Dünya üzerinde milyarlarca insan var. Bunları bir kıymet, değer derecesi ile sıralamaya kalksak işin içinden çıkamayız.
Bunun birçok sebebi vardır. Bütün insanları hakkıyla tanıyabilmek ve değerlendirebilmek zordur. Sonra hangi kıstasa göre değerlendirilecek ve bu değerlendirmeyi kim, hangi zaman ve zeminde yapacak?
Fakat, “İnsan, iman ile insanda tezahür eden san’at-ı İlâhiye ve nukuş-u esmâ-i Rabbaniye itibariyle bir kıymet alır”1 gibi bir ölçü elimizde olursa, belki bu derecelendirme yapılabilir. Bu sefer de insanların imanlarının bilinmesi meselesi ortaya çıkacağı için yine yapılamayacaktır.
Demek ki, bu iş bizim harcımız, bizim yapacağımız bir iş değildir. O halde bu konuda bazı şeyler söylemiş olan zamanın sesine kulak vermek gerekecektir.
O diyor ki; “İşte insan, Cenâb-ı Hakk’ın böyle antika bir san’atıdır ve en nazik ve nazenin bir mu’cize-i kudretidir ki; insanı, bütün esmâsının cilvesine mazhar ve nakışlarına medar ve kâinata bir misal-i musağğar sûretinde yaratmıştır.”2
Peki buradan nasıl anlayacağız ve nasıl değerlendireceğiz insanları?
“İnsan bir çekirdeğe benzer. Nasıl ki o çekirdeğe kudretten mânevî ve ehemmiyetli cihâzât ve kaderden ince ve kıymetli program verilmiş...”3 diyerek kıymetinin nasıl verildiğini açıklamaya başlıyor. Sonra, bu kıymetini daha da değerlendirmek için ne yapması gerektiğini söylüyor: “Eğer o istidad çekirdeğini İslâmiyet suyu ile, imânın ziyâsıyla, ubûdiyet toprağı altında terbiye ederek evâmir-i Kur’âniyeyi imtisâl edip, cihazât-ı mâneviyesini hakiki gàyelerine tevcih etse, elbette âlem-i misâl ve berzahta dal ve budak verecek ve âlem-i âhiret ve Cennette hadsiz kemâlât ve nimetlere medâr olacak bir şecere-i bâkiyenin ve bir hakikat-i dâimenin cihazâtına câmi’ kıymettar bir çekirdek ve revnaktar bir makine ve bu şecere-i kâinatın mübârek ve münevver bir meyvesi olacaktır.”4
Yani, aslında, “..o insan, infiâl ve kabul ve duâ ve sual cihetinde, şu dünya hanında aziz bir yolcudur”5 ve yine aynı zamanda, “İnsan bir yolcudur. O yolculuk ise; âlem-i ervahtan, rahm-ı maderden, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, berzahtan, haşirden, köprüden geçen ebed-ül âbâd tarafına bir yolculuktur.”6
İşte, bu yolculuğu esnasında, “...enâniyetine istinad edip hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i hayal ederek derd-i maişet içinde muvakkat bazı lezzetler için çalışsa, gayet dar bir daire içinde boğulur gider.”7 Fakat, “Eğer kendini misafir bilse, misafir olduğu Zât-ı Kerim’in izni dairesinde sermaye-i ömrünü sarfetse, öyle geniş bir daire içinde uzun bir hayat-ı ebediye için güzel çalışır ve teneffüs edip istirahat eder. Sonra, a’lâ-yı illiyyîne kadar gidebilir. Hem de bu insana verilen bütün cihazat ve âlât, ondan memnun olarak âhirette lehinde şehadet ederler.”8
Demek ki, insana, yaratılışta, kıymetlen(diril)meye müsait bazı cihazlar, âletler, lâtifeler verilmiş.
İşte, “İnsandaki cihâzât-ı mâneviye ve letâif-i insaniye ki, herbirisi hayvana nisbeten yüz derece inbisat etmiş. Meselâ; güzelliğin bütün merâtibini fark eden insan gözü ve taamların bütün çeşit çeşit ezvâk-ı mahsusalarını temyiz eden insanın zaika-i lisâniyesi ve hakaikın bütün inceliklerine nüfuz eden insanın aklı ve kemâlâtın bütün envâ’ına müştak insanın kalbi gibi sair cihazları...”9 diye bazıları sıralanmış ve özellikleri belirtilmiş.
Bu gibi latife ve aletlerden Üstad Said Nursî, Risâle-i Nur’un birçok yerinde farklı farklı bahsetmektedir.
Başka bir yerde de, bunlardan bazısına letâif-i aşere ismini veriyor. Ve bunları aynı yerde şu şekilde sıralıyor “...vicdan, asab, his, akıl, heva, kuvve-i şeheviyye, kuvve-i gadabiyye, kalp, ruh, sır..”10 Bunlardan başka, yine, sâika, şâika ve hiss-i kable’l-vuku olarak da bazı lâtifeler sayıyor.
Sâika: Sevk edip götüren bir his.
Şaika: Şevk verici, isteklendirici his.
Hiss-i kable’l-vuku ise: Ön sezi, önceden hissetmek anlamlarına gelmekte.
Görüldüğü gibi aslında insana; “...ibâdâtın bütün envâ’ına müstaid bir fıtratta yaratıldığı için bütün kemâlâtın tohumlarına câmî bir istidad verilmiştir”11 ve “...bu derece cihazatça zenginlik ve sermayece kesret, elbette ehemmiyetsiz muvakkat şu hayat-ı dünyeviyenin tahsili için verilmemiştir. Belki şöyle bir insanın vazife-i asliyesi, nihayetsiz makâsıda müteveccih vezâifini görüp, acz ve fakr ve kusurunu ubudiyet suretinde ilân etmek ve küllî nazarıyla mevcudâtın tesbihatını müşahede ederek şehadet etmek ve nimetler içinde imdadat-ı Rahmaniyeyi görüp şükretmek ve masnuatta kudret-i Rabbaniyenin mu’cizatını temâşâ ederek nazar-ı ibretle tefekkür etmektir.”12
Peki, bu şekilde davranmak sûretiyle insan, nasıl değerlenir ki?
Bunu da Üstad, 6. Söz’de imanın insana getirdiği kârları ve zararları anlatırken, bazı özellikleri şu şekilde açıklığa kavuşturuyor: “Üçüncü kâr: Her âzâ ve hasselerin kıymeti birden bine çıkar. Meselâ akıl bir âlettir. Eğer Cenâb-ı Hakk’a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, öyle meş’um ve müz’ic ve muacciz bir âlet olur ki, geçmiş zamanın âlâm-ı hazînânesini ve gelecek zamanın ehvâl-i muhavvifanesini senin bu biçare başına yükletecek; yümünsüz ve muzır bir âlet derekesine iner. İşte bunun içindir ki, fâsık adam, aklın iz’ac ve tacizinden kurtulmak için, galiben ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar. Eğer Mâlik-i Hakikîsine satılsa ve Onun hesabına çalıştırsan, akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki, şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar. Ve bununla sahibini saadet-i ebediyeye müheyyâ eden bir mürşid-i Rabbanî derecesine çıkar.
“Meselâ göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenâb-ı Hakk’a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, geçici, devamsız bazı güzellikleri, manzaraları seyirle şehvet ve heves-i nefsaniyeye bir kavvat derekesinde bir hizmetkâr olur. Eğer gözü, gözün Sâni-i Basîrine satsan ve Onun hesabına ve izni dairesinde çalıştırsan, o zaman şu göz, şu kitab-ı kebîr-i kâinatın bir mütalâacısı ve şu âlemdeki mucizât-ı san’at-ı Rabbaniyenin bir seyircisi ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar.
“Meselâ dildeki kuvve-i zâikayı Fâtır-ı Hakîmine satmazsan, belki nefis hesabına, mide namına çalıştırsan, o vakit midenin tavlasına ve fabrikasına bir kapıcı derekesine iner, sukut eder. Eğer Rezzâk-ı Kerîm’e satsan, o zaman dildeki kuvve-i zâika, rahmet-i İlâhiye hazinelerinin bir nâzır-ı mâhiri ve kudret-i Samedâniye matbahlarının bir müfettiş-i şâkiri rütbesine çıkar” diyerek insanın değerinin nerelere kadar çıkabileceğini böylece ifade ediyor.
Ve bu arada tabiî ki unutmadan şöyle bir uyarıda da bulunuyor; “İşte, ey akıl, dikkat et! Meş’um bir âlet nerede, kâinat anahtarı nerede? Ey göz, güzel bak! Adi bir kavvat nerede, kütüphane-i İlâhînin mütefennin bir nâzırı nerede? Ve ey dil, iyi tat! Bir tavla kapıcısı ve bir fabrika yasakçısı nerede, hazine-i hassa-i rahmet nâzırı nerede?
“Ve daha bunlar gibi başka âletleri ve âzâları kıyas etsen anlarsın ki, hakikaten mü’min Cennete lâyık ve kâfir Cehenneme muvafık bir mahiyet kesb eder. Ve onların herbiri öyle bir kıymet almalarının sebebi, mü’min imanıyla Hâlıkın emanetini Onun namına ve izni dairesinde istimal etmesidir. Ve kâfir hıyanet edip nefs-i emmâre hesabına çalıştırmasıdır.”13
İnsan, gerçi, nefis ve sûret itibariyle bir hiç hükmündedir; “fakat vazife ve mertebe noktasında; şu haşmetli kâinatın dikkatli bir seyircisi, şu hikmetli mevcudatın belâgatlı bir lisan-ı nâtıkı, şu kitab-ı âlemin anlayışlı bir mütalâacısı ve şu tesbih eden mahlûkatın hayretli bir nâzırı, şu ibadet eden masnuatın hürmetli bir ustabaşısı hükmündedir.”14
Demek, insan görevini hakkıyla yerine getirip, kendine verilen bütün bu değerlenmeye müsait “..istidad çekirdeğini İslâmiyet suyu ile, imanın ziyasıyla ubudiyet toprağı altında terbiye ederek, evamir-i Kur’âniyeyi imtisal edip cihâzât-ı maneviyesini hakikî gayelerine tevcih...” etmesi gerekir ki, ahsen-i takvim sûretine çıkma yolunda gidebilsin.
Evet yol çok açık bir biçimde tarif edilmiş. Bu da, “...ebedî ve sermedî olan bir cemâlin seyircisi”15 olabilmek, yani mükemmele doğru gitmek. “İşte Kur’ân şakirtlerinin akıbetleri böyledir. Cenâb-ı Hak, bizleri onlardan eylesin. Âmin!”16
Mükemmelleşmeye doğru iyi yolculuklar.
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 281; 2- A.g.e., s. 282; 3- Sözler, s. 291; 4- A.g.e.; 5- Sözler, s. 293; 6- Sözler, s. 295; 7- Sözler, s. 293; 8- A.g.e.; 9- A.g.e.; 10- Barla Lâhikası, s. 190; 11- Sözler, s. 294; 12- A.g.e.; 13- Sözler, s. 33; 14- Sözler, s. 296; 15- Sözler, s. 116; 16- A.g.e.
03.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|