Zâhir ve bâtın.
Hayatın en mühim hâlleri bunlar.
Hayat, bu iki hâlin birbiri içinde işleyişi ile şekillenir. Bazen zâhir bâtına akseder, bazen bâtın zâhire. O hâller birbiri içinde in'ikas ettikçe de hayat hareketlenir.
Bu hareketleniş çoğu zaman hayatı teşkil eden hadiselerin meydana gelmesine sebep olur. Onun için her hâlin ve hadisenin bir zâhir ciheti, bir de bâtın tarafı vardır.
O hâlleri taşıyıp hadiseleri yaşayanlar, bu cihetlerden birini nazara alarak değerlendirirler ve onların kendileri için ya iyi, ya kötü olduğunu düşünürler, ya da tek yanlı baktıklarından bir mânâ veremezler.
Zâhir ile bâtının aynı anda müşahede edildiği tek hayat hâli rüyalardır. Onlar da umumiyetle görenlerin hafıza güçleri ve tâbircilerin tâbir etme kabiliyetleri ile mahduttur.
Hadiselerin de, rüyaların da kader ciheti ise gaybîdir.
Kader, bazı gaybî hakikatlerin tecellisine fetva verdiği zaman hakikat, sâfi kalpli bir sabinin hafızasına rüya şeklinde akseder. Bu rüya doğru tabir edildiği takdirde bâtının perdeleri aralanır ve hakikat gizli kalmaktan çıkıp âşikâr bir hâl alır.
Tıpkı Çalışkanlar hânedânından Mahmud'un gördüğü rüyada olduğu gibi.
***
Mahmud Çalışkan.
1938 yılında Emirdağ'da dünyaya geldi. Babası Emirdağ eşrafından tarikat ehli muttaki bir mü'min olduğundan ahâlinin 'Şıh' diye andığı Ali Efendi, annesi ise onun ikinci hanımı Havva Hanımdır.
Mahmud, ailenin en küçük çocuğu olmasının da tesiriyle aile büyüklerinden hususî bir itina gördü ve babasının intisap ettiği tarikatın uhrevî ikliminde yetişti.
Said Nursî Emirdağ'a geldiği günlerde babası Ali Efendi vefat edince küçük yaşta öksüz kaldı. Fakat ağabeyleri gibi o da Said Nursî'yi mânevî baba addettiği için öksüzlüğün ıztırabını fazla hissetmedi.
Çocukluğu, bazıları kendisinden büyük olsa da ekseriyeti akranı sayılan yeğenleri ile birlikte Said Nursî'nin muhitinde geçtiği için mânevî hâllere âşinâ olarak büyüdü.
Bilhassa o kırlara çıkarken evlerinin önünden geçtiğinden onu çok sık görme ve mahallenin çocukları ile birlikte saçlarını okşayıp 'maşallah, maşallah' senalarına mazhar oldu.
Bediüzzaman'ın faytonunu umumiyetle kendisinden büyük olan yeğenleri olan Ceylan ve Halil, bazen de Mustafa Acet kullandığı için çoğu zaman onların yanında, mahalledeki bazı arkadaşları ile birlikte onun kır gezilerine katıldığından, yaşadığı pek çok hadiseye şahit oldu.
Hânedânın yetişkinlerinin ekseriyeti Said Nursî ile birlikte Afyon Hapishanesi'ne götürüldüğü zaman henüz on yaşında olmasına rağmen ziyaret günlerinde o da gitti ve kendisine tekabül eden hizmetleri gördü.
Onun da akrabaları ve arkadaşları gibi şahsına münhasır bazı meziyetleri vardı ve kendisinin yapabileceği işler olduğu zaman o meziyetlerini kullanarak başarılı olduğundan bazı hususlarda temayüz etmeye başlamıştı.
Fakat Said Nursî'nin, onu huzuruna çağırtarak ismi ile hitap etmesine vesile olan hadise 1952 yılında, Şubat ayının 25. gecesi gördüğü 'çok acaip bir rüya' oldu. Mahmud, o gece gördüğü rüyayı sabahleyin Zübeyir'e anlattı, Zübeyir Üstada rüyadan bahsedince o da bizzat görenden dinlemek istemiş olmalı ki onu yanına çağırttı.
"Gel Mahmud kardeşim gel, nasıl gördün rüyayı anlat" dedi.
İlk defa Üstadın böyle bir hitabına muhatap olduğu için heyecanlanan Mahmud, ona bakarak konuşmaya hicap ettiğinden Zübeyir'i muhatap alarak anlatmaya başladı.
"Rüyamda, dış kapının içinden başlayıp yukarıya çıkan merdivenin başında Ceylan ve Zübeyir Ağabeylerle birlikte duruyorduk. Onlar birbiri ile konuşurken ben de etraftaki güzel manzarayı seyrediyordum. O sırada sık ağaçların arasından gür bıyıklı iri bir adamın elinde keserle buraya doğru geldiğini görünce şaşırdım.
"Bu kimdir?" diye sordum oradaki adamlara.
"Stalin'dir" dediler.
Adam merdivenden yukarıya çıkmaya başlayınca ağabeylerle birlikte mani olmaya çalıştık, ama başarılı olamadık. Adam merdivenin ortasına geldiğinde, yukarıda beliren Üstadımız aşağıya doğru indi, adamın boynundan tutup dışarıya sürükledi.
Adam elindeki keseri Üstadımıza vurmaya çalışınca, Üstadımız keseri elinden aldı ve onun kafasına vurmaya başladı. Ben de Üstadımıza yardım etmek maksadıyla adama vuracak bir şeyler ararken, çevrede toplanan insanlar beni durdurdular.
"Sen müdahale etme. Onu Üstad öldürecek, bu onun vazifesidir" dediler.
Bu ikaz üzerine ben kenara çekilip onlara bakmaya başladım. Üstadımız elindeki keseri Stalin'in kafasına vura vura kafatasını delip beynini dağıtarak öldürüp leşini dışarıya attı. O anda ben de heyecan içinde uyandım" diyerek anlattı.
"Fesûbhanallah!.. Bu, Risâle-i Nur'un ve İslâmiyetin, komünizme galip gelmesidir. İnşallah muvaffak olacağız" diyerek hayret hislerini ifade etti Bediüzzaman.
"Bu rüyayı kaleme alıp bütün kardeşlere dağıtın" dedi ardından da Zübeyir'e.
O zaman orada bu hadiseye şahit olanlar, meselenin gaybî tarafını çok merak ettilerse de Üstada bir şey soramadıklarından söylediğini yaptılar ve meydana gelecek hadiseleri dikkatle takip etmeye başladılar.
On gün kadar sonra radyo ve gazetelerde Stalin'in on gün önce, yani Mahmud'un rüyayı gördüğü gece beyin kanaması geçirip felç olarak öldüğü haberini duyunca hayretler içinde kaldılar.
Emniyet mensupları hadiseden, ancak rüya lâhika mektubu hâline getirilip değişik yerlere gönderildikten sonra haberdar oldu. Mahmud'u jandarma karakoluna çağırdılar.
"Gel, senin ifadeni alacağız" dediler.
"Alın" dedi o da.
"Sen bir rüya görmüşsün anlat bakalım" dediler.
İfadesini alan başçavuş sert ses tonu, haşin bakışları, tehditkâr hareketleriyle onu korkutup rüya görmediğini söyletmek isteyen bir tavır içindeydi. Fakat o bunlara aldırmayıp gördüğü rüyayı olduğu gibi anlatınca söylediklerini yazmaktan başka bir şey yapamadı ve serbest bıraktı.
Bu hadiseden sonra Said Nursî'nin yanına daha sık gidip gelmeye başlayan Mahmud, çoğu zaman Zübeyir'e evdeki ve çarşıdaki işlerinde yardım etti. Bazen de Üstadın kır gezilerine katıldı.
"Ben gıdasız yaşarım, havasız yaşayamam" diyen ve soğuk kış günlerinde soba yakarken bile pencereyi açarak odasını havalandıran Bediüzzaman sık sık kırlara çıkmak ister, çıkmadığı zaman rahatsız olurdu.
Bazen de uzak yerlere ve Emirdağlarına gitmeyi arzu ederse de arabacıların istedikleri parayı fazla bulduğu için gidemezdi. Gittiği zaman ise dönüşte zorlanırdı.
Bu gibi hâllere defalarca şahit olan bazı talebeleri bir araba almaya karar verdiler. Arabayı alacak parayı temin etmek de, iyi bir araba bulmak da kolaydı, ama arabayı kullanacak bir şoför bulmak pek o kadar kolay değildi.
Said Nursî'nin kır gezilerine iştirak ettiği zaman çektiği zorluklara şahit olan Mahmud, Zübeyir'in bu husustan dert yandığı sohbetlerden birinde kendisinin araba kullanmayı öğrenip Üstadın şoförü olabileceğini söyledi.
Zübeyir'i sevindiren bu teklif, ağabeyleri tarafından da tasvip edilince Eskişehir'e gitti, bir buçuk ay kadar kurs gördükten sonra imtihana girip ehliyet alarak Emirdağ'a döndü.
Şoför meselesi Mahmud'un gayretleri sayesinde halledilince hemen bir jip alındı, muameleleri onun üzerine yapıldı ve Üstad istediği zaman kırlara gitme imkânına kavuştu.
O zamanlar çok bozuk olan yollarda jip fazla sarsıntı yaptığı için Üstadın pek rahat edemediğini gören talebeleri onu satıp üstüne biraz daha para koyarak Ankara'dan bir taksi aldılar.
"Mahmud, evlâdım. Bunu sana benzin parası olarak veriyorum" diyerek her seferinde arabanın ücretini ödeyen Üstad da sık sık Isparta, Afyon, Eskişehir gibi yerlere gidip geldi.
Said Nursî devamlı Isparta'da ikamet etmeye başlayınca Mahmud da onun yanında kaldı ve hem boş zamanlarında piyasada çalışarak arabanın masrafını karşıladı hem de istediği zaman onu dağlara, kırlara, köylere, çevre illere götürüp getirdi.
Bazen saatlerce, hatta günlerce süren bu yolculuklar sırasında Bediüzzaman'ın pek çok hârikulâde hâline şahit olduğundan onu daha iyi tanıdı, tanıdıkça da hayranlığı arttı, sadakati kuvvetlendi.
Mahmud, yıllarca bu işi tek başına yaptı. Bilâhare Ceylan, Bayram ve Hüsnü de ehliyet alıp Üstadın arabasını kullanmaya başlayınca o kendisine ihtiyaç hissedildikçe gelmek üzere Emirdağ'a döndü.
Nitekim Ankara Dâvâsı sırasında olduğu gibi zaman zaman Isparta'ya gelip Üstadının şoförlüğünü yaptı ama daha sonra arabayı Hüsnü kullandığından son yolculuğunda ona refakat edemedi.
İçine düştüğü bu hissin de tesiriyle onsuz şartlara intibak etmesi biraz zaman aldı. Bazı işlere teşebbüs edip tecrübe kazandıktan sonra ticarete atıldı ve hayatın dünyevî icaplarını her sahada başarı ile yerine getirdi.
Bu arada Nur hizmetine de ihlâsla ve sadakatle devam etti.
***
Hânedân ve Nur Talebesi.
Birinci sıfatı Bediüzzaman vermişti Çalışkanlara. İkincisini kendileri aldılar.
Said Nursî hayattayken bu iki sıfatı da iftiharla ve liyakatle taşıdılar. Hem hânedan olmanın şartlarına riayet ettiler, hem de Nur Talebeliğinin icaplarını yerine getirdiler.
Said Nursî'nin ahirete irtihalini müteakip hânedanlık bağları gevşemeye başladı. Ailenin ana direği mesabesindeki Osman ve Mehmed'in, çeşitli sebeplerle hânedânın meskenini terk edip Eskişehir'e yerleşmeleri hânedândaki çözülmeyi hızlandırdı.
Onlar gittikleri yerlere hânedânlık sıfatlarını götürme ihtiyacı hissetmediler. Lâkin Nur Talebeliği vasıflarını her hâl ü kârda her yere taşıdılar ve icaplarını iftiharla yaşadılar.
Abdullah zaten ellili yılların başında ölmüştü. Onu altmış üçte Ceylân'ın trafik kazası geçirerek, altmış beşte de Osman'ın ve oğlu Halil'in ecelle pençeleşerek birbiri ardınca vefatları takip etti.
Yetmişli yılların sonunda Hasan, seksenli yılların ortasında da Mehmed hayata veda edince Çalışkanlar hânedânından geriye sadece ailenin en küçük ferdi olan Mahmud kaldı.
Zamanın zorluklarına ve zaruretlerine rağmen Mahmud; Said Nursî'nin meskeni ve hânedânın mekânı olan Emirdağ'dan ayrılmadı. Orada hânedânı yaşatmaya ve Nurları parlatmaya devam etti.
Şimdi o sıfatları orada bir tek o taşıyor.
İnşallah daha uzun yıllar da taşıyacak.
27.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|