Zaman zaman belirleyici konumda olduğunu algılayan insan, olayların istediği tarzda cereyan etmemesinin sıkıntısını yaşıyor. Bu durumda insanın varlıkla irtibatını doğru bir zemine oturtması gerekiyor. İnsanoğlu mülk âlemine geldikten sonra beyin ve algıların gelişimi ile varlık âleminin işleyiş kurallarına muhatap oluyor. Bu çerçevede iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış gibi tanımlamaları öğrenmektedir. Bu şekilde mülk âlemi tanımlanmakta ve insanın bu âleme muhatap oluşunun çerçevesi çizilmekte ve bu çerçeve içinde yaratılışın asıl gayesi olan Halık-ı Âlem'i tanıyıp, O'na muhatap olma ve sevgiyle, samimiyetle yönelme sonucu hedeflenmektedir. Bu sonun gerçekleşmesi yolunda kâinat denen zemin insanın idrakine göre hazırlanmış ve mülk onun sınırlı algılarına mânâ ifade edecek tarzda şekillenmiştir.
Bu durumda, eşyadan esmaya ulaşma konumunda olan insan, âlemin taamını kendi algılarına münhasır olarak algılama ve kabul etme zaafı ile yüz yüzedir. İşin daha da kötü olan yönü, kulun Âlemlerin Yaratıcısı'nı da kendi algılarının sınırlılığında algılaması ve o Zat-ı Mukaddes'in de varlık aleminin tanımlarına sınırlı kalması gerektiği gibi bir vehme kapılmasıdır. Mülk âleminin bütün doğru-yanlış, iyi-kötü gibi tanımlamaları hiçbir şekilde Hâlık-ı Kâinat'ı bağlamamakta, sadece varlık lisanı ile kulların O'nu tanıması için konmuş kurallar şeklinde karşımıza çıkmaktadırlar. Aslında O'nun yapmamızı emrettiği şeyler güzel, yasakladığı şeyler çirkindir. Yoksa, O'nun dışında tanımlanmış bir kısım doğru ve yanlışlar, güzel ve çirkinlere O tabi olmak ve o tanımlara göre hüküm vermek durumunda değildir. İnsanlar genellikle esbab âleminin sınırlılığında ve darlığında varlıkları anlamak konumunda oldukları için Hâlık-ı Kâinatı da bu yapı içerisinde idrak etmeye çalışmanın doğurduğu problemleri sıklıkla yaşamaktadırlar. Zaman ve mekândan münezzeh, dolayısıyla zaman ve mekân içinde yapılmış tanımların dışında olan O Zat-ı Mukaddesi maddî boyutun değer yargıları ile anlamaya çalışmak O'nu maddî âlemin darlığında görmeye çalışmak ve sebep sonuç ilişkileri içinde anlamaya çalışmak gibi büyük bir yanlıştır.
Varlık âleminin başlangıcında iyiyi ve kötüyü tanımlayan kudret, zamanın her bir anında, aynı tanımlamalara devam ediyor ve tanımlar O'nun istekleri doğrultusunda şekilleniyor olmalıdır. Başlangıçta her şey nasıl O'nun ilmi, iradesi ve isteği doğrultusunda bir değer almış ve kıymet ifade eder hale gelmişse aynı şey zamanın en küçük dilimlerinde de geçerlidir. Her şey genel bir değerlendirmenin yanında anda da yani zamanın en küçük dilimlerinde de ezeli irade doğrultusunda yeniden kıymet almakta ve bir değer ifade etmektedir. Bu değerlendirmeyi yapan Adil-i Mutlak herhangi bir şeyin bağlayıcılığı ve sınırlılığı altında değildir. Maddî boyutta çirkin olarak gözüken bir şey O'nun güzel demesi ile güzelleşir aynı şekilde maddî âlemin en güzeli sadece O'nun çirkin demesi ile çirkinleşir. Eşyanın asli değerlerini ve esas kıymet-i harbiyesini belirleyecek olan yalnızca İlâhî hükümdür. Çünki, bütün vasıfları her anda ve zamanın bütününde tanımlayan, değer atfeden ve kıymet veren O'dur. Nefs'ül emiri de esas olarak belirleyen o irade ve Rabb'ül Âleminin kabulleri ve yüklediği değerlerdir.
İbadetlerin kabul olup olmadığı söz konusu olduğunda da yukarıdaki ölçüler dikkate alınmazsa tanımlanmış bir alanda karşılıkları belli olan ibadetler ve sevaplar ile hüküm vermek durumunda bir yaratıcı düşüncesi hakim olur ve o yaratıcının tanımlanmış ibadetleri belirlenmiş karşılıklar vermek durumunda olduğu zannedilir. Bu durumda bütün gayret yapılan ibadetin tanımlanmış olan ibadet şeklini eksiksiz yapmaya yönelir. Şekle verilen bu büyük önem zaman zaman rıza-yı ilâhîyi kazanma çabasını önüne geçerek sebep-sonuç bağlantılarının eksiksiz yerine getirilmesi ile tanımlanan güzel ya da doğru tanımı ortaya çıkaracağı düşünülür. Bundan sonra yapılan ibadetin tanımlanmış ibadetle uyumlu olup olmadığı noktasında endişeler, şüpheler ortaya çıkar. Bununda doğru cevabını bulabilmek mümkün olmayacağı için endişeler ve sıkıntılar zaman zaman hayatı yaşanmaz hale getirebilir. Aslında her şey gibi ibadetlerinde güzeli onu emreden Zat-ı Mukaddesin güzel algılaması iledir. Aslî güzeli belirleyen ise varlıkların maddî âlemdeki görüntüleri değil uhrevî âlemlere olan yansımalarıdır. Bu, güzelliğin belirlenmesinde İlâhî irade kulun olayla ilgili bilgisi ve niyetini esas hükmü verirken önemli bir faktör olarak dikkate almaktadır. Maddî boyutun bir parçası olan ibadetin şekli pek çok noktadan önemli olmakla birlikte hükmü veren temel faktör değildir. Yani esas olan şekil değil rızadır. Her varlığın, her işleyişin, her unsurun kıymetini belirleyen Rabb-ı Kerim'i, Hâlık-ı Kâinatı razı edebilme derecesidir. O Zat-ı Mukaddes şeklen en kötü ibadeti niyete göre ve samimiyet ölçüsünde en makbul ibadet olarak kabul edebilir. Kasıt ve bilgi dışındaki eksiklikler ibadetlerin bu güzellik ve doğruluk tanımını hiç etkilememektedir. Unutularak yeme içmenin orucu bozmaması gibi abdest veya namaz gibi ibadetlerde de farkında olunmadan yapılan yanlışlar ve eksiklikler ihlâs ve samimiyet ölçüsünde eksiksiz ve güzel kabul edilecektir ve bunların uhrevî âlemlere her şeyin hakikatini kaydedildiği nefs'ül emire eksiksiz ve güzel olarak yansıyacaktır. Bu noktada Mu'tezile mezhebi ibadetin aslında kabahatli ve eksik olduğunu ancak bilmemenin bir özür olarak kabul edilmesi sebebi ile ibadetin yapılmış hükmünü alabileceğini ifade eder. Ehli sünnet itikadına göre bu durumda sadece bir kabul yok ve kulun samimî ifadesi karşılığında bilmediği bir eksik var olsa bile ilâhî irade öyle kabul ederse bu ibadet aslında ve özünde hemde nefs'ül emirde noksansızdır.
28.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|