Herkes hikâyeler anlatıyor bize. Durmaksızın anlatıyorlar. Uzun uzun anlatıyorlar. Bıkmadan, usanmadan, dinlenmeden anlatıyorlar.
Bazen bir televizyon dizisi, bazen sinema filmi, kimi zaman bir DJ, kimi zaman içli bir şarkı olarak çıkıyorlar karşımıza.
Kimisi hüzünlü oluyor, ağlıyoruz. Kimisi komik oluyor, gülüyoruz. Kimisi heyecanlı oluyor, yerimizde duramıyoruz. Kimisi korkunç oluyor, ürperiyoruz.
Ama o kadar.
O kadar hikâye, hiçbir şey söylemeden bitiyor.
Bol bol hikâye dinliyoruz, hiçbir şey söylemeyen.
Ne bekliyoruz peki? Hayatın sırlarını işitmek mi? Belki. Ama biz dişe dokunur bir şeye de razıyız.
Ceviz kabuğunu mu doldurmalı? Olabilir. Ama incir çekirdeği boyutuna da itiraz etmeyiz.
Yepyeni gıcır gıcır mı olmalı? Neden olmasın? Ama yeni bir dille söylenmiş eski sözlerden de şikâyetçi olmayız.
Ama böyle dişimize dokunmayan, incir çekirdeğini bile doldurmayan, yüzlerce, milyonlarca kez anlatılmış hikâyelere de doyduk artık.
Ağladığımızla, güldüğümüzle, korktuğumuzla, heyecanlandığımızla kalıyoruz.
Ya sormaya, düşünmeye, anlamaya çalışırsak diye hiçbir şey söylemeden pek çok şey anlatılıyor. Sanki hislerimiz kaybolmasın diye her bir duygumuz teker teker yoklanıyor.
Tamam, hâlâ ağlayabiliyor.
Tamam, hâlâ gülebiliyor.
Hâlâ korkabiliyor, heyecanlanabiliyor.
Tamam, hâlâ insan. Ama sadece bu kadar insan olsun.
Sanki böyle deniyor.
Herkes hikâyeler anlatıyor, anlatıyor, anlatıyor.
Ama kimse hiçbir şey söylemiyor.
Belki o kadar da kötü değil halimiz. Zira yüzlerce, binlerce yıldır yazılanlar, söylenenler var. Hatta belki o söylenenlerin çoğunu duymadık bile. Belki duyduk, yaşamadık, hayatımıza sindiremedik.
Belki bir şey söylemeden anlatanlara değil, hayatın anlamına dair söylenmiş olanlara bakmalıyız.
Belki gerçek hüzünlere, gerçek tebessümlere, gerçek korku ve heyecanlara yol almalıyız.
Belki bu bir şey söylemeden hikâye anlatılan çağda, çok şey anlatan yepyeni bir hikâye olmalıyız.
Belki de sadece susmalıyız.
14.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|