Yunan ayaklanmasından sonra Osmanlı devletinde dış ilişkileri yüzyıllardır yürüten Rum çevirmenlerin işlerine son verilir. Sarayda yabancı dil öğrenme ihtiyacı doğunca acele olarak “Tercüme Odası”nda biraz dil öğretilir. Daha mükemmel öğrenmeleri için de Avrupa’ya, yani Fransa’ya gönderilirler. Fransa’dan dönen Osmanlı gençleri dönüşlerinde Fransız Devriminin rüzgârlarını yurda taşımaya başlamışlardır.
Mustafa Reşit Paşa bu gençlerden birisidir. 1834 yılında Paris’e gönderilmiştir. Bu tarihten sonra Batıya dil öğrenmek için gönderilen genç Osmanlılar ülkeye hürriyet, eşitlik, ulus, vatan, hukuk kavramlarını ve beraberinde de birçok yeni âdetleri getirmişlerdir. Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavî gibi Tanzimat aydınları ile birlikte Osmanlı düşünce hayatı yeniden şekillenmeye başlamıştır.
Mustafa Reşit Paşa “Liberte” kavramını “Serbestî” şeklinde ifade ediyordu. Sadık Rıfat Paşa bunu Arapça olan “Hürriyet” kavramı ile ifade etmeye başlamıştır. Bu kavram 27 Mayıs 1960 ihtilâlinden sonra “Özgürlük” olarak değiştirilmiştir. Azerîler ise günümüzde bile “azadlık” olarak değiştirmeden kullanmaktadırlar. Aynı şekilde “culture” kavramı önce Arapça “maarif” olarak dilimize girmiştir. “Maarif-i garbî” Osmanlıcada “Batı kültürü” anlamına geliyordu. Daha sonra bu kelime “Eğitim” anlamında kullanılmaya başlayınca kültüre “irfan” denmiştir. Ziya Gökalp ise kültüre “hars” demekteydi.
Yine devlette kuvvetler ayrılığını ifade eden “Constitution” kavramı mecliste meselelerin görüşüldüğü “Meşveret” ve “Şûrâ” şeklinde ele alınmış ve “Meşrûtiyet” kavramı ile Osmanlı literatürüne girmiştir. Anayasa kavramı da önce “Kanun-u Esasi” olarak ifadesini bulmuştur. Anayasal düzenlemeleri de “Tanzimat” olarak ifade etmişlerdir. Padişah fermanları devrinin bitmesi ve yasal düzenlemelerle devlet idaresini de “Tanzimat Fermanı” ifadesi ile siyasî hayata sokmuştur.
Bu bağlamda şeriat ile idare edilen devletin, şeriattan ayrılmadığını ifade etmek için dinin emri olan meşveret ve şûrâyı ifade eden “Meşrûtiyet” ve meşveret üyelerinin oturumlarını “Meclis” olarak, yapılan görüşmeleri de “Şûrâ” olarak dillendirmişlerdir. Bundan dolayı 1878’den sonra kurdukları yeni yönetim biçimine “Meşrûtiyet” yani şeriatın kabul ettiği, halifenin danışma meclisi olarak gördüğü bir sistem mânâsında kullanmışlardır. Şura meclisinin görevi de “Devlet-i Âliyenin idare-i umumiyesini yürütecek kavânîn ve nizamatın usul-ü esasiyesini müzakere etmek” olarak belirlenmiştir.
Kanun-i Esasi ve Meşrûtiyet daha sonra “Cumhuriyet” ve “Demokrasi” kavramları ile ifade edilmeye başlamıştır. Bu kavramlar aynı mana ve mahiyeti ifade ettikleri için “Tebeddül-ü esmâ ile hakaik tebeddül etmez” kuralı gereği Bediüzzaman “Meşrûtiyet” kelimesi yerine “Cumhuriyet” ifadesini koymuştur. (Divan-ı Harb-i Örfî, 1993, s. 65) Yine “Cumhuriyet ve demokrat mânâsındaki Meşrûtiyet ve Kanun-u Esasi denilen adalet, meşveret ve kanunda cem-i kuvvet” (Divan-ı Harb-i Örfî, 69) ifadelerini beraber kullanarak içlerini doldurmuştur.
Kelimeler ve kavramlar, içlerini dolduran mânâları ifade eden kalıplardır. Önemli olan kalıp değil, içinde taşıdığı ruh ve anlamdır. Mevsimlere göre elbiseler değişir; ama onun içindeki hakikat değişmez. Lâzım olan da içlerinde taşınan hakikat, mânâ ve mahiyettir. Bediüzzaman bir ruh ve mânâ adamı olarak kavramların içini doldurmaya çalışmış ve bunu gerçekten başarmıştır. Cumhuriyeti de “mânâsız isim ve resim olmaktan çıkararak” bu kavramın içini “adalet, meşveret, hürriyet ve kanun hâkimiyeti” ile doldurmuştur.
Bizim görevimiz ise anlayıp anlatmak ve hayata hâkim kılmaya çalışmaktır.
17.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|