir fidanları daha gün yüzü görmeden mütareke kara bir kâbus gibi bütün memleket ufuklarını kapattı. Nur şeklinde tecelli etmesi beklenen o ümit ışığı o kara günlerin tesiriyle gönüllere çekilince memleket tekrar yeni bir telâş ve şaşkınlığın içine düştü.
Düşünce dünyasında en çok semâvî cisimlere yer veren Âkif, bu karanlık kaynaşmada nazarını yine semâya çevirdi ve kutup yıldızına bakarak yönünü tayin etmek istercesine, Anadolu’da başlayacak bir mukavemet hareketine katılmaya karar verdi.
Bu sırada İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali ve katliâmlara girişilmesi üzerine Ayvalık ve Karasi taraflarında başlayan millî mukavemet hareketi, gönüllere çekilen ümit ışığının tekrar alevlendirdi.
Bunun üzerine Mehmed Âkif hemen Balıkesir’e giderek Zağanos Paşa Camiinde çok heyecanlı bir hutbe verdi. Hutbeyi halkın büyük bir ilgiyle dinlemesi üzerine başka yerlerde de çeşitli konuşmalar yaparak halkın heyecanına doğru bir istikamet vermeye çalıştı.
Daha sonra İstanbul’a döndü ama Balıkesir’de yaptığı konuşmalar ve yazdığı yazılar dikkatleri üzerine çekince orada rahat hareket etme imkânı kalmadığını anlayıp Anadolu’da başlayan millî mücadele hareketine katılmaya karar verdi.
Zamanın şartları içinde gazete ve dergilerin çok tesirli bir silâh olduğunu gören Âkif, maddî mânevî her türlü zorluğa göğüs gererek, imanın sesini basın yoluyla duyurmak için önce Kastamonu’ya geldi ve Eşref Edip’le beraber ‘Sebilürreşad’ gazetesini orada çıkarmaya başladı.
Orada yayınlanan yazılar camilerde, okullarda, kışlalarda tekrar tekrar okunarak milyonlarca vatan evlâdına duyuruldu ve sıcak bedenlere kızgın kurşunlar veya soğuk süngüler girmeden, imanın alevlendirdiği idraklere ümit ışığı girdi.
Milletin bu ümitle harekete geçmesi neticesinde önce Antep ‘gazi’ oldu, Maraş ‘kahraman’lıklar kazandı, Adıyaman ‘yaman’ sıfatını alırken Urfa ‘şan’ını korudu. Ardından da bütün Anadolu şahlanarak vatanını, dinini ve namusunu kurtarmak için ant içti.
Zamanın küçük bir gazetesi olarak bilinmesine rağmen, ‘Sebilürreşad’ın yaydığı bu iman ve heyecan dalgaları, âdeta içli bir yalvarış hâlinde vatan sathında yayılmaya başladı.
“O nuru gönder, İlâhî, asırlar oldu, yeter!
Bunaldı milletin âfâkı, bir sabah ister.
O ruhu ver ki, İlâhî, kıyam edip dininin
Zemine feyzini yaysın hayat-ı mazînin!”
30.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Niye geri kaldık? |
|
“De ki: Allah’ın kulları için yarattığı giyecekler ile hoş ve temiz rızıkları kim haram etti? De ki: Bu nimetler dünya hayatında iman edenler içindir; kâfirler de o arada istifade ederler. Kıyamet gününde ise onlar sadece mü’minlere mahsustur.”
Rabbimiz, A’raf Sûresi’nin 32. âyetinde böyle buyuruyor.
Demek ahiret nimet ve ziynetlerini olduğu gibi, dünya nimetlerini de Cenâb-ı Hak bizler için hazırlamış. Öyleyse bu nimetlerden gereği gibi faydalanmaya hiç bir engel yok. Üstadın dikkat çektiği gibi, herkes için terakkî dünyası olsun da bizim için tedennî dünyası mı olsun bu dünya? Madem herşey emrimize verilmiş; gerektiği gibi veya yeteri kadarınca faydalanamıyorsak suç kimin?
Müslümanlar bu ve buna benzer âyet ve hadisleri gerektiği gibi anladığı ve uyguladığı müddetçe sürekli önde olmuşlar ve bu üstünlüğü asırlarca devam ettirmişlerdir. Özellikle bir kaç asırdır iş tersine dönmüş, çeşitli sebeplerle geri kalmışız.
“Eskiden İslâmlar zengin, onlar fakir idiler. Şimdi ise hüküm tersine döndü. Hikmeti nedir?” diye sormuşlar Üstada da. Üstad ise, iki noktada cevaplamış bu soruyu.1 Biri İslâmın çalışmaya teşvik eden hakikatlerinin yanlış anlaşılması. İkincisi de tabiî, meşrû ve hareketli bir yol olan san'at, ziraat ve ticaret hayatının ölmesi ve aslında hamiyet ve hizmete vesile olması gereken, fakat tenbelliğe de sevk edebilen, gururu okşayabilen memuriyetin ağırlık kazanması.
Oysa Allah, “İnsan için çalışmaktan başka birşey yoktur”; Peygamberimiz de (asm), “Çalışan, Allah’ın en sevgili kuludur” buyurmuşlar.2
Bunlar çalışmaya teşvik eden çok önemli hakikatler iken ne var ki bir kısım telkinlerle bu eğilim kırıldı, bu şevk söndü. İ’lâ-yı Kelimetullahın bu zamanda maddeten terakkîye bağlı olduğu bilinemedi. “Dünya ahiretin tarlasıdır” hadis-i şerifinin kıymeti takdir edilemedi. Geçmiş çağlarla çağımız ihtiyaç ve gereklerinin farklılıkları anlaşılamadı. Üretim için çalışma gerekirken, elde edilenlerle yetinmek şeklinde kanaat yanlış anlaşıldı. Halbu ki, mevcutla yetinmek dûnhimmetlik, yani gayretsizlikti. Asıl kanaat, çalışıp çabaladıktan sonra sonuca rıza göstermek, neticeden memnun olmaktı.
Birbirinden dağlar kadar uzak olan tembellik anlamındaki yanlış bir tevekkül anlayışı, sebeplere sarılıp sonucu Allah’a bırakmak anlamına gelen gerçek tevekkülün yerini aldı. “Ümmetim! Ümmetim!” hitabına lâyık ümmet gerçeği anlaşılamadı. “İnsanların en hayırlısı insanlara en çok faydası dokunandır”3 hakikatinin de sırrına varılamadı.
İşte bu gerçekleri anlayamayan bazı adam ve vaizler çalışma meylini kırıp şevki de söndürdüler. Bundan dolayı da geri kaldık.
Dipnotlar: 1- Münâzârât, s. 76-78 2- Necm Sûresi: 39 3- Keşfü’l-Hafa, 1:412
30.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Demokrasi deyince |
|
Demokrasi deyince hep aklımıza dört-beş yılda bir sandık başına gidip oyumuzu kullanmak geliyor. Böyle yapmakla insan olarak veya vatandaş olarak bütün yükümlülüklerimizi yerine getirmiş olduğumuzu zannediyoruz.
Demokrasinin ülke veya belde idarecilerini seçmekten ibaret olmanın ötesinde bir şey olmadığını zannettiğimizdendir ki, günlük hayatımızın diğer safhalarında demokrasiyle ilgili kaide ve kurallar ya aklımıza gelmiyor ya da uygulamada bunları pek dikkate almıyoruz çoğu zaman.
Böyle bir yanlış anlayışın sonucu olarak, çoğu zaman normal vatandaşlık haklarımızın neler olduğunu bilemiyoruz, bilsek dahi bu haklarımızı korumada gerekli olan gayret ve cesareti gösterme noktasında adeta bir acz içinde oluyoruz.
Söz gelimi herhangi bir işimizin takibi için gittiğimiz bir resmî kurumdaki memur veya amirlerin hakikat-ı halde halka hizmetle yükümlü olduklarını, vatandaşın işlerini görmek için o makamlarda oturduklarını, o makamlarda oturanlar bilmedikleri gibi, çoğu zaman biz de bunun farkında değiliz.
Bu gerçekleri bilememenin bir sonucu olarak, halka hizmet için o makamları işgal edenler, iş takibi için gelen vatandaşlara karşı tam “ağa” veya “beyefendi” edasıyla muâmele etmekte, hatta yerine göre gelenleri azarlayarak kapı dışarı etmekte bir beis görmemektedirler.
Haklarımızı bilememenin veya cesaretle arayamamanın bir sonucu olarak, resmî makamlarda bulunanlardan sınırlı sayıda yaptığı işin şuurunda olan insaf ehli bazı memurlar da, bazı keyfîliklere, hatta müstebitliklere girebiliyor.
Bu nevî yanlış uygulamalar, tabiî ki sırf devletin resmî kurumlarına ait bir durum değil. Diğer insanî münasebetlerimizde, birbirimizle olan diyaloglarımızda, fikir alış verişlerimizde de çok arzu edilen bir yerde olduğumuzu söylemek biraz zor.
Söz gelimi dost ve arkadaşlarımızla olan münasebetlerimizde demokratik bir hâl ve davranış içinde olabiliyor muyuz? Bizden farklı fikir ve düşüncelere sahip olan insanlara karşı nasıl davranıyoruz? Hoşumuza gitmeyen, beğenmediğimiz fikir ve düşüncelere karşı sabır ve tahammülümüzün derecesi nasıl? Mizaç ve meşrep olarak bizden farklı insanlarla bir arada, uyumlu bir şekilde yaşayabiliyor muyuz? Böyle insanlarla beraber teşrik-i mesâide bulunup, aynı kulvarda, aynı hizmet mekânlarında îfâ-i hizmette bulunabiliyor muyuz? Anlaşamadığımız veya farklı yorumladığımız mevzular olsa dahi aynı dâvâ etrafında, aynı zeminlerde uyumlu bir şekilde hizmetlerde bulunabiliyor muyuz?
Yine konumuzla ilgili olarak, ailemizdeki yaşantımız nasıl gidiyor? Demokrasi kuralları mı işliyor, yoksa her aile ferdi bildiğini okuyup, kendine ait hayatını mı yaşıyor? Ebeveynler sürekli emir veren komutan konumunda, çocuklar da o emirleri yerine getiren veya emirlere karşı direnen rolünde mi? Ebeveyne karşı çocuklar fikir ve düşüncelerini çekinmeden serbest bir şekilde ifade edebiliyorlar mı? Eşler arasındaki diyalog ve iletişim demokratik mi? Çocuklar, ebeveyninin rızasını ve duâlarını almayı dert ediniyor mu? Onların doğru ve makul istek ve arzularına nasıl bir karşılık veriyor? Anne ve babalar, kendi doğrularını çocuklarına kabul ettirmek için nasıl bir tavır takınıyorlar? Bu noktada baskı ve dayatmaların ötesinde akla kapı açıp onları yönlendirme yolunu tercih ediyorlar mı?
Evet, demokrasi deyince milletvekili ve belediye başkanlarının seçiminden başka şu söylemeye çalıştığımız hususlar da aklımıza geliyorsa, mesele yok. Günlük yaşantımızda, insanlarla olan münasebetlerimizde demokrasinin kurallarına uymada lâzım olan dikkat ve hassasiyeti gösterebiliyorsak iyi yerdeyiz demektir. İnsanî haklarımızı korumada ve savunmada, başkalarının haklarına saygı göstermede gerekli olan tavır ve tutumu gösterebiliyorsak mesele yok.
30.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Muhtelif cevaplar |
|
Mustafa Bey:
*“Âhirette uyku var mıdır?”
Uyku Cenâb-ı Hakkın büyük nimetlerindendir. Uyku ile dinleniyoruz, günün streslerinden ve gerginliklerinden kurtuluyoruz, yeni bir güç kazanıyoruz ve yeniden kendimize geliyoruz. Onun için; yorucu bir günün ardından yatağa zevkle ve iştihayla gireriz.
Cenâb-ı Hak uyku hakkında; “Uykunuzu dinlenme vakti kıldık”1 buyurur. Bir diğer âyette, “Size geceyi örtü, uykuyu rahatlık kılan, gündüzü çalışma zamanı yapan Allah’tır”2 buyuran Cenâb-ı Hak, diğer bir âyette: “Geceleyin uyumanız, gündüz de lütfundan rızık aramanız O’nun varlığının belgelerindendir”3 buyurur.
Cennette bulunan nimetler hakkında ise Yüce Rabbimiz: “Orada nefislerin iştiha duyacağı ve gözlerin zevk alacağı her şey vardır”4 buyurur.
“Cennette çift sürmek var mıdır?” diye soran bir çiftçiye, Sevgili Peygamberimiz (asm): “Vardır; ama zevk için ekersin, hemen çıkar. Hasat için beklemezsin” buyurmuştur.
Anlaşılıyor ki, dünya nimetleri Cennette vardır, ama dünyadaki hikmetler için değil; sırf kulun isteği çerçevesinde ve lezzeti için vardır. Eğer kul isterse Cennette uyku da vardır. Fakat dünyadaki yorgunluk ve dinlenme, gerginlik ve sığınma, güç kazanma ve kendine gelme gibi hikmetler için değil; sırf kul istediği için gâyet şeffaf, gâyet hoş ve gâyet lezzet verici bir mahiyette var olduğunu yukarıya aldığımız Cennet âyetinden çıkarabiliriz.
***
Recep Bey:
*“Hazret-i İdris (as) şu an Cennette midir? Bu nasıl olmuştur?”
Üstad Bedîüzzaman Hazretleri Hazret-i İdrîs (as) ile Hazret-i Îsâ’nın(as), beşeriyet ihtiyaçlarından sıyrılmış vaziyette, melek hayatı gibi bir hayat içinde nûrânî bir letâfette üçüncü hayat tabakasında bulunduklarını, dünyevî cesedleriyle yıldızımsı biçimde semâvâtta olduklarını kaydeder.5 Hazret-i İdrîs’in (as) Cennette olduğu yolunda rivâyetler vardır. Fakat ölen salih kimselerin Cennet saadetini kabirlerinde yaşadıkları, asıl Cennetin kapısını sâkinlerine Mahşerden sonra açacağı yolunda da güçlü haberler mevcuttur. Nitekim Hazret-i İdrîs’in (as) Cenneti görse ve izlese de, bağ ve bahçelerinin, kasır ve saraylarının gelecek sâkinleri için mühürlü ve kapalı olduklarını gördüğü de gelen rivâyetler arasındadır.
Demek Hazret-i İdrîs (as) Cennet hayatını tadıyor olsa da, Cennet henüz gizli defînelerini ve lezzet hazînelerini tam açmış değil. Cennetin kendisini tam açması için Muhammed (asm) ümmetinin ve sâir peygamberlerin ümmetlerinin Cennete gelmesi gerekiyor.
***
İstanbul’dan Fatma:
*“Peygamberlerin akrabalıkları ne demektir?”
Peygamberlere îmân eden, onları seven ve gittikleri yoldan giden; hepsinin dînine vâris olan âhir zaman Peygamberi Hazret-i Muhammed’in (asm) sünnet-i seniyesini yaşamaya çalışanlar, sünnet-i seniyeden hisseleri oranında peygamberlere “akraba” hükmündedirler. Soy bağı olup olmamasının önemi yoktur. Bilindiği gibi soy bağı olduğu halde îmân etmemiş olan peygamber yakınları için Kur’ân-ı Kerîm’in hükmü, onların peygamberin ehli olmadıkları yönündedir. Hazret-i Nuh (as) tufanda boğulmak üzere olan oğlunun kurtulması için, “Rabbim, oğlum benim ailemdendir” diye duâ etmişti; ama Cenâb-ı Hak: “Ey Nuh! O senin ailenden sayılmaz. O kötü amel sahibidir. Öyleyse mahiyetini bilmediğin şeyi Benden isteme” buyurmuştu.6
“Ey Muhammed! De ki: Vazifem karşılığında sizden bir ücret istemiyorum. Sizden istediğim ancak akrabaya sevgi ve ehl-i beytime muhabbettir”7 âyetinin tefsîrinde Bedîüzzaman Hazretleri, Peygambere (asm) yakınlıktan kastın, sünnet-i seniyeye uymak olduğunu, sünnet-i seniyeye irtibâı terk edenin Peygamberin (asm) hakîkî yakını olmayacağını bildirir.8
Nihâyet Kur’ân, Allah’a ve Allah’ın peygamberine itaat edenleri hem birbirleriyle hakîkî kardeş9, hem de peygamberlerle, sıddîklarla, şehitlerle ve sâlih kimselerle hakîkî arkadaş ve akraba ilân eder ve bu “mübârek arkadaşlar sınıfını” ebedî hayatta birlikte olmakla müjdeler.10
Dipnotlar: 1- Nebe’ Sûresi, 78/9 2- Furkân Sûresi, 25/47 3- Rûm Sûresi, 30/23 4- Zuhruf Sûresi, 43/71 5- Mektûbât, s. 12 6- Hûd Sûresi, 11/45,46 7- Şûrâ Sûresi, 42/23 8- Lem’alar, s. 28 9- Hucurât Sûresi, 49/10 10- Nisâ Sûresi, 4/69
30.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Avustralya notları |
|
Uzun, çok uzun bir uçak yolculuğundan sonra (beklemelerle yaklaşık 30 saat) vardığımız ülke, iklimiyle, bitki örtüsü, hayvan çeşitleri ve derin sükûnetiyle bir masal diyarı sanki. Sdney ve Melbourne’de evler hep tek ya da en fazla iki katlı bahçe içinde inşâ edilmişler. Mevsim yaz olduğundan bahçeler rengârenk çiçeklerle dolu. Kafeslerde görmeye alıştığımız parlak renkli papağanlar, hoş ötüşlü kuşlar değişik cinsleriyle oradan oraya uçup duruyorlar. Kalabalık diyebileceğimiz (!) tek alan, ofislerin yer aldığı şehir merkezleri. Onun haricinde her yerde derin bir sessizlik hâkim. Yolda adres sorabileceğiniz kimsecikler yok. Elinizdeki avuç içi kadar cihaza gideceğiniz adresi yazdığınızda uydu bağlantısı sayesinde sesli olarak hedefe yönlendiriliyorsunuz zaten. Sıcaktan bunalırken, aniden bulutlanan hava ya da esen sert rüzgâr çantanızdaki kışlık şalı çıkarttırıyor size. Bir gün içinde dört mevsimi ard arda defalarca yaşamak mümkün. İnsanlar iklime alışmışlar artık.
Saat konusundaysa Türkiye ile 9 saat fark var arada. Onlar 9 saat ileri. Zaten 2008’i ilk karşılayan iki ülkeden biri de Avustralya olacak.
Avustralya’daki şefkat kahramanları
“Mekânları asıl güzelleştiren insanlardır” diye bir söz vardır ya. İkisi bir aradaydı Avustralya’da. Misafir olduğumuz mekânlar da, ev sahiplerimiz de çok hoştu. Misafirperverlikleri için teşekkür ediyoruz…
Avustralya Nur Vakfı elemanlarından sevgili kardeşlerim Gülnihal ve Saadet, Melbourne’deki vakıf müdavimi Nurcu hanımları gülümseyerek şöyle tanımlıyorlar: “İngilizce konuşuyorlar, araba kullanıyorlar ve şalvar giyiyorlar…”
Anadolu’nun sıcaklığı ve samimiyeti ile dolu hanımlar. 60’lı yılların sonlarında gencecik bir gelin olarak gelenler artık torunlarını yetiştiriyorlar bu kıt'ada. Sohbetlerimiz esnasında o ilk neslin çektikleri zorlukları anlatıyorlar, yürek dayanmıyor doğrusu. Melbourne’lü hanımlar medeniyetin sefih eğlencelerine kapılıp kaybolan arkadaşlarını gördükçe sımsıkı sarılmışlar iman hakikatlerine. Eşlerine iman hizmetinde bütün güçleriyle destek olmuşlar. Çocuklarını mânevî yönden donatmak için ellerinden gelen bütün gayreti göstermişler. Ortaya çıkan netice sabır, ihlâs, metanet ve gayretin bir âbidesi olmuş adeta… İki katlı vakıf binası, geniş konferans salonu, hanım ve beylere ait müstakil ders mekânları ve mescidiyle mükemmel.
Yıl sonu programında Avustralya’daki iman hizmetinin gelişimini anlatan Sıtkı Güzel, “Şefkat kahramanı hanımlar hizmette beyleri geçtiler” diyerek bu tabloyu özetliyor.
Risâle-i Nurları Avustralya’da tanıyan ve iman hizmetinin inkişafında emekleri geçenlerden şair Hasan Cömert şöyle anlatıyor duygularını:
“Seni ve eserlerini tanımasaydık ne olurdu bizim halimiz bu gurbet ellerde.
Vatanımızda da öğretmemişlerdi bizlere dinimizi ne şehir ve köylerde.
Vatan, din, iman, Allah, peygamber sevgisi yoktu kalp ve gönüllerde.
Tanımasaydık bu eserleri kaybolup gidecektik bu uzak yerlerde”
İşte kıt'aya o ilk gelen birkaç Nur Talebesinin ektiği fidanlar artık meyveye durmuş, iman hizmeti dalga dalga yayılmış, bir elin parmaklarını geçmeyen insan sayısı salonları doldurur hale gelmiş durumda.
Gençler
Genç kızlar ve çocuklar İngilizceyi ana dilleri gibi biliyor ve günlük hayatta kullanıyorlar. Özellikle Risâle-i Nur’u düzenli okuyanlarda Türkçeye de hâkimiyet bariz şekilde fark ediliyor. Nur risâlelerini düzenli okumanın pek çok faydalarından birisi de Türkçe’yi muhafaza etmek! Yıl sonu programında gençlerin konuşmaları, söyledikleri ilâhiler, okudukları vecize ve şiirler bunun en güzel delilleri.
Geleceğe yönelik programlarını anlatırken hemen hepsinin altını çizdiği nokta İngilizce Risâle-i Nur derslerinin gerekliliği. Böylelikle yabancı arkadaşlarını da iman derslerine rahatlıkla getirebilecekler.
Eğitim
Anaokulundan itibaren okullarda kılık kıyafet serbestliği var. Yani ülkemizin kronik başörtüsü problemi burada yok. Eğitimin bütün imkânlarından herkes gibi istifade edebiliyorlar.
Bizim bulunduğumuz süre içinde üniversite imtihanlarının sonuçları açıklanmıştı ve genç kızlar sevinçliydi. Çünkü üniversiteye girme hakkını kazanmışlardı.
Eğitim kaliteli ve ucuz verildiğinden uluslar arası öğrencilerin % 33’ü burada. Avustralya sadece eğitimden yılda 22 milyar dolar kazanıyor. Türk öğrencilerin de tercih sırasında Avustralya önlerde yer alıyor. (Ülkemizdeki başörtüsü yasağı dolayısıyla ülkeye üniversite eğitimi için gelen genç kızların sayısı hiç de az değil.)
Darısı başımıza…
“Bir ülkede insana verilen değeri anlamak için havaalanlarını kontrol etmek iyi bir başlangıçtır” desek yanlış olmaz herhalde. Havalimanlarında bürokrasiye takılmadan pasaport işlemleriniz serî bir şekilde hallediliyor. Hasta ve yaşlılar için hazırlanan özel yapılmış tekerlekli sandalyeler erkek ve kadın hasta bakıcılar eşliğinde uçaktan adım atar atmaz hazır bekliyor. Yaşlı ya da hasta olanlar hemen bu sandalyelere alınıyorlar. Bebekli yolcular için bebek arabaları da aynı şekilde anne babaların kullanımına hazır vaziyette durmakta. Valizlerinizi taşımak için kullandığınız araçlar da kolayca ulaşılabilecek noktalara yerleştirilmiş durumda… Bu hizmetlerin hepsi ücretsiz.
Yeşilköy Hava Limanındaysa “Valizlerini taşımak için araç alacaksan paranı hazırla!” mantığı hakim. Hastalar, yaşlılar ve bebekli yolcularsa başlarının çaresine bakmanın yolunu aramalılar…
Varın bu iki fotoğrafı yorumlayın!
Duâlar
“Dünyanın bir ucu” sözü her geçtiğinde artık Avustralya’yı hatırlayacağım.
“Bizim gibi hakikat ve ahiret kardeşlerin ihtilaf-ı zaman ve mekân, sohbetlerine ve ünsiyetlerine bir mani teşkil etmez. Biri şarkta, biri garbta, biri mazide, biri müstakbelde, biri dünyada, biri ahirette olsa da, beraber sayılabilirler ve sohbet edebilirler. Hususan bir tek maksat için bir tek vazifede bulunanlar birbirinin aynı hükmündedirler” diyen Üstadımın duâsına Avustralya’yı da içimden hep ekleyerek oradaki gönül dostlarını kalben kucaklayacağım.
30.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdurrahman ŞEN |
2007'ye bakarken |
|
Eski yılı bitirip yenisine başlayacağımız son günde şöyle bir geriye bakıp hafızamı yoklamak istedim… Acaba geride kalan yıl içindeki san’at olaylarından, faaliyetlerinden neler kalmış hatırımda?
Başlıklar halinde gitmem gerekirse, edebiyat alanında yayınlanan kitaplarda Mevlânâ ve genelde de yakın tarih hakkında yayınlanan kitapların sayıca artması dikkat çekiciydi. Mevlânâ hakkındaki kitapların bir bölümünün, “ticarî” kaygıdan başka kaygı taşımayışı üzücüydü elbette. Yakın tarih hakkında çıkan her eserin toplumdaki fay hatlarını onarmakta ciddî katkıları olduğunu görmek de ayrıca sevindirici… İlber Ortaylı Hocaya ve Mustafa Armağan kardeşime yürekten tebrikler… Devam…
Tiyatromuza bakacak olursak; tiyatrocularımız geride bırakmakta olduğumuz koca bir seneyi “bina koruyuculuğu” ile geçirdiler. Bir taraftan kapısını bile açmadıkları AKM binasının, diğer taraftan Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin yıkılacağı haberlerine eklenen söylentiler etrafında fırtınalar koptu. Oysa Türk tiyatrosunun temel sorunu binadan daha acil: Bize has bir tiyatro dilimizin olması.
Bu noktada biri çıkıp da; “Hangi kültürel alanda böyle bir kendimize ait dil oluşturabilmişiz ki?” diye sorsa, “haklısın” da derim elbette… Ama tiyatrocularımızdan ister istemez gerçekten san’at kaygılı çıkışlar da bekliyor insan… Tiyatrocularımızın “daha iyi bir tiyatro” tasası çektiklerini görmek istiyor!
Sinemaya bakarsak…
Öncelikle; bu yıl ikincisi gerçekleşen, “II. Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali”nde toplanan “Ulusal Sinema Platformu”nun, sinema sektörünün gelişimini amaçlayan yeni bir yasa tasarısı üzerinde çalışmaya başladığını duymak —bütün bildiklerimize rağmen—heyecan vericiydi.
Platformun sözcüsü sevgili Sabahattin Çetin’in medyaya da yaptığı açıklamada yer aldığı gibi Sinema Platformu, “yaklaşık 30 yıldır Batı’da olduğu gibi bir ‘Ulusal Sinema Merkezi’ oluşturulması için çalışmalar” yapıyor… Devlet sinema ilişkilerini doğru bir zemine oturtacak olan bu çalışmanın yasalaşması,—umarım ki—Sayın Ertuğrul Günay döneminde gerçekleşsin. Aksi takdirde; bu yasa taslağına destek verdiğini söyleyip de yasalaşmasını sağlayamayan bakanlar arasında bir isim daha eklenmiş olur… Ki üzüntümüz katlanır.
Şimdi de biraz yıl içinde gösterilen filmlere bakmak istiyorum.
Son yıllardaki kimi kaliteli ya da özgün çalışmanın/filmin, muhatabı olan seyirciyle doğru bir zeminde buluşmasının doğal sonucu olarak gişede çok başarılı yapımlar izledik beyazperdede…
Bir önceki yılın son günlerinde gösterime girip 2007’nin ilk haftalarında da beyazperdede olan “Beynelmilel”i, 2007’nin baş köşesine oturtuyorum.
Gösterime giren diğer filmleri de gişe hasılatlarına göre şöyle sıralamak mümkün… “Maskeli Beşler I.R.A.K.”, “Yandım Ali”, “Mutluluk”, “Pars: Kiraz Operasyonu”, “Amerikalılar Karadeniz’de-2”, “Yaşamın Kıyısında”, “Mavi Gözlü Dev”, “Polis”, “Romantik”, “Avrupalı”, “Emret Komutanım: Şah Mat”, “Adem’in Trenleri”, “Zincirbozan”, “Neşeli Gençlik”, “Sis Ve Gece”, “Bana Şans Dile”, “Sözün Bittiği Yer”, “Gomeda”, “Bir İhtimal Daha Var”, “Yumurta”, “Sıfır Dediğimde”, “Anka Kuşu”, “Janjan”, “Umut Adası”…
Henüz gişe sonuçları netleşmeyen ve son günlerde gösterime giren “O Kadın”, “Kutsal Damacana”, “Kabadayı” ve “Beyaz Melek”i de unutmamalı.
Genel raporlara göz attığımızda; 2007 yılında gösterime giren filmlerin gişe hasılatında 2006’ya göre bir azalma olduğu görülüyor. Sinemacılarımızın, bu konuya dikkat etmemesi halinde, aldatılmak istenen seyircinin Türk filmlerine arkasını dönmesi mümkün ki… Aman dikkat!
Baş köşeye oturttuğum “Beynelmilel”in dışında “Yumurta” ve “Anka Kuşu” filmlerine de küçük birer başlık açmak istiyorum.
Semih Kaplanoğlu’nun damgasını vurduğu ve bir üçleme filmi olan “Yumurta”da; Nejat İşler ve Saadet Işıl Aksoy baş rolleri paylaşıyor. Altın Portakal’la ödüllendirilen filme salonlarda 35 bin civarında bir seyirci kitlesi ilgi gösterdi. Seyircinin ilgisinin sınırlı olmasıyla aldığı ödül, “sanat” –“gişe” tartışmalarına da zemin hazırlamış oldu yıl içinde.
Bir önceki yıl gösterime giren “Leyla” ile uzun bir aradan sonra kamera arkasına geçen Mesut Uçakan, çok iddialı olduğu “Anka Kuşu” ile yıl içinde çıktı seyirci karşısına. Medyada özellikle “İslâmî Matrix” gibi tanımlarla gösterime girişi müjdelenen film ne yazık ki 25 bin seyirci sınırını geçmekle kaldı. Bundan sonra yapılabilecek bazı özel gösterimlerle de olsa olsa 30 bin sınırına dayanabilecek “Anka Kuşu”
Yapımcı ve yönetmenliğini sevgili dostum Mesut Uçakan’ın yaptığı ve; Yalçın Dümer, Kenan Bal, Kaan Girgin, Cansu Şahin, Rahmi Dilligil, Ceren Öztürk gibi oyuncuların rol aldığı “Anka Kuşu”nun gösterimde olduğu günlerde bir şeyler yazmamayı seçtim. Şimdilik de bu seçimimi genel değerlendirme içinde bozmak istemiyorum.
Yeni yılın ilk günlerinde gösterilecek, yani 2007 içinde çekimleri tamamlanan filmlerden bir kaçını hatırlatayım son olarak.
Çağan Irmak’ın yönettiği “Ulak”; hiç de yabancısı olmadığımız Çetin Tekindor, Hümeyra, Yetkin Dikinciler, Şerif Sezer gibi bir oyuncu kadrosuyla seyircinin karşısına çıkacağı günü bekliyor.
Zeki Alasya, Tarık Pabuçcuoğlu, Zeynep Eronat, Haldun Boysan, Hakan Boyav, Suzan Aksoy gibi oyuncuların rol aldığı ve Berrin Dağçınar’ın ilk yönetmenlik eseri olan “Sacayağı” filmi, Biray Dalkıran’ın “Cen-net” isimli filmi ve Hande Ataizi ile Pelin Batu’nun başrollerini paylaştığı ve İrfan Tözüm’ün de 11 yıl sonra setlere döndüğü “Masum Kadınlar” filmi; 2008’in ilk günlerinde seyirciyle buluşmak için sıralarını bekleyen filmlerden bir kaçı.
Gönül istiyor ki; san’at ve kültürün bütün alanlarında, kendi hazinemizden beslenmiş, dünya ölçeğinde estetik özenle süslenmiş sanat ürünlerimizin sayısı çoğalsın.
Not: Sevgili dostlar… TTNET, kısa süre önce bütün adreslerinde bir değişikliğe gitti. Bu sebeple yazışma adresimde de yeniden değişiklik oldu. Bundan böyle şahsımla yazışmak isteyen dostların [email protected] adresini kullanmalarını rica edeceğim.
30.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Meşrû limitlerde kalmak |
|
Cenâbı Hakk’ın haşmetini gösteren kâinattaki numuneler, sermedi oldukları zaman bir kıymet ifade ederler. Fani olan dünyanın sakinlerine tahsis edilen bu misafirhanenin, büyüklüğü, azameti ve san'atça pek harika oluşu, daimiliği ile değer kazanır.
Rububiyetin terbiye edici haşmeti, süreklilik içinde nimetlerin devamını ister. Yaratılanların, zevale gitmeden, zail olmadan ve zelil duruma düşmeden lâyık oldukları şekliyle muhafaza ve mutlulukları buna bağlı.
Kışın ölüm getiren beyaz kefeni, bütün varlıkları kış kabrine alırken, onları bahar haşrinde tekrar dirilten kudret, elbette ahiret yolculuğunda hususiyetlerini koruyacaktır. Hafızalarını tazelerken, tekrar hayat verirken, ne aynısı ne de gayrısı olmayan bir letafet, san'at ve farklılık içinde birlik mührü ile halk etmektedir. Bu kudret tercümesi olan mahlûkatın halka ve hakka bakan cihetiyle hikmetli ve maksada uygun yaratılışları, bir duânın, bir rızanın tecellisidir. Elbette başıboş değiller. Onları bekleyen bir büyük mahkemeye hazırlanıyorlar.
Cennet misal çekirdekleri meyve veren tubay-ı cennet neticeler olduğu gibi, zakkumi bir cehennemi netice veren asi ruhların günah defterinden alınmış kayıtlar da bulunmaktadır. Saadetin kaynağı, mutluluğun pınarı olan cennet köşklerinde tahsis edilmiş özel mekânlar, huzur vadilerinde sonsuz nimetler ve kudret elinden hemen sudur eden ikramlar ve lezzetler, dünya hayatında ahiretini unutmamış ve hakkını vermiş mü'minlere hastır.
Diğer tarafta, dünyadaki numunelere emirler ve nehiyler dışında tasarruf eden insanlar ise, söz dinlememenin ve emre itaatsizliğin cezası olarak, hesap günü de hesabını vereceklerdir.
Yevm-i mahşer/ mahşer günü, bu maksadın tahakkuku için kurulacaktır. Madem söz verilmiş ve haklı hakkını alamadan, haksız zulmünü bırakmadan bu dünyada yaşıyorlar, sonuçta bunu telâfi edecek bir muhasebe yapılacaktır.
Hayırların fazla geldiği, günahlarımızın affa mazhar olduğu bir temenni ve duâ ile bu günden hazırlanmanın zarureti önümüzde duruyor. Bir envanter önümüze konulacak. Yaptıklarımızla yüzleşeceğiz. Çünkü her şey kaydedilmiştir.
Celâl ve Cemal isminin tezahürleri bunu gerektirmektedir. Azametin yansımaları ceza ve tedibi zarurî kıldığı gibi, rahmetin tecellisi de mükâfatlandırılmayı ister.
Bunu bize taahhüt eden Rabbimiz, bizi bununla haşredecek. Huzuruna alacak. O anı, o heyecanı şimdiden duyup, ona göre içinde yaşadığımız, fazlasıyla lezzetlendiğimiz vücut, hayat ve nimet hakkını idrak ederek hazırlanmak, asli sorumluluğumuzdur.
Bu dünya sergisi, sürekli dolup boşalmaktadır. Her defasında yeni ürünlerle bizi karşılamaktadır. Rengârenk, iç içe ve birbirine karıştırılmadan gayet mahir bir sanatkârın kudret elinden çıkmış bu kadar mahlûkat, bir amaca hizmet için gönderilmişlerdir.
Vazifelerini Rabbine karşı yaparken, onları görmek, tanımak ve bu vesileyle Rabbine sığınıp şükretmek ve ibadetle bunu ifa etme makamındaki insan, bu vazifelerinden dolayı yüksek bir mertebede durmaktadır.
Hayatın akışı içinde bu görevinden kopmadan ve Allah’ı unutmadan geçici dünyevî ödevlerini yapmakla mükelleftir. Amel defterinin okunacağı, günah yükünün tartılacağı, sevap hanesinin görüleceği bir ahiret mahkemesine bu günden hazırlanmak, mahcubiyet verecek hallerden şimdiden uzak durmak, bu dünya sınavının en önemli önceliğidir.
Hayat nimetini tatmış, vücut elbisesini giymiş ve akıl emanetiyle yaşamış biri, isteklerini karşılamak, sorumluluklarını yerine getirmek mukabilinde, cennet ödüllü bir tecelli insana takdim edilecektir.
O takdim gününe, o diploma merasimine, o mezuniyet anına hazırlanmak, şimdiden hayalen oraya gitmek ve ona göre bu günleri sıkı tutup doğru planlamak, insaniyetin muktezasıdır. Neticeleri önümüze konulacak şekilde davranışlarımız kaydedilmektedir. Radardan kurtulma şansımız yok. Hız limitini aştığımız her noktada kayıtların desteğinde cezası alınacaktır.
İyisi mi? Meşrû limitlerde hayat yolculuğumuzu sürdürmek ve suç teşkil edecek fotoğraflar oluşturamamaktır. Çünkü er veya geç, hesabı görülecektir.
30.12.2007
E-Posta:
[email protected].
|
|
Mustafa ÖZCAN |
‘Katilim, Müşerref’ |
|
Butto suikastı, ikinci bir Budiyaf vak'ası oldu. Öyleyse, Budiyaf suikastini ve cinayetini hatırlayalım. Budiyaf, Ahmet bin Bella gibi Cezayir kurtuluş mücadelesinde yer almış tarihî şahsiyetlerden ve öncü kuşaktan birisiydi. 25 yıldır Fas’ta gönüllü olarak sürgünde yaşıyor ve burada ticaretle iştigal ediyordu. Ülkesini terk etmişti. Cezayir askerî cuntasının da demokrasiyi askıya almasından ve birçok fiyaskodan sonra imajını kurtarmak için böyle muteber ve tarihi bir şahsiyete ihtiyacı vardı. Ve onu sürgünden devletin başına getirdiler. Ama Budiyaf’i hazmedemediler. Bunun iki sebebi vardı: Birincisi, Budiyaf asker saltanatına karşıydı. Askerin kışlasına dönmesini istiyordu. Her ne kadar İslamcılara karşı askerlerle aynı duyguları paylaşıyorsa da yolsuzluklara da karşıydı. Dolayısıyla yolsuzluklar ve askeri saltanata karşı olmasından ve nezih bir yönetim anlayışını benimsemesinden dolayı kendisini getirenlerle çatışma ve zıtlaşmaya girdi. Aynen Benazir Butto gibi, bir şehirde halka hitap ederken ayakta iken devirdiler. Makineli tüfekle tarayarak ortadan kaldırdılar. O gün Kaide diye bir gulyabani olmadığından suçu korumalarından birinin üzerine yıktılar. Ve suikasti ve cinayeti de Bumarufi adında hayali bir katile yüklediler. Hayali katil kayıtlarda ölü görünüyordu.
Elbette yolsuzluklar meselesinde Benazir ile Budiyaf arasında kalite ve nitelik farkı olabilir. Ama askerî diktatörlüğe karşı olmak ve İslâmcı kesimlerle mesafe açısından birbirlerine benzeyen yönleri vardı. Benazir Butto da 8 yıl sonra Müşerref’in zorlandığı bir dönemde taze kan olması açısından Pakistan’a gönderildi. Ama o da dönmekle Budiyaf’ın hatasını yaptı. Babasının idam edildiği Revalpindi şehrinde halka hitap ederken bir arbede yaşadı ve burada vefat etti. Arbedenin mahiyeti karanlık. Olay anıyla ilgili tutarsızlıklar ve birbiriyle çelişkili beyanatlar da gösteriyor ki, aslında Benazir Budiyaf’ın akıbetine uğradı. Belki de yine gözdağı verilmek ve korkutulmak isteniyordu. Kazara başını bindiği aracın aksamına çarpması sonucu hayatını kaybetti. Ama görgü şahitlerinin ilk beyanatına göre, ortada intihar bombacısı vardı ve önce Benazir’in boynuna ve göğsüne ateş açmış ardından da taşıdığı bombanın pimini çekerek kendisiyle birlikte etrafını da havaya uçurmuştu. Resmî rivayet bunu doğrulamıyor. Adli tabibin resmi raporu meselenin böyle olmadığını ve bombalı saldırıdan sonra belki de bombanın basıncıyla Benazir’in kafasını aracına çarptığını ve kafatasının da bu sadmenin tesiriyle zarar görmesi ve parçalanması sonucu vefat ettiğini ortaya koyuyor. Öyleyse ateş eden olmadıysa burada bir intihar bombacısının varlığı da bir faraziye halini alıyor. Mesele belirsizleşiyor. Bu durumda pekala orada olan bir devlet görevlisi (mesela ISI mensubu veya kiralık katil) bu işi yapabilir. Eğer ateş açma ve intihar bombacısı kesin olsaydı Kaide’den bahsetmemiz de mümkün olabilirdi. Ama bu durumda bu tez temelden çöküyor. Dolayısıyla burada uygulanan model Budiyaf cinayetidir ve katil Müşerref’tir. Çünkü seçimlerden sonra iktidarı Benazir’le paylaşmak istemiyordu.
***
Benazir’in İslâmî kesimlerden kendisine gelebilecek saldırılardan korkmadığının iki delili var. Bunlardan birisi, ‘Dindarlar kadın öldürmezler’ ifadesidir ki bu beklentisini ortaya koyuyor. İkincisi de, gazetelerin yazdığı gibi ‘Pakistan’da başıma bir şey gelirse sorumlusu Müşerref’tir...” ifadesidir. Katilini önceden görmüş ve belirlemiştir. Adeta Mark Siegel’e vasiyet gibi cümleler sarfetmiş ve demiş ki: “Ölürsem, bilin ki, katilim Müşerref’tir...” Bu noktada Kaide günah keçisinden veya manipülasyondan başka bir şey değildir. Müşerref’in nifak politikası ülke olarak Pakistan’ı rehin ve esir almıştır. Kargil’deki saldırıları kendi iktidarında Swat ve Veziristan gibi ülke içlerine taşımış ve döneminde düşük yoğunlukta iç savaş yaşanmıştır. Müşerref’in ihtirasları Benazir’i öldürmekle kalmamış aynı zamanda İçişleri Bakanına göre sırada Nevaz Şerif veya Fazlurrahman da vardır. Bakan, Kaide’nin kara listesinde onların da var olduğunu ileri sürüyor. Halbuki Fazlurrahman medreseleriyle Taliban ve onun ötesinde Kaide’nin tabiî müttefikidir. Peki, Kaide veya Taliban tabiî müttefiki olan Fazlurrahmanı niye hedef alsın? Bunun makul izahı olabilir mi? Yoksa dikensiz gül veya iktidar bahçesi isteyen Müşerref, Kaide üzerinden muhaliflerini sindirmek ve susturmak ve sürgüne mi yollamak istiyor?
Benazir daha baştan beri kendisine koruma ve zırhlı araç tahsis edilmediğini ve bunun sorumlusunun da Müşerref olduğunu söylüyordu. İlk suikast belki ikincisi de Benazir’i korkutmak ve caydırmak amaçlıydı ama maksadı aştı. Hamid Gül gibi eski istihbarat başkanları da Benazir Butto’nun özenle ve dikkatle korunmadığını ve ortada koruma boşluğu olduğunu söylüyorlar. Benazir’in Amerikalı Sözcüsü Siegel, CNN’e verdiği demeçte aynı doğrultuda şunları söylemiştir: “Butto, talep ettiği güvenlik önlemlerinin kendisine verilmemesinden çok endişeli olduğunu söyledi...” Müşerref güvenlik boşluğu bırakarak kasıtlı bir biçimde Benazir’i suikasta açık hedef yaptı ve ardından da kendi adamlarıyla arbede çıkarttı. Son suikastta da olduğu gibi Müşerref’e yönelik suikastlerin tamamı şike şüphesi taşıyor. Müşerref ülkeyi suikast politikasıyla yönetiyor.
***
Aynen Nasır’ın 1954 yılında Amerikalıların tavsiyeleri doğrultusunda bir tertiple İskenderiye’de kendisine şike yoluyla (danışıklı döğüş) bir suikast tertip ettirmesi gibi. Böylece iktidarını sağlamlaştırmak istemiş ve ipleri eline geçirmiştir. Bu suikastle İhvan gibi muhaliflerini sindirmiş ve iktidardaki rakiplerine karşı da üstünlük sağlamıştır. Bununla birlikte, artık açıkça ortaya çıkmıştır ki Müşerref’in günleri sayılıdır. Önemli olan Pakistan’ın kazasız belâsız bu karabasandan ve vartadan en asgarî bedelle kurtulmasıdır. Pakistan’ın kurtuluşu üç önemli gelişmeye bağlıdır. Bunlardan birisi 11 Eylül atmosferinin ve travmasının dağıtılması. İkincisi, Amerikan vesayetinden kurtulmasıdır. Üçüncüsü de, kansız darbenin kanlı muhafızı haline gelen Müşerref’ten yakasını kurtarmasıdır.
30.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Dubai’de çarşaf giyer, İstanbul’da? |
|
İş icabı İslâm ülkelerinde bulunan bazı ‘aydın kadın’lar, bulundukları ülkelerde ‘çarşaf’ giydikleri halde; kendi ülkelerinde ‘başörtüsü’ takan hemcinslerini garip karşılarlar. Tabiî ki kişinin; bulunduğu ülkenin hayat anlayışına saygı göstermesi doğrudur, ancak aynı saygıyı kendi ülkesinde ve kendi vatandaşına karşı da göstermesi beklenmez mi?
Uzun yıllar yabancı ülkelerde ticarî faaliyetler yürüten ve normal hayatında tesettürü tercih etmeyen bir ‘Türk iş kadını,’ İslâm ülkelerinde ‘iş’ yapabilmenin zorluğuyla ilgili bir soruya şu cevabı vermiş: “Zamanla alışıyor insan. Eleştirmiyorsun, kabulleniyorsun... Onların memleketindesin, onların kurallarına uymak mecburiyetindesin. Ben Suudileri çok sevdim, hem de saygım var onlara...” (Lale Ansingh, Hürriyet, Cumartesi eki, 29 Aralık 2007)
“Dinibütün bir Müslüman olmamanızın dezavantajları olmadı mı hiç?” sorusunun cevabı da şu olmuş: “Hayır, hiç... Önemli olan, yaşadığın yerin kültürüne saygı göstermek, kurallarına uymak, çünkü sen misafirsin, bunun ayrımına vardığın zaman sorun yok.” (agg.)
Konuşulan ‘dil’e (Arapça’ya) hâkim olup olmamanın ‘iş’ bakımından bir dezavantaj olup olmadığıyla ilgili soru da, başka bir gerçeği deşifre ediyor: “Alâkası yok, çünkü (meselâ, Dubai’de) kullanılan dil İngilizce. Arap ülkesinde olmamıza rağmen, bakkalda bile İngilizce konuşuluyor.”
Çölde kurulan ‘vaha’ olmakla övünen Dubai’nin geleceğiyle ilgili olarak da şu ifadeler ip uçları veriyor: “Herkes zannediyor ki, burada, hayat toz pembe... Hayır, değil. Hayat gittikçe pahalılaşıyor. Kiralar çok yüksek. Aylık kira yok, yıllık vermek mecburiyetindesin. Toplu taşıt yok. Araban yoksa mahvolmuşsun demektir...”
Röportajı yapan Ayşe Arman’ın sorusundan anlaşıldığı kadarıyla “dini bütün bir Müslüman olmayan” Lale Hanım, Suudi Arabistan’dayken nasıl giyindiğiyle ilgili bir soruyu da cevaplandırırken şöyle demiş: “Tabiî ki siyah çarşaf...”
Belki Lale Hanım, Türkiye’de tesettürü tercih eden hemcinslerini hoş görüyordur, ama benzer şekilde yurt dışındayken kendisi ‘iş icabı’ olarak ‘kara çarşaf’ giydiği halde, ‘inancı gereği’ tesettürü tercih eden kendi vatandaşını hoş görmeyen kişilerin varlığından da haberdarız...
Lütfen; Dubai’de ‘çarşaf’ giyen ya da Hindistan’da ‘inek’lere saygı gösterenleri hoş gören ‘aydın’larımız; kendi vatandaşının tercihlerine de saygı göstersin...
*
Hastalık uyandırmadan...
Meme kanseri tedavisi gören san'atçı Oya Başar, hastalık sebebiyle yaşadığı hayatındaki değişimi şöyle anlatmış: “Yapacağım şeyleri ertelemeyeceğim. Daha affedici olup, kendimi fazla üzmeden olayları değerlendireceğim. Bu hastalık benim hayatımda bir geçiş noktası oldu.” (Hürriyet, Kelebek eki, 29 Aralık 2007)
Sağlığın kıymetini bilelim ve ‘hasta’ olmadan hayatımızı müsbet yönde değiştirelim...
30.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|
Son Dakika Haberleri
|
|
|
|
|