Birçok ilim adamı Risâle-i Nur'dan da istifade ediyor. Ne var ki, Batı felsefesinin, özellikle Protestan ahlâkının da etkisinde kalanlar, "hizmet metodu" meselesinde onunla çelişerek pratik ve pragmatik çözümler üretme yoluna gidiyor. Kimisi pragmatizmi,-Risâle-i Nur'un esaslarına ve ruhuna aykırı olarak-her şeye uyguluyor. Yani, meşrû, gayr-i meşrû bakmayarak; dünyevî, hazır bir fayda bulduklarında; "dünyayı, maddî gücü ve siyasî kontrolü" tercih ediyor. Böylece İslâmî şeâirlerini,-makam, mevki veya "istikbalde hizmet etme" hayaliyle-şimdi mükellef oldukları yükümlülükleri terk ediyor veya ettiriyor.
Protestan ahlâkı, "Rasyonellik (akılcı), faydacılık (dünya için yararlı olan her şey faydalıdır), gerçekçilik, pragmatizm ve fırsatçılık" üzerine kurulu. Pragmatizm ve fırsatçılığa göre; kullanılan vasıtalara ve uzun vadedeki sonuçlarına bakmaksızın bir kişi amacına ulaşmasında haklıdır.1
Bediüzzaman, Müslümanları ve özellikle Kur'ân'ın talebeleriyle hizmetkârlarını bu fasit felsefik bakışa karşı, desise-i şeytaniye diyerek uyarır.2 Pragmatizme, faydacılığa yönelik enteresan bir reddiyesi; dünya hâkimiyeti için yeryüzünü alt üst eden II. Dünya savaşı ile ilgilenmemesidir. Ona göre, "cihan harbinden daha büyük bir hadise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme (genel hâkimiyet) dâvâsından daha ehemmiyetli bir hadise herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hadise ve dâvâ açılmış ki, her adam eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için bilâtereddüt sarf edecek. O dâvâ da iman mukabilinde sonsuz bir hayatı kazanmak veya kaybetmek dâvâsıdır."3
Aynı zamanda, kendisine yapılan milletvekilliği, köşk, genel vaizlik, 300 altın maaş gibi gayet cazibedar teklifleri;4-çok da pragmatik olmalarına rağmen-dünyevîleşmeye götürdüğünden, bizzat ve fiilen örnek olur ve reddeder. Para-pul, makam-mevki, maaş için dinî meselelerden taviz vermeyi bırakın; bunlar da, servetler de iman için, din için harcanmalı. Şimdi yapmanız gereken mükellefiyetleri dünya için terk ederseniz; daha sonra daha büyük makam ve servetler için o gün de terk edersiniz! Ve ayrıca pragmatizmin, dünyevîliğin meydana getireceği bağımlılığı ve yaptığı tahribâtı tamir edip geriye nasıl dönülecektir?
Aslında İslâmiyet, dünyayı, ademe (yokluğa) mahkûm etmez. Zira, sonsuz mutluluk, dünya tarlasında kazanılacak. İlerleme, kalkınma ayrı şeydir, bunları meşrû yoldan elde etmek ayrı şeydir. İslâm ahlâkı, hayat standartlarını yükseltmeyi, refahı, gelişmeyi esas alır. Ancak bu meşrû yolda olmalıdır, dinî meseleler taviz verilerek pragmatizme gidilmemelidir. Zira, imtihan/imân, "tevhîd-ulûhiyet", hikmet, tevekkül, cihad/çalışma/üretim, tüketim (yeme-içme, giyinme vs.), iktisat, kanaat, helâl, zekât/paylaşım ile israf ve faizin yasaklanması gibi mefhumlar, Müslümanın ekonomik hayatının anahtar kelimeleridir. Müslümanın ekonomik gücü; iman kuvvetiyle orantılı. Zira, bu kavramların pratik hayata yansıması imanla mümkün.
İslâmda aslolan zenginliktir, refahtır, hayat standardının yükselmesidir. Yüksek maddî hayat standardı, refah ve üretim ile tüketim dengesi, Kur'ânî anlamlarının doğru anlaşılması ve ihlâsla uygulanmasıyla mümkün. İman ne derece güçlüyse, ilim, teknoloji ve ekonominin gelişmişlik düzeyi de o orandadır.
Ki, iman-Bediüzzaman'ın tesbitiyle-hem nur, hem kuvvettir. Kuvvet enerji/güç; nur ise, feraset, aydınlık, ışık, hakikati gösteren projektördür. Nasıl ki, elektrik fırına nüfuz etiğinde yemekleri pişirir; buzdolabında, soğutur, korur; ampulde aydınlatır, herhangi bir makine, motor veya cihaza girdiğinde çalıştırır. İman da manevî elektrik gibi, insan hayatının tüm safhalarına, toplumun tüm katmanlarına nüfuz ederek icraatını yapar. Yani, ruhumuzu, duygularımızı çalıştıran iman, bizatihî bir ilme yönelmeyi, çalışmayı, dayanışmayı, kaynaşmayı, ilerlemeyi netice veren ibadetleri ifa etmemizi sağlayan bir güç kaynağıdır.
İman, istidatlarımızı (potansiyel halindeki yeteneklerimizi) yüksek hasletlerimizi ihkişaf ettirir; kabiliyetlerimizi geliştirir. İbadetlerimizi ifa etmemizi sağlayan, yani, namaz kıldıran, oruç tutturan, zekât verdiren, faizden uzak durduran da imanımızdır.
Dolayısıyla, İslâm'daki "ulûhiyet", iman düşüncesini kavramadan, onun ekonomik, ya da sosyal yapısını anlayabilmek mümkün değildir. Çünkü, her türlü sosyal veya ekonomik hareketin-hukukî davranışları da bu söylediklerimize katmak zorundayız-Allah hakkındaki düşüncelerle doğrudan ilişkisi vardır. Zîrâ, İslâm'daki "Ulûhiyet/İlahlık" düşüncesi, Müslüman adamın kendisine bakışına, eşyaya bakışına, kendine ve eşyaya vereceği konuma; kazanmasına, harcamasına, çalışmasına, hattâ çalışma sahasına ve biçimine sınır getirecek; insanı her şey, ya da hiçbir şey olmaktan çıkaracaktır.5
Dipnotlar: 1- M. Weber'den Dr. Yamina B. Mermer, Dr. Ali Mermer, Risâle-i Nurdan Bir Toplumsal Barış Önerisi, s. 15.; 2- Mektubat, s. 401-414.; 3- Asay-ı Musa, s. 20.; 4- Tarihçe-i Hayat, s. 131.; 5- Dr. Faruk Beşer, İslâm'da Sosyal Güvenlik, Seha Neşr., İst., 1988, s. 15.
19.01.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|