|
|
Abdurrahman ŞEN |
Mehmed Âkif 135 yaşında! |
|
Malûm…
Mehmed Âkif 1873’de, İstanbul’un Fatih ilçesinin Sarıgüzel semtinde doğdu.
İçinde bulunduğumuz 2008’den 1873’ü çıkartınca 135 kalıyor ki… Bu da Mehmed Âkif merhumun yaşını ortaya koyuyor!
Evet… Bu yıl, 2008 yılı, Mehmed Âkif’in doğumunun 135. yılı.
Daha İstiklâl Marşı’mızın kabul tarihi olan 12 Mart’ların yıldönümünün resmî kutlamalara, başta D. Mehmet Doğan ağabey olmak üzere birkaç kişinin yılmayan uğraşları sonucu ancak geçen yıl eklendiğini hatırlayınca…
Toplum olarak “örnek insan” aradığımız ortamlarda, Mehmed Âkif gibi tepeden tırnağa her alanda “örnek” bir insanı toplumun gözünün önünden çekmek isteyenlere inat, her fırsatta onu daha geniş anlamda tanıtacak bütün fırsatları kullanmamız gerektiğini düşünüyorum…
Bu hatırlatmayı yaptıktan sonra bir konuya temas etmek, sizleri biraz düşündürtmek istiyorum…
Cümlemizin malûmu ki; meclisini açmış, millî mücadelesini büyük bir azimle başlatan milletin bir İstiklâl Marşı olmalıydı…
Çeşitli görüşmeler, değerlendirmeler sonrasında Maarif Vekâleti’nin bu işi üstlenmesine karar verildi. Ayrıca Büyük Millet Meclisi’nde güfteleri inceleyecek bir komisyon kuruldu.
Millî Eğitim Bakanlığı Ortaöğretim Genel Müdürü Kâzım Nami Duru’nun bu hususta hazırladığı 18 Eylül 1920 tarihli genelge Millî Eğitim Bakanı Dr. Rıza Nur’un imzasıyla vilayetlere ve okullara gönderildi. “Türk şairlerinin nazar-ı dikkatine” başlığı ile de genelgenin bir sureti ilân olarak yayımlandı.
Maarif Vekâleti’nin bu gaye ile memleketin bütün şairlerini bir marş güftesi yazmaya dâvet ettiği bu ilânda:
“a. Türk devletinin ebediliğini, Anadolu Millî mücadelesinin ruhunu Türk’ün İstiklâl aşkı ile dile getirecek bir millî marş güftesinin yarışmaya açıldığı.
b. Yarışma sonucunda birinci gelen eserin besteleneceği.
c. Marş güftelerinin 3 ay içinde 21 Aralık 1920 tarihine kadar Ankara’ya Maarif Vekâletine gönderilmesi gerektiği.
d. Yarışmaya katılacakların ad ve adreslerini ayrıca kapalı bir zarfa yazarak güfteleri ile birlikte göndermeleri.
e. Yarışma sonucunda kazanan güfteye 500 lira mükâfat verileceği” bildiriliyordu.
Maarif vekilliği müsabakayı ve şartlarını ilân etmişti. Fakat vekilliğin istediği marşı kim yazacaktı? İstanbul’da kalan şairler, Anadolu’nun o zamanki heyecanı içinde bulunmadıkları için yazamazlardı. Anadolu’da bulunanlar bu heyecanı duyuyorlar ve görüyorlardı, ama gerçekten enerji ve kuvvet oluşturacak bir eser ortaya koyacaklar mıydı? Bu şüpheli görünüyordu.
Fakat bu ilân üzerine kısa denilebilecek bir zaman içerisinde memleketin dört bir yanından vekâlete şiirler gelmeye başladı. Süre bitmiş, yarışmaya 724 eser katılmıştı. İçlerinde kıymet taşıyanlar olmakla birlikte hiçbiri aranan özellikleri tam olarak taşımıyordu.
Özellikle de edebî zevki olan Hamdullah Suphi Bey bunlardan hiçbirisini yeterli görmüyordu. Yani arzu edilen şiir bulunamamıştı.
En önemlisi de yarışmaya katılanlar arasında Âkif’in olmamasıydı.
Bundan sonrasında da; Hasan Basri Çantay ve Hamdullah Suphi’nin ısrarları ve güvenceleri ile son derece zor şiir yazabilen Mehmed Âkif, konulan 500 liralık ödülü almamak kaydıyla 48 saat gibi kısa bir sürede İstiklâl Marşı şiirini yazdı… Mecliste 4 defa okunan bu şiir, ayakta ve göz yaşları içerisinde dinlendi… Salondaki herkesin coşkusu yükselmiş, zafere olan inançları artmıştı…
Bir şiir bir milletin kaderinde ancak bu kadar rol oynayabilirdi!
Şimdi geliyorum, sizleri biraz düşündürtmek istediğim konuya!
Az önce; “İstanbul’da kalan şairler, Anadolu’nun o zamanki heyecanı içinde bulunmadıkları için yazamazlardı.” diye bir cümle geçti…
Bu cümle öylesine okunup geçilecek bir cümle değil!
Sizlere burada edebiyat tarihi dersi vermeye de asla niyetim yok…
İşte tam da o günlerde İstanbul’da bulunan ve; başta güzel kadınlar olmak üzere, ota böceğe hatta sise dumana şiirler yazan şairleri hatırlayın…
O şairlerin, millî marş yazılması için açılan yarışmaya neden katılmamış olabileceklerini düşünün!
İstanbul’un işgal altında bulunduğu o meş’um günlerde Sebilürreşad’ında mücahedesini sürdüren Âkif’in, Mustafa Kemal’den aldığı dâvet üzerine 14 günlük çileli bir yolculukla Ankara’ya gidip oradan da Anadolu yollarına düşüşünü düşünün bir de!
Aradan sadece 3 sene geçer… 23 Nisan 1920- 29 Ekim 1923… Daha sonra 1924 içinde ikinci meclis oluşturulur… Birinci Meclis’in Burdur Mebusu olan Mehmed Âkif yeni mecliste yoktur!
Ama İstanbul’un işgal günlerini İstanbul’da geçiren şairler artık Ankara’ya gelmeye başlamıştır…
Aslında bu nokta üzerinde bol bol düşünmemiz lâzım…
Azerbaycan’ın ve Türk şiirinin büyük ustalarından Bahtiyar Vahapzade’nin; “ Beni şair yapan milletimin derdidir.” diyordu bir söyleşisinde…
Milletinin derdiyle dertlenmek!
Hadi o isimleri tesbit edin… Yan yana isimlerini yazın… Millî Mücadele günlerine denk gelen tarihlerde onlar neler yazmış?
Edebiyat tarihlerimizin çoğunda Âkif’ten geniş yer bulanların da aralarında bulunduğu bu şairlerimiz o günlerde işgal İstanbul’unda nasıl yaşamışlar? Sonraki Ankara günlerinde neler yazmış, bugün bile dillerden düşmeyen hangi marşlara imzalar atmışlar… …
Düşünün, düşünün, düşünün…
Düşünceden korkanlar olabilir…
Ama yine de siz düşünmekten korkmayın dostlar…
Düşünün, düşünün, düşünün!
TEŞEKKÜR: Geçen haftaki yazım üzerine; özellikle taa USA’dan mesaj yollayan sevgili Muhammed Çakır kardeşim başta olmak üzere; internet yoluyla mesaj yollayan, telefonla veya yüz yüze görüşmelerimizde geride kalan yıllardan dolayı kutlayan bütün dostlara teşekkür ediyorum. Moral veren sözleri için şükranlarımı sunuyor, iltifatlarına lâyık olma gayretimin artarak devam edeceğini belirtiyorum bir kere daha… Çok kişi başlangıcın “müvezzi”likten sayılması gerektiğini söylüyor… Desenize yıl sonunda basında 40 yılı devireceğiz… Vay vay vay! Allah utandırmasın…
17.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Ali KAYA |
Siyasal kavramlar |
|
Yunan ayaklanmasından sonra Osmanlı devletinde dış ilişkileri yüzyıllardır yürüten Rum çevirmenlerin işlerine son verilir. Sarayda yabancı dil öğrenme ihtiyacı doğunca acele olarak “Tercüme Odası”nda biraz dil öğretilir. Daha mükemmel öğrenmeleri için de Avrupa’ya, yani Fransa’ya gönderilirler. Fransa’dan dönen Osmanlı gençleri dönüşlerinde Fransız Devriminin rüzgârlarını yurda taşımaya başlamışlardır.
Mustafa Reşit Paşa bu gençlerden birisidir. 1834 yılında Paris’e gönderilmiştir. Bu tarihten sonra Batıya dil öğrenmek için gönderilen genç Osmanlılar ülkeye hürriyet, eşitlik, ulus, vatan, hukuk kavramlarını ve beraberinde de birçok yeni âdetleri getirmişlerdir. Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavî gibi Tanzimat aydınları ile birlikte Osmanlı düşünce hayatı yeniden şekillenmeye başlamıştır.
Mustafa Reşit Paşa “Liberte” kavramını “Serbestî” şeklinde ifade ediyordu. Sadık Rıfat Paşa bunu Arapça olan “Hürriyet” kavramı ile ifade etmeye başlamıştır. Bu kavram 27 Mayıs 1960 ihtilâlinden sonra “Özgürlük” olarak değiştirilmiştir. Azerîler ise günümüzde bile “azadlık” olarak değiştirmeden kullanmaktadırlar. Aynı şekilde “culture” kavramı önce Arapça “maarif” olarak dilimize girmiştir. “Maarif-i garbî” Osmanlıcada “Batı kültürü” anlamına geliyordu. Daha sonra bu kelime “Eğitim” anlamında kullanılmaya başlayınca kültüre “irfan” denmiştir. Ziya Gökalp ise kültüre “hars” demekteydi.
Yine devlette kuvvetler ayrılığını ifade eden “Constitution” kavramı mecliste meselelerin görüşüldüğü “Meşveret” ve “Şûrâ” şeklinde ele alınmış ve “Meşrûtiyet” kavramı ile Osmanlı literatürüne girmiştir. Anayasa kavramı da önce “Kanun-u Esasi” olarak ifadesini bulmuştur. Anayasal düzenlemeleri de “Tanzimat” olarak ifade etmişlerdir. Padişah fermanları devrinin bitmesi ve yasal düzenlemelerle devlet idaresini de “Tanzimat Fermanı” ifadesi ile siyasî hayata sokmuştur.
Bu bağlamda şeriat ile idare edilen devletin, şeriattan ayrılmadığını ifade etmek için dinin emri olan meşveret ve şûrâyı ifade eden “Meşrûtiyet” ve meşveret üyelerinin oturumlarını “Meclis” olarak, yapılan görüşmeleri de “Şûrâ” olarak dillendirmişlerdir. Bundan dolayı 1878’den sonra kurdukları yeni yönetim biçimine “Meşrûtiyet” yani şeriatın kabul ettiği, halifenin danışma meclisi olarak gördüğü bir sistem mânâsında kullanmışlardır. Şura meclisinin görevi de “Devlet-i Âliyenin idare-i umumiyesini yürütecek kavânîn ve nizamatın usul-ü esasiyesini müzakere etmek” olarak belirlenmiştir.
Kanun-i Esasi ve Meşrûtiyet daha sonra “Cumhuriyet” ve “Demokrasi” kavramları ile ifade edilmeye başlamıştır. Bu kavramlar aynı mana ve mahiyeti ifade ettikleri için “Tebeddül-ü esmâ ile hakaik tebeddül etmez” kuralı gereği Bediüzzaman “Meşrûtiyet” kelimesi yerine “Cumhuriyet” ifadesini koymuştur. (Divan-ı Harb-i Örfî, 1993, s. 65) Yine “Cumhuriyet ve demokrat mânâsındaki Meşrûtiyet ve Kanun-u Esasi denilen adalet, meşveret ve kanunda cem-i kuvvet” (Divan-ı Harb-i Örfî, 69) ifadelerini beraber kullanarak içlerini doldurmuştur.
Kelimeler ve kavramlar, içlerini dolduran mânâları ifade eden kalıplardır. Önemli olan kalıp değil, içinde taşıdığı ruh ve anlamdır. Mevsimlere göre elbiseler değişir; ama onun içindeki hakikat değişmez. Lâzım olan da içlerinde taşınan hakikat, mânâ ve mahiyettir. Bediüzzaman bir ruh ve mânâ adamı olarak kavramların içini doldurmaya çalışmış ve bunu gerçekten başarmıştır. Cumhuriyeti de “mânâsız isim ve resim olmaktan çıkararak” bu kavramın içini “adalet, meşveret, hürriyet ve kanun hâkimiyeti” ile doldurmuştur.
Bizim görevimiz ise anlayıp anlatmak ve hayata hâkim kılmaya çalışmaktır.
17.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Vehbi HORASANLI |
Namaz vakti girince |
|
Değerli yazarımız Şaban Döğen’in “Namaz zaferi” isimli yazısını okuyunca, aklım ister istemez yıllar öncesine gitti. Yazıda geçen ihtida etmiş Prof. Lang’ın yaşadığı ilk namaz tecrübesini ben de yaşamıştım zira.
“Yahu o adam Amerikalı, sen Türksün be adam” diye, bir soru akla gelebilir. Zaten yazıyı ilginç kılan nokta da burası. İbretli bir hadise olması sebebiyle okuyucularımla paylaşmak istiyorum.
Bundan 26 yıl önceydi. Askerî okula henüz girmiştim. İntibak kampı adı verilen bir dönemi yaşıyorduk. Dönem sonunda askerî okul öğrencisi olup çıkacaktık.
O güne kadar namazlarımı kılmış, hemen hemen hiç aksatmamıştım. Lâkin şimdi yapılan telkinler sonucu namaz kılmakta tereddüt geçiriyordum.
Çevremdeki birçok kişi “Namazlarını evinde kıl, açıktan kılarsan okuldan atılırsın” diye, güya benim iyiliğim için, tavsiyelerde bulunuyordu. Okul arkadaşları da aynı fikirdeydi. Burası askerî okuldu. İhtilâl yapan ve cumhurbaşkanlığı makamına oturmuş kişiyi dinlemek gerekirdi. Zira irtica en önemli tehdit idi. Güya namazını kılan insanlar “irtica” suçu işliyorlardı.
Fakat okuduğum kitaplar, onları dinlememem gerektiğini söylüyordu. Başta Peygamber Efendimiz (a.s.m.) “Namaz dinin direğidir” diyor, Kur’ân’da yüzden fazla yerde namazı kılmamız emrediliyordu.
Söylendiği gibi, namazı hafta sonu kaza etmek çok yakışıksızdı. Buna, aklı başında hiçbir insan “olur” diyemezdi. Kaza denilen şey, uykuya kalıp geçen namazlar için geçerliydi. Namazın farzlarından bir tanesi de “vakit” idi, vakti girince namazı kılmak bir borç, hatta zimmet idi.
O ikilemle mücadele ederken, namaz vakti girmiş, namaz kılmam gerekmişti. Yatakhane koğuşunda boş bir alan bulmuş, namaz kılmaya hazırlanmıştım. Fakat, aynen henüz Müslüman olmuş Jefri Lang gibi, kalbim hızla çarpıyordu.
Acaba insanlar bunu nasıl karşılayacaklardı? O dönemde moda olan askerî okul öğrencilerini okuldan atmak için bir fırsat daha mı çıkıyordu?
Aynı heyecanı yaşıyor olsak da, benim durumum ihtida etmiş profesörden çok daha farklıydı. Zira, ben namaz kılmaya alışmıştım. Fakat bunu yapmadığım zaman, sanki birisi boğazımı sıkıyormuş gibi bir hale giriftar oluyordum. Bu hal, okuldan atılmaktan daha fenaydı. Ne olursa olsun, namazımı kılıp rahatlamam gerekiyordu.
Tevekkeltü Alellah deyip namazıma başladım. Çok heyecanlıydım. Şimdi birisi çıkıp “Ne o Vehbi namaz mı kılıyorsun?” diyecek diye, bir an önce namazımı bitirmeye çalışmıştım.
Beni gören oldu mu bilmiyorum, lâkin namazımı kıldıktan sonra üzerimden büyük bir yükün kalktığını hissettim. O kadar çok rahatlamıştım ki, okuldan atılmak bir yana, işkence bile yapılsa vazgeçmeyecektim. Zira o an yaşadığım mutluluğu, belki de hiç yaşamamış ve belki de yaşayamayacaktım.
Evet, namaz kılmak; ruha safa, cana şifâdır. Hem ne oluyor ki, bu güzel ibadetten mahrum kalıyoruz? Her şeyden önce aşağıda sıraladığım nimetleri veren Rabbimize şükür borcumuz yok mu?
Şunu iyice bilmeliyiz ki, Allah’ın bize vermiş olduğu hayat nimetine karşı namaz kılmak karşılık bile olamaz.
Bir kere yoktan var edilmiştik. Yokluk karanlıklarından varlık âlemine çıkmıştık. Bize verilen vücut nimeti “kimse sahip çıkmamış da ortaya atılmış bir mal” değildi. Var olmak büyük bir lütuftu.
Var olmakla kalmamış canlı bir vücudumuz olmuştu. Bu da bir yana, vücudumuz bitkiler gibi sabit değil, hareket etme kabiliyetine sahipti.
Daha da güzel olanı, canlıların en mükemmeli insan olarak yaratılmıştık. Biz, düşünen duyguları olan ve de şuur sahibi bir varlıktık.
Bütün bunlardan daha güzel olanı ise, Müslüman bir anne ve babadan doğmuştuk. Bu ise, en büyük bir nimetti. İki rekât namaz kılmak ile bu büyük nimete karşılık vermek ne mümkündü.
Daima şükretmek ve Allah’ın vermiş olduğu nimetlere karşı alnımızın yerden kalkmaması bile gerekirdi. Fakat nefis ve heva günde beş vakit namazdan alıkoyuyordu işte.
Cenâb-ı Allah cümlemize son nefesimize kadar iman ile yaşamak ve mü’minlerin miracı olan namazı lâyığı veçhile kılmayı nasip etsin…
17.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Güzelliklerle dolu bir dünya |
|
İnsan bilmediği şeye düşman olurmuş. İslâmı tanımadığı için düşman kesilen kimse ise ne kadar acınacak haldedir. İslâmın güzelliklerinin bir farkına varsaydı ne kadar büyük bir kayıp içinde bulunduğunu anlamakta gecikmezdi.
İslâm, mensupları için öyle bir tablo çizer ki akıl, fikir, duygular durur âdetâ. Güzelliklerin paylaşıldığı bir dünya… Kişi sadece kendini düşünmüyor. Kendisi için istediğini diğer insanlar için de istiyor. Herkesin ihtiyaçları karşılansın, mutlu olsun, huzur bulsun diyor. Her taraf sevgi, saygı, şefkat, merhamet, barış, hoşgörü, yardımlaşma ve dayanışma duygularıyla dolu. Tekvücut olmuş bir toplum. Birinin acısını diğeri de duymakta. Sevinçler, mutluluklar paylaşılmakta.
Kavgaya, gürültüye yer yok o toplumda. Ne güzel söylemiş Hafız-ı Şirâzî: “Dünya çekişmeye değecek değerde bir metâ değildir.” Çünkü fanî ve geçici olduğundan kıymetsizdir. Koca dünya böyle ise, dünyanın cüz’î işleri ne kadar ehemmiyetsiz olduğunu anlarsın.1
Kâinatın Efendisi de (asm) o melekmisâl insanların bir özelliğini şöyle anlatıyor: “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, iman etmedikçe Cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de tam iman etmiş olamazsınız.”2
Sevginin hakim olduğu bir toplum… Herkes birbiriyle kardeş. Kimse kimseye zulmetmiyor, haksızlık yapmıyor; kardeşini haksızlık yapanın eline bırakmıyor. Onun ihtiyaçlarını da kendi ihtiyaçları gibi görüyor, yardımına koşuyor, destek veriyor. Bir derdi, bir sıkıntısı varsa hemen yanında oluyor. Kimse kimsenin ayıp ve kusurlarıyla uğraşmıyor. Biri üzüntü içinde mi, kendi üzüntüsü gibi kabul ediyor ve üzüntüsünü gidermeye çalışıyor. Bir kardeşinin borcu mu var, hemen yanında beliriyor ve gücü ölçüsünde yardımına koşuyor. Böylece Allah’ın yardımına kavuşacağına inanıyor. Çünkü Resûl-i Ekrem (asm), “Kim bir mü’min kardeşinin yardımına koşarsa Allah da ona yardım eder” buyurmuş. Kur’ân da bu tür yardımlaşmayı emrediyor. İyilik ve takvada yardımlaşılacak; günahta ve düşmanlıkta ise aslâ. Şöyle buyuruyor Kur’ân: “Birbirinizle iyilik ve takvada yardımlaşın; günahta ve düşmanlıkta yardımlaşmayın. Allah’tan korkun. Muhakkak ki Allah’ın azabı pek şiddetlidir.”3
Böylesine güzelliklerin bulunduğu, barış ve kardeşlik rüzgârlarının estiği; sevginin, saygının hükmettiği, yardımlaşma ve dayanışmanın taban tuttuğu bir toplumda hiç Cennet hayatı yaşanmaz mı?
Böylesi bir Cennete herkesin ihtiyacı var.
Dinimize dört elle sarılmak zorundayız.
Dipnotlar:
1- Mektûbât, s. 258.
2- Riyâzü’s-Sâlihîn Terc., 1:410; Hadis no: 379 (Müslim’den).
3- Maide Sûresi: 2.
17.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Falan bey, filan hoca, filan efendi Nur Talebesi mi? |
|
Zaman zaman, “Falan beyefendi, filan hocaefendi Nur Talebesi mi?” şeklinde soru yöneltilir. Bunu bize değil, Bediüzzaman’a sormalıdır. Bediüzzaman, Risâle-i Nur’la hayatta. Nur dairelerini orada izah eder:
Bir insan Nur dairesine, sırf Kur’ân-ı Hakîmin dellâlığını yapmak için girmeli. Bu kapıdan girenleri, ale’r-re’si ve’l-ayn (baş göz üstüne) kabul ettiğini ifade eden Bediüzzaman, Nur dairesindekileri üçe ayırır: Ya dost, ya kardeş, ya talebe olur.
Dostun özelliği ve şartı: Kesinlikle Sözler’e (Risâle-i Nur’a) ve Kur’ân nurlarına dair olan hizmetimize ciddî taraftar olmak; Nurlardan istifade etmeye çalışmak; haksızlığa, bid’alara (İslâm’dan olmayan, fakat İslâma sokuşturulmuş yanlışlara, hurâfelere) ve dalâlete kalben taraftar olmamak.
Kardeşin özelliği ve şartı şudur: Hakîki olarak Sözler’in neşrine ciddî çalışmak; beş vakit farz namazını edâ etmek; yedi kebâiri (büyük günahları) işlememektir.
Talebeliğin özelliği ve şartı şudur: Sözler’i kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıkmak; onları hayatının en önemli vazifesi bilmek; ve onları neşretme hizmetini yapmak.
Bu üç tabaka, onun üç şahsiyetiyle ilgili ve irtibatlıdır, şöyle ki:
- Dost; şahsî ve zatî şahsiyeti,
- Kardeş; kulluğu ve ibadeti,
- Talebe ise; Kur’ân-ı Hakîmin dellâlı cihetinde ve hocalık vazifesindeki şahsiyetiyle…1
Diğer taraftan, Risâle-i Nur cemaatinin erkânlar, sahipler, haslar, nâşirler, talebeler ve taraftarlar gibi tabakâtlardan müteşekkil olduğunu beyan eder ve özelliklerini şöyle sıralar:
“Erkân dairesine liyakati olmayan, Risâle-i Nur’a muhalif cereyana taraftar olmamak şartıyla, dâire haricine atılmaz. Hasların hasiyeti, zıt bir mesleğe girmemek şartıyla, talebe olabilir. Bid’a ile amel eden, kalben taraftar olmamak şartıyla dost olabilir. Onun için, az bir kusur ile düşman sınıfına iltihak etmemek için dışarıya atmayınız. Fakat, Risâle-i Nur’un erkânlarında ve haslarındaki esrarlar ve nazik tedbirlere, onları teşrik etmemek gerektir.”2
Dikkat edilirse, burada, dairelerde yer alanların pozisyon ve duruşları gayet net bir biçimde ortaya kondu: “(Risâle-i Nur’a) muhalif cereyana taraftar olmamak, zıt bir mesleğe girmemek, bid’alara kalben taraftar olmamak.”
Bunlar, felsefik veya siyâsî cereyanlar da olabilir; Risâle-i Nur’un hizmet anlayışına ters bir metot benimsemek veya çığır açmak şeklinde de tezahür edebilir. Bir kısım cerbezecilere aldanmamak için şu uyarıyı yapar Bediüzzaman:
“Çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u imaniyedeki fetvâ vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir hisle, şerh ve izah haricinde bir şey yazsa, soğuk bir muâraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer.”3
Risâle-i Nur’u okumak, istifade etmek ayrı şeydir, meslek ve meşrebine, yani çizdiği hizmet stratejisine sadık kalarak hizmet etmek ayrı şeydir. Hatta, onu âlet etmek ayrı şeydir. Dolayısıyla bu dairelerde yer alanların kimi zaman Risâle-i Nur prensiplerine aykırı duruş ve düşünceleri olabilir. Elbette ehl-i insaf, bunların Risâle-i Nur’dan kaynaklanmadığını bilir. Akl-ı selim, meslek ve meşrebi şahıslarla değil; şahısları meslek ve meşrebin prensipleriyle ölçer, mihenge vurur.
Özellikle şu noktaya da dikkat kesilmeli: Bediüzzaman’ın, “Süfyan ve deccal” diye vasıflandırdığı ve her namazda okunan tesbihatta şer ve fitnesinden Allah’a sığındığı birisi için; “Dine hizmet etti, büyük adamdı, ona lâf ettirmem!” denirse, bu Nur talebeliği ile bağdaşır mı?
Veya, Üstadın, meşveret/hürriyet üzerine kurduğu hizmet sistemi kabul edilmeyip, “modern tarikat” yolu benimsenirse; “muhalif cereyana taraftar olunmuş ve zıt bir mesleğe girilmiş” olmaz mı?
Başta kendimizi, sonra başkalarını bu mihenklere vurup test etmeliyiz.
Dipnotlar:
1- Mektubat, s. 329-330.; 2- Kastamonu Lâhikası, s.188.; 3- Mektûbât, s. 413.
17.02.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Başörtüsü yasağının erkekler boyutu |
|
“Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde asistanken, kapıda bekçilik yapardık. Terör vardı, ortalıkta kan gövdeyi götürüyordu, ama bize verilen talimat ‘Başörtülü kızları almayın!” şeklindeydi. Sağ-sol çatışıyor, üç tane kız gelmiş, başörtülü diye bunları almıyorsun. Bu mantıken de saçma, uygulama olarak da saçmaydı. Ben her şeye rağmen bu kızları aldım içeri. Hatta o dönemde sıkıyönetim vardı, askerlerle de atıştık bir süre. Sonunda atıldım üniversiteden.”
Akşam gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Dr. Serdar Turgut kendisiyle yapılan sohbette bir akademisyen olarak 1980’li yıllardaki mağduriyet hatıralarını böyle aktarıyordu. Gerçekten o dönemde sadece başörtülüler değil, üniversitede öğretim üyeleri de pek çok haklarından mağdur oldular…
Hatırasını okuduğumda hep anlatıla gelen bir aile hikâyesi geldi aklıma.
Kıyafet inkılâbının en sert şekilde uygulandığı yıllarda, İstanbul’da polis olarak vazifeli bir dede dostu, sağlık gerekçesiyle görevinden istifa eder! Ama ahbaplarına anlattığı asıl istifa gerekçesi başkadır. Polislerin kadınların kıyafetine müdahale etmesi istenmektedir. “Kadınların, kızların örtüsüyle, mantosuyla uğraşmaktan ar ederim!” diyerek yoğun bir strese giren polisin gerçekten de sağlığı etkilenir bu durumdan. Maddî sıkıntı çekmeyi göze alarak ayrılır çok sevdiği vazifesinden. O dönemde bir memurun vazifesinden istifası her yiğidin kârı değildir. Zira tek parti döneminde memurlar geçim şartları açısından altın devirlerini yaşamaktadırlar…
Aslında “sözlü tarih” açısından her ailede anlatılan bu tür hikâyecikler çok önemli. Onlar resmî tarihten çok daha sıcak ve samimiler. Çünkü gerçekten yaşanmışlar.
Serdar Turgut gibi, hatıraları gazete sayfalarında sohbetlerin satır aralarında ya da dost sohbetlerinde yok olup giden o kadar çok ilginç olay var ki…
Sözgelimi, 1980’li yıllarda ya da 28 Şubat sonrasında üniversitelerdeki baskı yüzünden istifa eden hocalar hatıralarını kitaplaştırsalar da okusak.
Ne hoş olurdu değil mi? Bilirsiniz, söz uçar, yazı kalır!
Ey gidi Cerrahpaşa!
Cerrahpaşa Hastanesi Türkiye’nin en büyük hastanelerinden bir tanesi. Köklü tarihinden dolayı hastane içi işleyişin artık sistemli olarak işlediğini düşünüyorsanız aldanıyorsunuz!
Sağlık problemleri yüzünden geçen üç hafta boyunca sık sık uğradığımız bu hastanedeki garip umursamazlık tablosunu, hayretle, defalarca müşahede ettik.
Ambulansla geldiğiniz hastanede hastanız sedye ile indirilecek. Kapı önünde sigaralarını tüttüren görevliler kimliğinizi danışmaya bırakarak sedye alabileceğinizi söylüyorlar. Kimliğinizi bırakarak sedyeyi danışmadan alıp hastayı ambulanstakilerin insaflı davranmasıyla diğer sedyeye indiriyorsunuz. Bu arada size hastanızı taşımak için yardımcı olabilecek görevlileri boşuna arıyor gözleriniz. Sedyeyi ilgili servise siz taşıyorsunuz. Hayat zor!..
Sizi servise indirecek asansörün bozuk olması da bu tabloyu tamamlayan işin ayrı bir yönü.
Türlü güçlüklerle ulaşabildiğiniz doktora, bu durumu aktardığınızda, “Bunu baştakilere anlatabilmek çok güç. Çünkü her şeyin mükemmel işlediğine inanıyorlar. Şartlar bizim açımızdan da çok ilkel. Ama bu durumda asıl zorluğu hastalar ve sahipleri yaşıyor!” diyor.
Bir dokun, bin ah işit misâli.
Volkan Konak, “Cerrahpaşa” şarkısını boşuna söylemiyor anlaşılan…
Cerrahpaşa Hastanesinde neler oluyor?
Diğerleri farklı mı ki acaba?
Fırıncı Abi…
Bizim Aile dergisinin Mart sayısı için yaptığımız yoğun hazırlıklardan bir tanesi de Bediüzzaman Hazretlerinin talebelerinden Mehmet Güleç, nâm-ı diğer “Fırıncı Abi” ile ilgili sohbet.
Arkadaşımla beraber gittiğimiz Nurtaşı’nda gerçekleştirdiğimiz röportaj çok hoş anekdotlarla doluydu. Anlattığı hatıralar kimi zaman gülümsetti, kimi zamansa düşündürdü bizi.
Sözgelimi Hanımlar Rehberi ile ilgili sorduğumuz soru üzerine söz üniversitelerde uygulanan başörtüsü yasağına geldi. Söyledikleri ilginçti: “Hollanda’dan gelirken uçakta gazetelerde Meral Akşener’in ‘Erkekler karışmasa, biz kadınlar bu meseleyi çoktan çözmüştük!’ dediğini okudum. Kendisine ‘Üstat Hazretleri de sizin gibi düşünüyor!’ diye bir mektup yazmayı istedim hemen. Çünkü Hanımlar Rehberi’nde Üstadımız ‘zalim erkeklerin tahakkümü yüzünden’ sıkıntı çeken hanımlardan bahseder. Gerçekten hanımlarımızın çektiği problemlerin büyük bir bölümüne erkekler sebep olmaktadır.”
Anlayacağınız üzere, sohbetimizde hanımlarla ilgili Risâle-i Nur’larda yer alan tesbitlerin son derece güncel yorumları yer almakta.
Orijinal, aktüel, esprili, bilge, mütevazı bir Nur Talebesi.
İşte Fırıncı Abiyi tarif eden kelimeler…
17.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Meleklerde ve ruhlarda tefekkür |
|
Cizre’den okuyucumuz:
*“Bediüzzaman Hazretleri semayı şenlendiren Melekler ve Rûhâniyât olduğunu bildiriyor. Bu rûhâniyât dediği bizim dünyaya gelmeden intizar salonu denilen yerde bekleyen ruhlarımız mıdır? Yoksa bizim ruhlarımız haricinde, ruhanî diye isimlendirilen Allah’ın başka mahlûkatı mıdır? Melekler ve ruhaniler tefekkür ederler mi?”
Meleklere iman, İslâmiyet’in iman esaslarından ikincisidir. Yerler ve gökler meleklerle doludur. Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle; yeryüzünün küçüklüğüyle birlikte hayat ve şuur sahibi mahlûklarla cıvıl cıvıl doldurulmuş âdeta bir hayvanlar mahşeri hüviyetinde olması, ulvî ve yüksek burçlar sahibi olan gökyüzünün de hayat, şuur ve idrak sahibi mahlûklarla dolu olduğunu bize gösteriyor.
Bediüzzaman Hazretlerine göre, adına ister melâikeler diyelim, ister ruhanîler diyelim; o şuur, idrak ve hayat sahibi mahlûklar, insanlar ve cinler gibi şu âlem sarayının seyircileri, okuyucuları ve Rubûbiyet saltanatının dellâllarıdırlar. Çünkü kâinat denilen bu âlem sarayı had ve hesaba gelmeyen güzellikler, süslemeler ve nakışlarla donatılmıştır. Böyle bir kâinat; mütefekkir, takdir edici ve kadir kıymet bilen varlıklar tarafından sonsuz şekilde tefekkür edilmeye lâyıktır. Öyle ya, güzellik elbette âşık ister. Yemek de aç olana verilir.
İnsanlarla cinler ise bu sonsuz vazifenin, şu görkemli tefekkürün ve bu geniş ibadetin hakkını verememekte; milyondan ancak birisini yapabilmektedirler. Demek bu sonsuz ve çeşitli vazifelere ve ibadetlere sonsuz melâike nevîleri ve ruhanî sınıfları lâzımdır. Nitekim yıldızlar, gezegenler ve göktaşlarından, tâ yağmur damlalarına kadar bütün varlıklar, çeşit çeşit melâikenin ve rûhânî mahlûkların bineği ve meskenidirler. Onlar bu bineklere Allah’ın izniyle binerler ve şehâdet âlemini seyredip gezerler. Yeşil kuşlar ve Cennet kuşlarından sineklere kadar her bir hayvan, cins cins ruhânî varlıkların tayyareleridirler. Onlar bunların içinde Allah’ın emri ve izni ile cismanî âlemleri gezerler, o cesetlerdeki duyguların pencereleriyle cismânî fıtrat mu’cizelerini izlerler ve tefekkür ederler.
Öyleyse anlaşılmalıdır ki, şu yeryüzünün karanlık toprağından ve bulanık suyundan, hiç durmadan letafetli hayatı ve nurlu idrak sahibi mahlûkları yaratan Hâlık Teâlâ’nın, elbette ruha ve hayata münasip göklerdeki şu ışık denizinden ve şu karanlık okyanusundan, çok muhtelif şuur sahibi varlıkları vardır; hem çok yoğun biçimde vardır. Gökler, burçlarına, yıldızlarına ve peyklerine varıncaya kadar şuur sahibi, hayat sahibi ve ruh sahibi mahlûklarla doludur.1
Göklerin ve yerlerin meleklerle dolu olduğunu Peygamber Efendimiz’den (asm) dinleyelim: “Ben sizin görmediklerinizi görüyorum, işitmediklerinizi işitiyorum. Gökyüzü gıcırdadı! Gıcırdamak onun hakkıdır! Çünkü gökyüzünde dört parmaklık bir yer yoktur ki, bir melek alnını koyarak orada secdeye kapanmamış olsun!”2
Cisimlerin muhtelif cinsleri ve karakterleri gibi, cinlerin, meleklerin ve ruhânî varlıkların da çok farklı cinslerden olduklarını ve çok değişik karakterler sergilediklerini beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, meselâ bir damla yağmura bakan meleğin, güneşte görevli melek cinsinden olmadığını kaydeder. Hazret-i Üstad, ateşten, ışıktan, nurdan, nardan, zulmetten, karanlıktan, havadan, sudan, sesten, kokulardan, esirden, elektrikten ve sair lâtîf ve akıcı maddelerden yaratılmış olan hayat, şuur ve ruh sahibi mahlûkları Kur’ân’ın, “melâike, cin ve rûhânî” olarak adlandırdığını bildirir.3
İnsanın dünyaya gelmezden önce sonsuzluk tarafında zerreler âleminde ruhlar veya zerreler hâlinde yaratıldığı ve Cenâb-ı Hakkın “Elestü birabbiküm?” (Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?) sorusuna muhatap olduğunu ve “Belâ!” (Evet; Rabb’imizsin ya Rabbi!) diye cevap verdiğini bize Kur’ân söylüyor.4 Yolculuğuna ruhlar âleminden başlayan insan ruhunun5, dünya hayatından sonra uğradığı ve mahşer için bir bekleme salonu hükmünde olan berzah âleminde—eğer sâlih ruhlardan ise—Allah’ın izniyle göklerde ve yıldızlarda gezdiği de doğrudur.6
Diğer taraftan Kur’ân’da Hazret-i Cebrail’in (as) bazen “ruh”7, bazen “rûhu’l-emin”8 ve bazen “rûhu’l-kudüs”9 sıfatlarıyla anıldığı da bir gerçektir.
Binaenaleyh, “rûhâniyât” tabirinden yalnız insanların ruhlarını değil; insanlarla birlikte dumansız ateşten, ışıktan, nurdan, karanlıktan, sesten, kokulardan, elektrikten, havadan, esirden ve bilmediğimiz akıcı ve hoş maddelerden yaratılan ve cismânî olmayan mahlûkları anlıyoruz. Bu kavramın içine insan ruhu girebileceği gibi, muhtelif cinsleriyle melekler ve cinler de girmektedirler.
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 162, 163, 467, 469
2- Tirmizî, Zühd, 7
3- Sözler, s. 469
4- A’râf Sûresi, 7/172( Tefsîri için bakınız: Sözler, s. 105)
5- Sözler, s. 35
6- Lem’alar, s. 230
7- Kadr Sûresi, 97/4
8- Şuarâ Sûresi, 26/193
9- Nahl Sûresi, 16/102
17.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Riya marazı |
|
İmanımızı, inancımızı kuvvetli, tahkikî bir hale getirmedikten sonra, mânevî hayatımızı koruma altına almak mümkün değil. Taklîdî bir imanla, görenek hâlindeki bir itikadla günahlardan, haramlardan nasıl korunabiliriz ki? Hele de bu asırda... Enâniyetlerin kavîleştiği, dünyevîleşmenin öne çıktığı, helâl ile haramların harmanlandığı, doğrulukla yalanın içe içe geçtiği bu asırda yarım yamalak, yüzeysel bir inançla nasıl ayakta durabiliriz ki?
Güçlü, tahkikî bir iman, ne derece günahlara, haramlara karşı en muhkem bir siper, en sağlam, en dayanıklı bir koruyucu ise; mum ışığı mesabesindeki zayıf ve taklidî bir iman da, kebîrelerin, haramların adeta bir dâvetçisi gibidir.
İşlediğimiz büyük veya küçük bütün günahların yegâne sebebi, zaaf-ı imandır. Gıybetin, yalanın, riyanın, enaniyetin, kibirin vs... hepsinin altında yatan ana sebep zaaf-ı imandır. Bu ve benzeri günahlardan bizi koruyan esas âmil de, güçlü bir inanç, sarsılmaz bir itikaddır.
Sözgelimi yukarıda saydığımız günahlardan, isterseniz riyayı ele alalım. Kısaca riya, inandığı gibi yaşayamama, gösteriş, ikiyüzlülük manasına geliyor. Ve bu kötü alışkanlığın önemli bir sebebi de, dediğimiz gibi iman zaafıdır. Riyanın veya riyakârlığın önü alınmasa, ciddi manada bundan sakınılmasa insanı münafıklığa kadar götürebilir. Öyle ki; riyakârlık, insanın ibadetlerini, iyiliklerini dahi iptal ettiği gibi, daha başka günahlara da kapılar açabilir.
Meselâ, bir mü’minin farzlarını, vaciplerini, sünnet-i seniyyelerini, bilhassa da dinî sembol sayılan şeâirlerini hiçbir gizliliğe lüzum kalmadan açıktan yerine getirmesinde hiçbir sakınca olmadığı gibi, hatta daha makbuldür. Bu şekilde yerine getirilen ibadetlere riyâ giremez. Ama kişide zaaf-ı iman varsa veya fıtraten riyakâr ise, bu çeşit ibadetlerine gösteriş veya riya girebilme tehlikesi vardır.
İmanı kavî olmayan insanlar, yüce Allah’ın rızasından öteye, insanların rızasını, beğenisini kazanmaya, onlara hoş görünmeyi ön planda tutmaya çalışırlar. Düşünmezler ki, Allah’ın rızasının yanında insanların rızasının veya memnuniyetinin bir değeri yoktur. İnsanı bu gibi yollara sevk eden de yine zaaf-ı imandır.
İnsanı riyaya sevk eden diğer bir sebep de, hırs ve tamadır. Şükür, kanaat, tevekkül gibi güzel hasletlerden mahrum olan insanlar fakirliklerini öne çıkarıp, insanlardan maddî bazı menfaatler sağlamak için, teveccüh-ü nâsa kapı aralayacak riyakârâne bir vaziyet takınırlar.
Bu meyanda makam-mevkî düşkünlüğü, şan ve şerefe olan meyiller, insanlara karşı üstünlük taslama, sürekli önde görünüp insanların teveccühlerini arzulama gibi hoş olmayan hâl ve davranışlar da gösteriş ve riyaya kapı aralayan sebeplerdir. Konuyla alâkalı, Bediüzzaman’ın şu tespitlerine kulak verelim isterseniz: “Hırs-ı şöhret, hubb-u cah, makam sahibi olmak, emsâline tefevvuk etmek gibi hisler ve insanlara iyi görünmek, tasannukârâne (haddinden fazla kendine ehemmiyet verdirmek) ve tekellüfkârâne (lâyık olmadığı yüksek makamlarda görünmek) tarzını takınmak ile riya eder.”
Bu ve benzeri tehlikelerden korunmanın çaresi, enemizden feragat edip, hizmetimiz, kabiliyetimiz, faziletimiz, bilgimiz ne olursa olsun, bunları hiçbir zaman nazarlara vermeden, bazen de gerilerde durmayı tercih ederek, dâvâ arkadaşlarımızı öne çıkararak, “ben” yerine “biz” demeyi alışkanlık haline getirerek, Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsini nazarlara vererek, gösteriş ve riya gibi, mânevî hizmetlerimizi lekedâr eden marazlardan kurtulabiliriz.
Unutulmamalı ki, nefis ve hevâ boş durmuyor... Cemaatin şahs-ı mânevîsi düşünülmeden, ihlâs ve uhuvvet düsturları gözetilmeden, kendi malumatlarımıza, kabiliyetlerimize, sahibi olduğumuz vehmine kapıldığımız feyizlerimize, faziletlerimize veya takvamıza güvenerek, yaptığımızı zannettiğimiz hizmetlerimizi, riya marazı akamete uğratabilir.
17.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Şevk ve himmet |
|
Münâzarat’ın sonunda yer alan ve önemine binaen İhlâs Risalesi’nin müstakil baskılarına da konulan çok ilginç bir soru-cevap var.
Âyet ve hadislerden alınan ölçülerle cevabı son derece veciz bir şekilde verilen sual şöyle:
Zindan-ı atalete düştüğümüzün sebebi ne?
“Tenbellik, boş durma, işsizlik” gibi anlamlara gelen ataletin “zindan” olarak nitelenmesi, bu önemli bahsin daha girişinde dikkatimizi çeken ve üzerinde durulması gereken bir nokta.
Demek ki, tenbellik insan için zindandan farkı olmayan bir durum. Zindandaki bir kişi nasıl bütün hürriyetlerinden mahrum ve kabiliyetlerini inkişaf ettiremez durumda ise, atalet zindanına düşen kişinin hali de ondan farklı değil.
Tenbellik, yaratılıştan insana bahşedilen üstün meziyet ve kabiliyetleri işe yaramaz hale getiriyor ve kişiyi zindanın zifiri karanlığında dumura uğratarak adeta insanlıktan çıkarıyor.
Onun için, ne yapıp edip bu zindana düşülmemesi ve eğer düşüldüyse bir an önce çıkıp kurtulmak için gayret gösterilmesi gerekiyor.
Bunun için de, insanı atalet zindanına götüren sebeplerin tesbitine ve izalesine ihtiyaç var.
Önce teşhis konulup sonra tedavi edilecek.
Sözünü ettiğimiz bahiste yapılan da bu.
Ama sebeplere geçmeden önce, iki cümleyle önemli bir hayat prensibi vurgulanıyor:
“Hayat bir faaliyet ve harekettir. Şevk ise matiyyesidir...”
Matiyye’nin anlamı, binek.
Bir başka bahiste tenbellikle geçen durgun ve hareketsiz bir hayat seyrinin “yokluk”la eşdeğer olduğunu ifade eden Üstad, burada hayatın ancak hareket ve faaliyetle anlam kazanacağını belirtirken, anahtar kavramın şevk olduğunu bildiriyor.
Popüler söylemde “yaşama sevinci, hayata tutunma” gibi ifadelerle anlatılmaya çalışılan mânâyı Bediüzzaman bu sözlerle dile getiriyor.
Lâhikalarda, hizmet erbabında bulunması gereken hasletler sıralanırken sık sık yer verilen “âzamî şevk” prensibi, insanı Hakkın rızasına ulaştıracak en kısa ve kestirme yolun dört temel esasından biri olarak, “şevk-i mutlak” tabiriyle ifade ediliyor. Diğerleri acz-i mutlak, fakr-ı mutlak ve şükr-ü mutlak. (Mektubat, s. 25)
Demek ki, fıtratımıza konulan, ama modern psikoloji biliminde henüz esamesi okunmayan “şaika” hissinin (a.g.e., s. 333) tezahürü olan şevki en zor şartlarda bile sarsılmayacak bir motivasyon kaynağı olarak doğru kullanmamız, ubudiyet vazifemizi ve onun üzerine bina edeceğimiz manevî hizmetleri lâyıkıyla yerine getirebilmemiz açısından da son derece önemli.
“Zindan-ı atalet” bahsinin devamında, şevkle bağlantılı olarak geçen bir kavram daha var:
Himmet. Yani gönülden gelen gayret hissi.
Ancak insanda bu hissin potansiyel olarak var olması yetmiyor; uygulamaya da yansıması gerekiyor. Lâhikalarda yer yer geçen “himmeti uzun, eli kısa” ifadesi, bu mânâyı çok veciz ve çarpıcı bir şekilde dile getiriyor. Gönlümüzde mevcut olan gayret hissini aktif hizmetlerle bilfiil hayatımıza intikal ettirmeliyiz ki, Üstadın bu çok ince ve nükteli dokundurmasının muhatapları arasında bizler de yer almayalım.
Bunun için ise, hizmet yoluna çıkarken bindiğimiz şevk bineğinden asla inmememiz ve ne olursa olsun şevkimizi kaybetmememiz şart.
17.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Baş açma merasimleri |
|
Son sıralarda Türkiye’de baş açma merasimleri yaşanmaya başlandı. CHP’ye paralel simalardan biri olan Tuncay Özkan geçenlerde böyle bir merasim icra etti. Yaşlı bir kadını kürsüye dâvet ederek milletin huzurunda başını açtırdı. Merasimin tek eksiği, ‘aç aç’ temposu ve tezahüratlarının olmamasıydı. Sıhhiye Meydanında kalabalıkların huzurunda Tuncay Özkan’ın yaptığına ne demeli? Bu neyin göstergesi?
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan kadının başının zorla açtırıldığını söyledi. Aslında bu tasvir dakik değil. Kadına kimse başını zorla açtıramaz. Ama ortada çok yönlü bir şikenin olduğu da aşikâr. Olayın kahramanı Naile Aksoy besbelli ki gönüllü bir denek. Zaten gelenek ve anane olarak taktığı başörtüsünü böyle bir merasime kurban etmeye dünden hazır ve razı bir hanımımız. Nedense başbakana da böyleleri çatıyor. Başbakanın başının belâlıları nedense hep Mersin’den çıkıyor. ‘Anamızı ağlattınız’ diyen Mersinli çiftçi Mustafa Kemal Öncel’e Başbakan: “Lan artistlik yapma! Ananı da al git buradan. İyi bir san'atçısın” diye hitap etmişti.
İkinci vak’adaki Naile Aksoy da Mustafa Kemal Öncel’in hemşehrisi. Başbakanın konuşması olayın şokuyla yapılmış ilk değerlendirmeler. Hâliyle ölçülüp biçilmeden sarfedilen kalıba girmeyen ifadeler. Aceleyle, tehalükle söylenmiş sözler. Lâkin bayan da Tuncay Özkan’ın yüzünü kara çıkarmamış ve ondan daha ateşli bir biçimde kendisine biçilen rolü fevkalâde bir maharet ve yetenekle oynamıştı. Üstelik demişti ki, “Ben başımı kendi irademle açtım. Bir ana olarak öğüt veriyorum. Başbakan, Menderes’i unutmasın...” Açıp açmayacağını paşa gönlü bilir, ama iş o kadar masumâne değil. Açma kampanyasına alet olduğu gibi, başbakana karşı, sanki muayyen mihrakların militanı gibi hitap ediyor. Başbakan bu olaydan sonra şöyle konuşmuştu: “...Onun başından başörtüsünü çekip çıkartmayı hangi insanî anlayışla bağdaştırıyorsunuz?”
Bunun üzerine Tuncay Özkan’ın meşrebinden olduğu açıkça belli olan Naile Hanım şöyle konuşacaktır: “Başbakan saptırmasın. Ben kendi inancımla, Atatürk’e olan inancımla başörtüsünü çıkardım. Benim başımdaki başörtüsü, onlarınki türban. Benim başörtümle uğraşmasın. Tuncay’ı suçlamasın, ben başımı kendim açtım. Bunlar dini istismar ediyorlar. Bir ana olarak öğüt veriyorum. Başbakan, Menderes’i unutmasın. Milleti rahat bıraksın. Türkiye’yi bu türbandan kurtarsın...”
Teyze iyi hoş konuşmuş da, biraz saded dışına düşmüş. Zira bildiğimiz kadarıyla Tuncay Özkan ve CHP’liler zaten Anadolu kadınının başörtüsüne ilişmiyorlar ve sahip çıkıyorlar—kendi ifadeleriyle—bir alıp veremedikleri yok. Onların derdi, güya türbanla, ama nasıl olduysa türban yerine yine başörtüsünü açtırdılar. Galiba kendi deyimleriyle, türbanlı bir konu mankeni bulamayınca, eldekiyle idare etmişler. Onlar türbanı çıkartacağız derken, yine halt ettiler ve baltayı taşa vurdular ve başörtüsünü çıkardılar ve ters köşeye yattılar. Yüzlerine gözlerine bulaştırmak diye herhâlde buna derler. Çarşaflı provokasyon beklenirken böylesi de yine baş göz üstüne.
***
Maalesef bu tarz ‘aç, aç’ merasimleri sadece Türkiye’ye özgü değil. Arap âlemi de bu kampanyalardan nasipdar olmuş. Şarku’l Avsat yazarlarından Halit Kıştini, 7/2/2008 tarihli ‘Eyyamu nez’il’l hicap/başörtüsünü açma günleri’ başlıklı makalesini bu konuya hasretmiş, ayırmış. Halid Kıştini de Osman Şirin gibi ‘o mesut günler’in hasretiyle yanıp tutuşuyor mu nedir bilinmez ama günümüzdeki baş örtme veya kapama tutkusu yerine Irak’ta ve bahusus Bağdat’ta 1940’lı ve 50’li yıllarda baş açma merasimlerinin yaşandığını yazıyor. Bu çığırı Mısır’da Hüda Şaravi açmıştı. Demek ki kendi ideolojleri açısından Osman Şirin ile Tuncay Özkan ters günlerde dünyaya gelmişler. Talihlerine küssünler. O sıralarda Irak’ta Tuncay Özkan gibi yol başlarını tutmuş ve ikna odacıları gibi görev yapan kimileri A’zamiye veya benzeri semtlerde başörtüsü avcılığı yapmaktadırlar. Ve baş açma merasimleri genellikle okul önlerinde icra edilir. Naile Teyze gibi baş açma imtihanını başarıyla tamamlayanlar kuvvetli bir alkış eşliğinde kutlanırmış.
Doğrusu, şimdi buna modern günlerde ‘cesaret’ diyorlar. Bu cesareti gösterenlere aslında cesaret madalyası da verilmeli. Başlarını açanlar şu zamanımızda cenaze merasimlerinde alkış alan tabutlar gibi alkışlara boğulurmuş. Açılanları tebrik yağmuruna tutar ve şöyle derlermiş: “Yaşa Fatıma”, “Tebrikler Semire”. Ve bunu yapanlar öpücüklere ve iltifatlara nail olurmuş. Naile teyze gibi... Galiba Tuncay Özkan’ın merasiminde bu boyut natamam kaldı.
Kız çocukları iki mahalle baskısı altında kalırlarmış. Evde aile muhafazakâr ve kızlarının açılıp saçılmasını istemiyor. Okulda da ‘aç aç’ mızıkacıları var. Bundan dolayı iki baskı arasında basınca yakalanan kızlar evlerine yaklaşınca daha önce çantalarına koydukları eşarpları çıkarır ve sessizce yeniden takarlarmış. Türkiye’deki bazı kızların, ‘musluğa döndük’ demeleri gibi onlarda musluğa dönmüşler: “Aç-kapa Artema...”
Demek ki, Şerif Mardin’in keşfiyatından önce mahalle baskısı her devirde cari imiş. Bazen evden sokağa doğru bazen de sokaktan eve doğru vaziyette. Bazen de bıçkın delikanlılar kızları bu iki arada bir derede kalma hâlinden azad etmek, kurtarmak için hafiyeler gibi sıkıştırır ve çantalarını açmalarını ve içindekini görmek isterlermiş.
***
Öğretmenler için durum daha da ağır ve çekilmez imiş. Ve bir çocuk veya çocuklar öğretmenlerinden başlarını açmasını isteseler, öğretmenin durumu, tavrı ve hissiyatı nice olabilir, siz tasavvur buyurun! İşte hem şair, hem de edebiyatçı Atike Vehbi Hazreci bu kahramanlardan biridir. Okul çevresinde hakkında bahse tutuşanlar olmuş: Acaba Hazreci başını ne zaman açacak diye. Sonunda, ‘kötü haber tez duyulur’ hesabı Atike’nin merasimle başını açacağı duyulmuş ve o beklenen gün gelip çattığında sabahtan okulun kapısına mahşeri bir kalabalık birikmiş. O güne erişen ve yetişen öğrencilerden birisi o gün yaşanan tabloyu şöyle hikâye etmekte: Öğrenciler hınca hınç okulun kapısının önüne yığıldılar. Herkes Atike’nin açılma hâlini görmek istiyor. Ve onu bu şekilde bekleyenler sonunda hüsrana uğramadılar ve muradlarına erdiler. Atike Vehbi Hazreci dış kıyafetini üzerinden atmış ve modern ve güzel fistanıyla birlikte okulun kapısında belirmişti. Bir şuh meclise gelse havasında içeriye doğru süzülmektedir. Öğrenciler nefeslerini tutmuşlardır ve etrafta birden alkış tufanı kopar. Sadece açılmakla kalmamış aynı zamanda başına tayyör de geçirmiştir. Tuncay’ın yaptığı onun yanında çok sönük kalır. Galiba bunu Osman Şirin beyle birlikte bir kez daha yaşamayı çok isteyecek ve bekleyecekler. Bence nostaljisiyle idare etsinler...
17.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Bürokrasi engellemese... |
|
MÜSİAD’ın (Müstakil Sanayici ve İş Adamları Derneği) Elazığ’da düzenlediği ve ‘gıda, tarım ve hayvancılık’ konusunun masaya yatırıldığı ‘sektör kurulu toplantısı’na katılma imkânı bulduk.
Gerek MÜSİAD Başkanı Dr. Ömer Bolat ve gerekse diğer konuşmacılar, tarım ve hayvancılık konusunun ihmal edilemeyecek kadar ‘önemli’ olduğuna dikkat çektiler. Toplantıya katılan ve MÜSİAD yetkililerinin değerlendirmesini dikkatle dinleyen Tarım ve Köyişleri Bakanı M. Mehdi Eker de benzer şeyleri söyledi. Toplantıdan çıkan ortak fikir, bilhassa Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinin, ancak tarım ve hayvancılık konusundaki yatırımlarla ayağa kalkabileceği şeklinde özetlenebilir.
Geçmiş yıllara bakıldığında, Doğu ve Güneydoğu’da bilhassa hayvancılık noktasında çok iyi dönemler yaşandığı herkesin malûmu. Öyle ki, o yıllarda Türkiye’den komşu ülkelere doğru ‘hayvan kaçakçılığı’ yaşanıyormuş. Nitekim, Elazığ Milletveliki Necati Çetinkaya, kaymakamlık döneminde yaşadığı bir hatırasını anlatırken, bölge ihracatçılarının bu ‘kaçakçılık’tan yana şikâyetlerini dinlediğini hatırlattı.
Gün geldi, en başta terör belâsı sebebiyle Doğu ve Güneydoğu’daki tarım ve bilhassa hayvancılık can ve kan kaybetti. Köyler boşaldı, geçinmekte sıkıntı çekenler büyük şehirlere göç etti ve ‘üretici’ durumundaki milyonlar, bir anda ‘tüketici’ durumuna düştü.
Bu durumun beraberinde getirdiği başka sıkıntıları bir yana bıraksak bile sadece bu netice, terörün Türkiye’ye verdiği zararı anlamak ve anlatmak için yeterli olur sanırım...
Bir noktanın da hatırlanması gerek: Kalkınmış ve zengin olmuş ülkeler, aynı zamanda tarım konusunu da ihmal etmiyorlar. Doğru, tarım ve hayvancılıkla uğraşan nüfusun sayısı az, ama bu ‘tarım’ın ‘tu-kaka’ olarak görülmesini gerektirmiyor. Zengin ülkelerin yaptığı, tarım ve hayvancılığı da şartlarına uygun bir şekilde planlamak ve programlamak. Yani, bu sektörde milyonlarca kişi çalışmıyor, ama milyarlarca kişiye yetecek kadar üretim yapılıyor. Mesele, yöntem ve anlayış meselesi…
Bizde ise, tarımla uğraşmak, sanki lüzumsuz bir iş gibi anlaşılmaya başlanmış. Şaka değil, artık köylerimizde yaşayanlar da hayvancılıkla uğraşmak yerine, çarşıdan hazır et, süt, peynir almanın peşinde. Anlayacağınız, zarar içinde zarar...
Elazığ ziyareti sırasında, bölgenin tanınmasına da büyük katkı sağlayan Mis Holding’in yatırımı olan “Misland”ı da ziyaret etmek imkânı bulduk. Mis Holding Başkanı Nihat Demirbağ’ın anlattıklarını dinleyince, ‘bürokrasi’nin Türkiye’nin önünü tıkadığına bir defa daha şahit olduk.
Tabiîki, bürokrasinin engellediği yatırımlar, sadece Elazığ’a ait bir durum değil. Türkiye’nin neresine giderseniz gidin, iş yapmak isteyen kişilerden bürokrasinin engellemelerine dair hatıralar dinleyebilirsiniz.
Mis Holding’in Elazığ’daki yatırımı gerçekten büyük bir yatırım. 350 dönüm arsa üzerine otel, alış veriş merkezi ve başka sosyal tesisler de yapılıyor. İlk bakışta, böyle bir yatırımın Elazığ’a yapılması ‘israf’ gibi de anlaşılabilir. Ama Mis Holding Başkanı Demirbağ, Dubai’yi örnek veriyor ve “Başlangıçta herkes Dubai’deki yatırımların da gereksiz olduğunu düşünüyordu. Ama onlar değil, yatırım yapanlar haklı çıktı” diyor.
Elazığ’daki bürokratik engellemelerin ayrıntısı bir yana, şu ‘bilgi’ her halde hadiseyi anlamak için yeterli olur: Bakanın ‘Emrediyorum, hemen yapılsın’ dediği işler, aylar, hatta yıllar geçtiği halde yapılmıyormuş.
Bakanları bile dinlemeyen bir bürokratik sistemin, Türkiye’ye verdiği ‘zarar’ları varın siz hesaplayın...
Lütfen, nerede olursa olsun, ‘doğru, faydalı iş’ yapmaya çalışanlara engel olunmasın...
17.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|