Zaman zaman, “Falan beyefendi, filan hocaefendi Nur Talebesi mi?” şeklinde soru yöneltilir. Bunu bize değil, Bediüzzaman’a sormalıdır. Bediüzzaman, Risâle-i Nur’la hayatta. Nur dairelerini orada izah eder:
Bir insan Nur dairesine, sırf Kur’ân-ı Hakîmin dellâlığını yapmak için girmeli. Bu kapıdan girenleri, ale’r-re’si ve’l-ayn (baş göz üstüne) kabul ettiğini ifade eden Bediüzzaman, Nur dairesindekileri üçe ayırır: Ya dost, ya kardeş, ya talebe olur.
Dostun özelliği ve şartı: Kesinlikle Sözler’e (Risâle-i Nur’a) ve Kur’ân nurlarına dair olan hizmetimize ciddî taraftar olmak; Nurlardan istifade etmeye çalışmak; haksızlığa, bid’alara (İslâm’dan olmayan, fakat İslâma sokuşturulmuş yanlışlara, hurâfelere) ve dalâlete kalben taraftar olmamak.
Kardeşin özelliği ve şartı şudur: Hakîki olarak Sözler’in neşrine ciddî çalışmak; beş vakit farz namazını edâ etmek; yedi kebâiri (büyük günahları) işlememektir.
Talebeliğin özelliği ve şartı şudur: Sözler’i kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıkmak; onları hayatının en önemli vazifesi bilmek; ve onları neşretme hizmetini yapmak.
Bu üç tabaka, onun üç şahsiyetiyle ilgili ve irtibatlıdır, şöyle ki:
- Dost; şahsî ve zatî şahsiyeti,
- Kardeş; kulluğu ve ibadeti,
- Talebe ise; Kur’ân-ı Hakîmin dellâlı cihetinde ve hocalık vazifesindeki şahsiyetiyle…1
Diğer taraftan, Risâle-i Nur cemaatinin erkânlar, sahipler, haslar, nâşirler, talebeler ve taraftarlar gibi tabakâtlardan müteşekkil olduğunu beyan eder ve özelliklerini şöyle sıralar:
“Erkân dairesine liyakati olmayan, Risâle-i Nur’a muhalif cereyana taraftar olmamak şartıyla, dâire haricine atılmaz. Hasların hasiyeti, zıt bir mesleğe girmemek şartıyla, talebe olabilir. Bid’a ile amel eden, kalben taraftar olmamak şartıyla dost olabilir. Onun için, az bir kusur ile düşman sınıfına iltihak etmemek için dışarıya atmayınız. Fakat, Risâle-i Nur’un erkânlarında ve haslarındaki esrarlar ve nazik tedbirlere, onları teşrik etmemek gerektir.”2
Dikkat edilirse, burada, dairelerde yer alanların pozisyon ve duruşları gayet net bir biçimde ortaya kondu: “(Risâle-i Nur’a) muhalif cereyana taraftar olmamak, zıt bir mesleğe girmemek, bid’alara kalben taraftar olmamak.”
Bunlar, felsefik veya siyâsî cereyanlar da olabilir; Risâle-i Nur’un hizmet anlayışına ters bir metot benimsemek veya çığır açmak şeklinde de tezahür edebilir. Bir kısım cerbezecilere aldanmamak için şu uyarıyı yapar Bediüzzaman:
“Çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u imaniyedeki fetvâ vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir hisle, şerh ve izah haricinde bir şey yazsa, soğuk bir muâraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer.”3
Risâle-i Nur’u okumak, istifade etmek ayrı şeydir, meslek ve meşrebine, yani çizdiği hizmet stratejisine sadık kalarak hizmet etmek ayrı şeydir. Hatta, onu âlet etmek ayrı şeydir. Dolayısıyla bu dairelerde yer alanların kimi zaman Risâle-i Nur prensiplerine aykırı duruş ve düşünceleri olabilir. Elbette ehl-i insaf, bunların Risâle-i Nur’dan kaynaklanmadığını bilir. Akl-ı selim, meslek ve meşrebi şahıslarla değil; şahısları meslek ve meşrebin prensipleriyle ölçer, mihenge vurur.
Özellikle şu noktaya da dikkat kesilmeli: Bediüzzaman’ın, “Süfyan ve deccal” diye vasıflandırdığı ve her namazda okunan tesbihatta şer ve fitnesinden Allah’a sığındığı birisi için; “Dine hizmet etti, büyük adamdı, ona lâf ettirmem!” denirse, bu Nur talebeliği ile bağdaşır mı?
Veya, Üstadın, meşveret/hürriyet üzerine kurduğu hizmet sistemi kabul edilmeyip, “modern tarikat” yolu benimsenirse; “muhalif cereyana taraftar olunmuş ve zıt bir mesleğe girilmiş” olmaz mı?
Başta kendimizi, sonra başkalarını bu mihenklere vurup test etmeliyiz.
Dipnotlar:
1- Mektubat, s. 329-330.; 2- Kastamonu Lâhikası, s.188.; 3- Mektûbât, s. 413.
17.02.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|