|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Kıyâmet Günü, o kötü azaptan kendisini güya yüzüyle korumaya çalışan elleri bağlı kimsenin hâli ne olacak? O gün zâlimlere, “Kazandığınız günahların cezâsını tadın!” denecektir.
Zümer Sûresi: 24
|
17.02.2008
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Bid'at ehli, ateşin köpekleridir.
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 622
|
17.02.2008
|
|
Tevil kaldırmaz sarih bir âyet: Tesettür
Mahkeme-i Temyizin lehimizde olarak aleyhimizdeki Afyon kararnamesini haklı ve hakikatli delillerle bozmasına bir cüz’î yardım etmek fikriyle, kararnâmede olan sehivlerden bir kısmına kısa işaretler için, aşağıda onların mahrem risâlelerden suç mevzuu diye zikrettikleri fıkraları aynen kaydedip yanlışlarını göstererek, bizi mahkûm edenleri mes’ul ederiz.
Ezcümle: Beni şiddetli ceza ile mahkûm etmek için bütün suçlarımın fihristesi olarak kararın âhirinde yazmışlar ki: “Said Nursî’nin reddettiği maddeler: Biri, saltanat ve hilâfetin ilgası.” Hem hatâ, hem sehivdir. Çünkü, İhtiyar Lem’asında “Hilâfet saltanatının vefatı beni mahzun eyledi” diye yazdığımı on beş sene evvel Eskişehir Mahkemesine cevap verdim, sustular. Mürûr-u zamana uğramış, af kanunu ve beraat görmüş ehemmiyetsiz bir hatırayı suç sayan, kendisi suçlu olur.
Hem bu mevhum suça bir senet diye, benim bir Lem’ada ve Mucizat-ı Ahmediye’de (a.s.m.), bir hadîs-i şerifte, “Benden sonra hilâfet otuz sene sürecek, ondan sonra da saltanat şeklini alacak; ceberût ve fesâd-ı ümmet meydan alacak” (Müsned, 5:220, 221, 4:273); yani, Hulefâ-i Râşidînden sonra bir fesat olacak. İşte bu hadîs üç mucize-i gaybiyeyi gösterdiğini bir eski risalemde yazmıştım. Kararname benim bir suçum olarak, “Said bir risâlede demiş: Hilâfetten sonra ceberut ve fesat olacak.”
Ey sathî heyet! Bir işaret-i gaybiyede, bu zamanımızda maddî ve mânevî en büyük bir fesad-ı beşerîyi ve zemini zîr ü zeber eden bir hâdiseyi haber veren bir hadîsin i’câzını beyan etmeyi suç sayan, maddeten ve mânen suçludur!
Hem suçlarından diye: “Tekke ve zaviyelerin ve medreselerin kapatılması ve lâikliğin kabulü, İslâmiyet yerine milliyet esaslarının konulması, şapka giyilmesi, tesettürün kaldırılması, Lâtin harflerinin huruf-u Kur’âniye yerinde cebren kabulü, Türkçe ezan ve kamet okunması, mekteplerde din derslerinin kaldırılması, kadınlara erkekler derecesinde irsiyet ve hak tanınması ve teaddüd-ü zevcatın kaldırılması gibi inkılâp hareketlerini bid’at, dalâlet, ilhaddır diyen, irtica ile suçludur” diye yazmışlar.
Ey insafsız hey’et! Eğer her asırda üç yüz elli milyonun kudsî ve semâvî rehberi ve bütün saadetlerinin programı ve dünyevî ve uhrevî hayatın mukaddes hazinesi olan Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın tesettür ve irsiyet ve teaddüd-ü zevcat ve zikrullah ve ilm-i dinin dersi ve neşri ve şeâir-i diniyenin muhafazası haklarında gelen ve tevil kaldırmaz sarih çok âyât-ı Kur’âniyeyi inkâr etmek ve bütün İslâm müçtehidlerini ve umum şeyhülislâmları suçlu yapmak mümkünse ve mürûr-u zamanı ve müteaddit mahkemelerin beraatlerini ve af kanunları ve mahremiyet ve mahrem veçhini ve hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikri ve fikren ve ilmen muhalefeti memleketten ve hükûmetlerden kaldırabilirseniz, beni bu şeylerle suçlu yapınız. Yoksa siz hakikat ve hak ve adâlet mahkemesinde dehşetli suçlu olursunuz.
Şuâlar, s. 373-74
|
17.02.2008
|
|
Toplumdaki bozulma ve muhtaç olduğumuz hakikat
Toplum hayatımıza bakıyorum da... Çarşıda, pazarda, sokakta… Hemen hemen herkes bir şeylerden muzdarip, adeta toplum toplumdan şikâyetçi hale gelmiş durumda.
Televizyonda şiddet, ailede şiddet, toplumda şiddet... Neredeyse hayatımızın tamamını adeta bir örümcek ağı gibi şiddet sarmış. Günümüz insanı, artık fazlasıyla bunalmış durumda… Dünyevîleşme hevesleri insanları esir almış gibi. Teknolojide gelinen son nokta ve bununla paralel gelişen imkânları amacına uygun kullanmayanlar, huzur ve mutluluk arayışı içindeki insanları, hızla tüketen birer canavara dönüştürüyor. Tüketime durmadan para yetiştirme çabası içinde herkes… Temel ahlâkî ve toplumsal değer yargılarından uzaklaşan ferdler, sağlıklı düşünmeyen, sormayan, sorgulamayan, üretmeyen, tüketim çılgınlarına dönüşüyor, bozulan toplumun çekirdeğini oluşturuyor.
Bunalan bu toplumun mahsülü olan gençlerin durumu ise, endişe verici boyutta. Gençlerin birçoğu üretmeden tüketmenin, kısa yoldan köşeyi dönmenin yollarını arıyor. Zaman zaman büyük bir ümitsizlik içinde “Ne olacak bu milletin hali! Bu toplum adam olmaz, bizden birşey olmaz” sözlerini hepimiz duyuyoruz.
Cemiyetin temelleri sarsılmış, insanlık âlemi huzursuz, mutsuz ve mânen hasta. Çareler arıyor çaresizce!
Oysa; hastalığımız da belli, çaresi de. Cemiyetimizin bu hastalıklarına, dertlerine yarım asır öncesinde, tâ 1944 yılında, bu günleri görmüş gibi teşhis koyan bir zat vardı.
Bu zât, Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinden başkası değil. Daha o yıllarda İslâm âleminin bugünkü çilesini, ıztırabını vücudunun her zerresinde hisseden bu zât, bakın ne mesaj veriyor günümüz insanına:
“Hem, her bir şehir, kendi ahalisine geniş bir hânedir. Eğer iman-ı ahiret o büyük aile efradında hükmetmezse, güzel ahlâkın esasları olan ihlâs, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık, rıza-i İlâhî, sevab-ı uhrevî yerine garaz, menfaat, sahtekârlık, hodgamlık (bencillik), tasannû (yapmacık), riya, rüşvet, aldatmak gibi hâller meydan alır. Zâhirî asayiş ve insaniyet altında anarşistlik ve vahşet mânâları hükmeder; o hayat-ı şehriye (şehir hayatı) zehirlenir. Çocuklar haylazlığa, gençler sarhoşluğa, kavîler (güçlüler) zulme, ihtiyarlar ağlamaya başlarlar.”1
Asrımızın mânevî doktoru Bediüzzaman Hazretleri, cemiyetimizin mânevî hastalıklarını bu şekilde ifade ettikten sonra bunlara çare olarak da şu mesajı veriyor:
“Buna kıyasen, memleket dahi bir hanedir; ve vatan dahi bir millî ailenin hanesidir. Eğer iman-ı ahiret bu geniş hanelerde hükmetse, birden samimî hürmet ve ciddî merhamet ve rüşvetsiz muhabbet ve muâvenet (yardım) ve hilesiz hizmet ve muâşeret (iyi geçinme) ve riyasız ihsan ve fazilet ve enaniyetsiz büyüklük ve meziyet o hayatta inkişafa başlarlar.
“Çocuklara der: Cennet var, haylazlığı bırak. Kur’ân dersiyle temkin verir.
“Gençlere der: Cehennem var, sarhoşluğu bırak. Aklı başlarına getirir.
“Zalime der: Şiddetli azap var, tokat yiyeceksin. Adalete başını eğdirir.
“İhtiyarlara der: Senin elinden çıkmış bütün saadetlerinden çok yüksek ve daimî bir uhrevi saadet ve taze, bâkî bir gençlik seni bekliyorlar. Onları kazanmaya çalış. Ağlamasını gülmeye çevirir.
“Bunlara kıyasen, cüz’î ve küllî her bir taifede hüsn-i tesirini (iyi bir etki) gösterir, ışıklandırır. Nev-î beşerin (insanların) hayat-ı içtimaiyesiyle (toplum hayatıyla) alâkadar olan içtimaiyyun (sosyologların) ve ahlâkiyyunların (ahlâkçıların) kulakları çınlasın.
“İşte iman-ı ahiretin binler faydalarından işaret ettiğimiz beş altı nümunelerine sairleri kıyas edilse, kat’î anlaşılır ki, iki cihanın ve iki hayatın medar-ı saadeti (mutluluk kaynağı) yalnız imandır.”2
Evet, Üstad Hazretlerinin işaret ettiği gibi; şahsımızdan başlamak üzere ailemizde ve bütün toplumda iman şuurunu güçlendirmeye çalışmak gerekir. Ve elbette ki özellikle öğretmenlerimize, din görevlilerimize çok büyük sorumluluk düşmektedir.
Cenâb-ı Allah, bütün insanlık âlemine gerçek iman şuurunu nasip etsin. Âmin.
Dipnotlar:
1- Şuâlar, s. 356
2- Şuâlar, s. 357-358
|
İbrahim Sayan
17.02.2008
|
|
Hıra mağarasından Sevr mağarasına
Hac veya umre için Mekke-i Mükerreme’ye gidenler, hac menâsikinin dışında kalan zamanlarını ziyaret yerlerine giderek değerlendirirler. Bunların başında da Hıra mağarası ile Sevr mağarası gelir. Hıra dağı ve mağarası, insanlara en doğru yolu gösteren vahiy nurunun bu dağdaki mağaraya inmiş olmasından dolayı Cebel-i Nur adıyla da bilinir. Sevr mağarası ise, Hicret’te Peygamberimizin (asm) Hz. Ebû Bekir’le tahassun ettikleri yerdir. Hatta Hıra ile Sevr arasında geçen döneme Mekke dönemi denilse isabetli bir düşünce denilebilir. Genelde bilinen durum budur.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, bu hadiseyle ilgili olarak, 19. Mektub’un 15. İşaretinde “Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ebu Bekri’s-Sıddık ile, küffârın takibinden kurtulmak için tahassun ettikleri gar-ı Hira’nın kapısında, iki nöbetçi gibi, iki güvercin gelip beklemeleri ve örümcek dahi, perdedar gibi, harika bir tarzda, kalın bir ağla mağara kapısını örtmesidir” şeklinde bir ifade kullanır. Mağaranın Sevr değil, Hıra mağarası olduğunu beyan etmektedir. Kaynakları ise; Şifâ, Beyhâkî ve Mecmâü’z-Zevâid isimli hadis kitaplarıdır. Bu hususun, bazılarının serrişte etmemesi için vuzuha kavuşturulması elzemdir.
Abdulkadir Badıllı Ağabey, bu hususu, şu şekilde vuzuha kavuşturmaktadır:
“..Fakat Kadı Iyaz ve Aliyyi Kari de, Üstad Bediüzzaman’ın kaydettiği şekilde olayı kaydetmiştir. Nesîmü’r-Riyad’ın yazarı Sihabü’l-Hafaci ise rivayeti İmam-ı Suyûtî’ye dayandırır.”1
İmam-ı Suyûtî’nin özelliklerini ise, Üstad Hazretleri şöyle beyan etmiştir: “Sonra, ehl-i keşfin tasdikiyle, yetmiş defa Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm temessül edip yakaza halinde onun sohbetiyle müşerref olan Celâleddin Süyûtî gibi allâmeler ve muhakkikler, ehâdis-i sahihanın elmaslarını, sair sözlerden ve mevzuattan tefrik ettiler.”2
Dolayısıyla bahsedilen mağara mu’cizesi, böyle kuvvetli emîn ellerden sağlam olarak bize gelmiştir. Elbette bize de kabul etmek düşer.
“Suyutî Hazretleri de bunun senedini vermemiştir. Amma herhalde, Resûl-i Ekrem (asm) Hicret için Mekke’den çıktığı gece, Henüz Sevr dağına gitmeden önce bu dağa, sonra da Sevr dağına çıkmıştır.
“Ayrıca Abdülkadir-i Geylânî (k.s.), El-Gunye adlı eserinde, rivayeti Hz. Ebû Bekir’e (ra) dayanan bir hadisten bahsederken Hicret için Hıra dağına yöneldiklerini belirtmiştir.”3
Bütün bu izahlardan sonra, Üstad Hazretleri, Hadis alanında allâme ve muhakkik olan Suyûtî gibi bir imamın ve tasavvufta zirvede olan Abdulkadir-i Geylânî gibi mübarek bir zatın nakillerini esas almıştır denilebilir.
Sanırım bu kadar izah, konuya insafla yaklaşanlar için yeter de artar bile.
Dipnotlar:
1- Risâle-i Nur’un Kudsî Kaynakları, Abdulkadir Badıllı
2- Mektûbât, s. 113-14
3- Risâle-i Nur’un Kudsî Kaynakları, Abdulkadir Badıllı
|
Mehmet Kovancı
17.02.2008
|
|
|
|