Ekrem Kaftan kardeşimin yayınladığı şiir kitapları hakkında bir şeyler karalarken, 18 Kasım tarihli yazımda adını zikrettiğim, sanatalemi sitesindeki yazımda ise biraz daha ayrıntıya girdiğim Taceddin Ural kardeşimden önceki hafta içinde bir mesaj aldım… Bir nev’î mektup yani!
Kasım ayında sanatalemi sitesinde yayınlanan yazıya Ocak ayında cevap vermesini normal karşılamak için Taceddin’i tanımak lâzım.
Taceddin Ural başka bir âlemdir tek kelimeyle, ama bu kadar “geri” kalması tamamen Ankara’nın hâlet-i rûhiyesinden kaynaklanıyor… Eskiden böyle değildi…
Sözü uzatmadan, lâfı dolaştırmadan, Taceddin kardeşim gibi haftalarca beklemeden hem mesajı paylaşalım hem de o mektup mesajdan yola çıkarak bir şeyler söylemeye gayret edelim.
Önce… Burnunun direğini sızlatan anılara dalan Taceddin kardeşimin yazdıkları şöyle: “S.A. Abi, sanatalemi’ndeki yazını okudum. Fakire teveccühkâr davranmışsın. Ah bir de ‘1 hikâye’ olmasaydı :) Sahi, literatürde pek yoktur di mi tek hikâyeli ‘yazar’?
Ah ah, ne kuğulu park eski kuğulu park, ne sen eski sen, ne ben eski ben...
Cemre’nin yerinde yeller eser, Babıali yokuşundaki daracık merdivenli büronun da öyle.
Erkân-ı Matbuat Reisi zat-ı aliniz önde, hemen arkada mülâzım-ı evvel Özcan, peşi sıra da mülazım-ı sani ne haddine, erat-ı Zaman’dan hakir. Çobançeşme geçidinin oradan otobüse binerdik. Sağ elinin parmakları arasında enlemesine boyutlu basın kartını her gösterişinde şoföre, ‘darısı başıma’ derdim içimden, içim giderdi.
Terlikli servis ziyaretlerimiz, bitmek bilmez ve her servisi kahkaya boğan, abilerden çekinenlerin ise hık mıkla geçiştirmeye çalışarak dinledikleri fıkraların.
Sonra ille de Trabzon’dan mı, Giresun’dan mı ne bildiren o, Türk basını adına kaybedilmiş yerel muhabir. ‘Dananın gözüne değnek battu’ haberleri. (Bir düzeltme yapayım… Taceddin’in bahsettiği arkadaş Ordu’dan özelden de özel haberler yollardı. A.Ş.)
Kapıdaki, koli bandıyla teçhiz amcaya dair çok isabetli tahlilin: ‘Sevapsa nöbetleşe yapalım biz de sevaptan nasiplenelim; hayır günahsa gene sıraya bindirelim çünkü o hacı amca cehennemlik oldu gitti.’
‘Ciddî’ yayın toplantısında Aymaz’ı, Esendir’i nasıl da dumur ederdin bu diyaklektiğinle.
Uf ya, burnumun direği sızlıyor ya. İnşaallah tez zamanda Zaman kitabı çıkar da biraz maziye dalar kâm alırız, hüzün alırız, ibret alırız.
Hayırda kal muhterem abim.”
Aslında bu kısa mesajda yer alan olayları açacak olsam, “Zaman tarihi”, “basın tarihi” üzerine belgesel olur! Onu ileri bir tarihe havale etmeyi sürdürerek, basın anılarından basın üzerine kısa bir hasbıhal yapmak istiyorum…
Ülkemizin kaderini yakından ilgilendiren her olaya dikkatlice bakarsanız, eski söyleyişle matbuatımızın, günümüz söylemiyle medyamızın birinci dereceden mesul olduğunu görürüz.
“Türkiye’de basının sorunları yoktur, basın diye bir sorun vardır!” diyen meslektaşlarıma hak verenlerdenim ne yazık ki!
Bazen bilmediği konularda bile ahkâm kesen medya mensupları bazen de çeşitli sevimli maskeler ardından ceberrutluklarını kabul ettirmek isteyen medya mensupları akıl zorlayıcı kasıtlarla öyle haberler yapar, öyle yönlendirmelerde bulunmaktan çekinmezler ki… Şaşar kalırsınız sadece… Yapacak bir şeyiniz kalmaz ve neyi nasıl düzelteceğinize bile şaşarsınız!
Merhum Turgut Özal, özel televizyonların çoğalmasını isterken, savunanlarca ileri sürülen tezlerden birisi, özel kanalların demokrasi savunucusu olmasını ummaktan geçiyordu.
Ama 28 Şubat günlerinde yaşadığımız manzara unutulabilir mi?
On yıl önce sınıfta kalan medyamız, bugün de akıl almaz kelime oyunlarıyla antidemokratik ne kadar unsur varsa şakşakcısı olabilmeye teşne duruyor…
Ama sorduğunuzda “demokrat” olmayanı da yok!
Medyamızın “demokratlık” anlayışını birazcık kurcaladığımızda gördüğümüz ise tamamen marangozluk mesleğiyle ilgili! Her birinin elinde birer nalıncı keseri var, mâşâllah!
Oysa… “İnsan”ın bulunduğu, söz konusu olduğu her ortamda “etik” kurallar olması gerek. Medya açısından bakarsak var da bu kurallar…
Ama… Yazılı ve yazısız onca genel kuralla yetinmeyip, kurum içinde ayrıca “Etik kurallar” ilân edenlerin, bugün çok daha fazla “etik dışı” yayıncılık denizinde debelendiğini görmek ne üzücü…
Sadece daha çok izlenebilmek adına ve görünürde “şeffaflık” gerekçesiyle kotarılan bazı kadın ağırlıklı programlarda –yakın zamana kadar- bütünüyle “insanlık” göz ardı ediliyordu maalesef. Bu çarpıklığın bir nebze olsun frenlendiği şu günlerde bakıyoruz ki; siyasî amaçlı haberlerde “insanlık” hepten unutuluyor, “evrensel kıstaslar” göz ardı ediliyor, “mesleğin etik kuralları” umursanmıyor bile…
Çünkü ideolojik körlük ya da kasıt medyamızda iliklere kadar işlemiş durumda…
Bugün bir çok alanda olduğu gibi medyamızda da ciddî bir “etik” erozyon söz konusudur.
Bugün ne yazık ki… Henüz 10-15 yıl öncesini bile özler hâle gelmişsek…
Daha Taceddin kardeşimin de bizlerin de burnunun direği çoook sızlar…
03.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|