Uzun süreli tahsil hayatını, İstanbul’da, oldukça dindar sayılacak arkadaşlarıyla geçirmişti. Hayalinde bir an önce okulunu bitirip hayata atılmak, bununla yetinmeyip, çok sevdiği doktorluk mesleğinde kariyer sahibi olup belirli makam ve mevkilere gelmek yatıyordu.
Kariyer, makam mevkiyle beraber din-i mübîne hizmet... Talebelik hayatında, hep bu ve benzeri telkinler ve tavsiyeler aldığından, hayalinde de hep bunlar vardı. Dinî hizmetler yanında, hatta öncesinde kariyer ve bazı gözde mevkîler...
Ve nihayet Faruk, tahsilini tamamlamış, genç, istidatlı ve dindar sayılacak bir doktor olarak hayata atılmıştı. Kısa sürede tıpta uzmanlık imtihanını da kazanmış ve bir Tıp Fakültesi Araştırma Hastanesinde uzmanlık eğitimine başlamıştı.
Ne var ki araştırma hastanesi çalışanlarının hemen hepsi, mâneviyâttan uzak kimselerdi. Hele Faruk Beyin amiri durumundaki makam sahibi zevâtın hemen hepsi de, azıcık inancı olan personele tahammülü olmayan bir zihniyete sahip kişilerdi.
Ne var ki, şartlar ve ortam ne olursa olsun, Faruk Bey, ihtisasını tamamlayıp, hatta sonrasında arzuladığı makamlara gelebilmek için bu hastanede asistan olarak işine devam edip, ardından doçentlik ve profesörlük unvanlarına kavuşmayı düşünüyordu.
Böyle hayallerle, belli hedefler doğrultusunda plân ve projeler yapmak güzel ve belki de kolay idi. Ama bunları gerçekleştirmenin, dindar görünümlü bir genç için hiç de kolay olmadığını Faruk Bey de çok iyi biliyordu. Bu dindar görünümüyle âmirlerinin olurunu ve beğenisini kazanmanın çok zor olduğunu iyi bildiğinden, ilk etapta böyle bir imajdan kurtulmanın çarelerini düşündü. Kendi kendine taktikler geliştirdi, planlar kurdu. Evvelâ başta amirler olmak üzere, bütün mesai arkadaşlarıyla çağdaş(!) sayılan bir üslûpla konuşmayı, “Günaydın, tünaydın, mersi...” gibi ifadelerle çevresine iltifatta bulunmayı, verilen vazifeleri hakkıyla yerine getirmeyi, hatta âmirlerinin özel işlerine koşmayı denemeye başladı Faruk Bey.
Dindarlara geçit vermemeyi prensip edinen zevât nezdinde kabul görmek uğruna, başka taviz ve değişiklikleri yapmaya da karar verdi. Evvelâ, dış görünüşüne yeniden bir çeki düzen verdi. Dindarlığı çağrıştıran, muhafazakârlığı akla getiren sünnete uygun olan bıyıklarını kestirdi, çenesinin ucundaki sakalını uzatarak “top sakal” dediğimiz şekle soktu. Parmağındaki gümüş yüzüğün yerine, uzaktan görünecek büyüklükte altın yüzüğü de daha önceden takmıştı zaten. Namazlarını da bazen geçiriyor, müsait zaman bulursa da hiç kimsenin göremeyeceği hastanenin bodrum katında kılmaya çalışıyordu.
Câlib-i dikkattir ki, Faruk Beyin, istemeyerek de olsa yaptığı bu imaj değişikliklerine rağmen, başta âmirler ve aynı zihniyetteki çevreler, kendisine şüpheli gözlerle bakıyor, münasebetlerinde hep dışlayıcı bir tavır sergilemeye devam ediyorlardı.
Faruk Beyin iş yerindeki vaziyeti bu minval üzere devam ederken, annesi babası, “Oğlumuzun işi, aşı olduğuna göre, artık bundan sonra ona acil bir de eş gerekir” diyerek, kendilerince oğullarına uygun bir eş bulmanın çabasına girmişlerdi. Bu durumu Faruk’a açmak için uygun bir zamanı düşündüler.
Bir gün annesi, konuya girdi: “Oğlum, okulunu bitirdin, çok şükür işin de var. Bizler artık yaşlandık. Senin yaşın da geçiyor. Babanla da konuştuk, artık sana da bir eş, bir ev-bark lâzım. Hatta beğenirsen, sana uygun alternatif bir kaç kızı da bulduk. Beğendiklerimizin hepsi de tesettürlü, tahsilli, hizmet ehli kızlar. Sen de beğenirsen, onlardan birini sana isteyelim güzel oğlum, doktor oğlum ne dersin?”
Faruk daha önceden kararını vermiş olmalı ki, kesin ve kararlı bir ses tonuyla “Anneciğim, madem babamla beraber bu konuyu açtınız. Müsaadenizle ben de bununla ilgili isteğimi söyleyeyim. İnşallah beni hoş karşılarsınız. Evleneceğim kız, tahsilli, sosyal yönü kuvvetli olmalı, yani insanlarla iyi bir iletişimde bulunmalı. İşime, kariyerime herhangi bir zararı olmamalı...’’ deyince, babası hemen Faruk’un sözünü keserek ‘’Oğlum, kızın dininden, diyanetinden, ahlâkından, örtüsünden söz etmedin’’ dedi. Faruk; ‘’Baba, ne olur şimdilik onları karıştırmayın... Hatta alacağım kızın başı açık olmasını istiyorum. Sonrasını bana bırakın. İnşallah işlerim yoluna girerse her şey düzelir’’ dedi. Bu defa da annesi, oğlunun söylediklerine bir mânâ veremediğinden olacak ki, ‘’Oğlum, biz dindar bir aileyiz. Başı açık bir kıza nasıl razı olursun? Haydi bizi yok say... Senin dâvâ arkadaşların sana ne der? Bu konuda yanlış düşünüyorsun güzel oğlum...’’ diyerek sözünü bitirdi. Bunun üzerine Faruk da; ‘’Anneciğim, babacığım, sizi anlıyorum, kendi açınızdan haklısınız. Ama bir de beni düşünün. Çalıştığım ortamı bir düşünün. Normalde şu kıyafetimi, saçımı, sakalımı da yadırgıyorsunuz. Sevdiğim dostlar da beni bu konuda ayıplıyorlar. Ama düşünün ki ben daha yolun başındayım. Emellerim var, hayallerim var. Geleceğimi, mesleğimi, kariyerimi düşünmek zorundayım. Mesaî arkadaşlarım, amirlerim, beni, hanımımın dış görünüşüne göre değerlendirecekler. Ve bu insanların dindar görünümlü, örtülü insanlara, hiç mi hiç tahammülleri yok. Bunun için bana ve mesleğime, geleceğime bir zarar gelmesini herhalde siz de istemezsiniz’’ diyerek sözünü noktaladı.
Faruk’un bu sözlerini derin bir sessizlik ve hüzünle dinleyen anne ve babası, artık söyleyecek bir söz bulamadılar. İkisi de; “Peki oğlum, ne diyorsan öyle olsun” deyince; Faruk, “Anneciğim, aslında sizin bana bu teklifi getireceğinizi tahmin ediyordum. Onun için de, biraz önce size söylediğim şartları taşıyan, bana uygun bir kız ile tanıştım. Siz de uygun görüyorsanız onunla evlenmeyi düşünüyorum” deyince; anne de, baba da “Oğlum, sen uygun gördükten sonra bu mesele tamam demektir. Hemen düğün hazırlılarına başlayalım” dediler.
Faruk, düğünün nasıl yapılacağıyla ilgili olarak; “İzniniz olursa, düğünümüzün şöyle sade ve sessiz yapılmasını arzu ediyorum. Hatta cemaatten, akrabalardan kimseleri çağırmak istemiyorum. Sizler gelirseniz yeter. İşyerindeki arkadaşlarımı, amirlerimi davet etmek istiyorum” deyince, anne-babanın oğullarının bu isteğine karşı söyleyecekleri bir sözleri yoktu.
Kısa bir zamanda hazırlıklar tamamlandı, nikâh salonu tutuldu. Dost ve akrabalar çağrılmayınca, haliyle gelmemişlerdi. Fakat, hayret ki, Faruk beyin âmirleri ve mesaî arkadaşlarının da çoğu dâvete icabet etmemişlerdi. Anlaşılan, Faruk Beyin onlara yaranmak için yaptığı imaj değişiklikleri inandırıcı olmadığından, pek bir işe yaramamıştı.
Faruk Bey, evlilik döneminde de yine eskiden olduğu gibi, bu defa hanımıyla birlikte çağdaş, yürürlükteki sistemle barışık bir portre çizmenin gayretinde idi. Hanımına da gerekli tâlimâtları vermiş olmalı ki, evinde tam tesettürlü olduğu halde, dışarıya başı açık ve dekolte bir kıyafetle çıkmayı tercih ediyordu. Bu halini soranlara “Benim yüzümden beyime bir zarar gelmesini herhalde isteyemem” diye cevap veriyordu.
Gelin görün ki, Faruk Bey ve hanımı, belli bir ideolojinin saplantısı içinde olan insanlar nezdinde kabul görmek için, kudsî değerlerden verdikleri tavizlere rağmen, o insanlar tarafından devamlı potansiyel tehlike olarak görüldüler. Bunun için de sürekli dışlandılar.
Ve nihayet, beklenen geldi çattı. Nice hayallerle ve emellerle işe başlayan doktor Faruk’un tayini, terör tehlikesine maruz ve bir mahremiyet bölgesi olan güneydoğunun küçük bir ilçesine çıkmıştı. Böylece Faruk Beyin, kariyer sahibi olma, doçent, profesör olabilme hayalleri suya düşmüştü.
03.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|