|
|
Herkes:
Bu memleket;
Sadece kendi babasının memleketi imiş gibi davranıyor.
Birbirini kovan kovana!
Bu sıralar, bu moda:
Birisi, ötekini beğenmedi mi şöyle bir lâf edebiliyor:
Hey!
Sen:
Beğenmedim seni…
Malezya’ya git!
Hey!
Arabistan’a git sen…
Burada okuyamıyorsan orada oku!
Seni hiç mi hiç beğenmedim:
Sen:
Moskova’ya git; defooooool….
Seni Amerikan uşağı!
Sen de Washington’a…
Hadiiii….
Defoooooooool…..!
***
Ne ayıp…
Bir ayıp da:
Çekerim giderim diyenlerin ayıbı!
Dedik ya moda oldu:
Git diyenler.
Kalma burada diyenler!
Kalmam diyenler…
Sen şu memleketin kafa yapısına uyuyorsun çık git orda yaşa diyenler!
***
Sanki birileri bu vatana kastetmiş!
Başkasının bizim boğazımızı sıkmasına gerek yok!
Biz birbirimizin canına okuyoruz zaten.
Ülkeye bak….
Dinine yandığım.
Kimsede huzur kalmamış…?
Şunu hayal ederim hep:
Fatih veya Koca Seyit…
Osman Gazi veya Yavuz Sultan Selim Han…
Öteki tarafta birbirimizi yediğimiz için bize şööööyle okkalı iki tokat atıp;
Sonra da:
Bu vatanı birbirinizi yiyesiniz diye mi size bıraktık deseler!
Ne deriz?
Elbette ki:
Hapı yutarız!
21.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
38 yılın 30’u |
|
İki sene önce bugün bu köşede çıkmış olan yazımızda Yeni Asya ile geçen otuz yılımızı özetlemeye çalışırken, bu otuz seneyi Kütahya’da gazete için fahrî olarak fiilen gayret göstermeye başladığımız ve Servet Bilgin’le beraber büro açtığımız 1976 senesinden başlatmıştık.
Yeni Asya’nın 39. kuruluş yıldönümünü idrak ettiğimiz bugün ise, 1976’daki o başlangıçtan sonra gazeteyle irtibatımızı “okuyucu” olarak sürdürdüğümüz, ama fiilî çalışma sürecine ara verdiğimiz yaklaşık iki yıllık fasılayı aradan çıkararak, net 30 yılı doldurma noktasındayız.
1978 baharında, Cağaloğlu’ndaki Kâzım İsmail Gürkan (Yerebatan) Caddesi üzerinde yer alan binanın üçüncü katında, yayınevi biriminde başlayan Yeni Asya serüvenimiz, Allah nasip ederse, iki ay sonra 30 yılı tamamlayacak.
Bir taraftan on parmak daktilo öğrenip kütüphanedeki kitapların listesini çıkarmak, diğer taraftan İngilizce tercümeler yapmak gibi görevlerle başlayan bu serencam, daha sonra kitap tashihleri, editörlüğe geçiş ve yazı yazma aşamalarına intikal eden bir süreçte devam etti.
1979 yılı başında faaliyete geçen Yeni Asya Araştırma Merkezinde istihdam edildikten sonra çalışma ve ilgi alanlarımız daha da genişledi.
İlim-Teknik Serisini hazırlayan ekipte yer aldık. İstanbul Gençlik Teşkilâtınca çıkarılan Köprü dergisi, 12 Eylül’ün dernek faaliyetlerini askıya alması üzerine Araştırma Merkezine devredilince, diğer çalışmaları devam ettirirken dergi işine de girdik.
1982’de Yenibosna’daki yeni binaya taşındıktan sonra, dinî ve fıkhî konuların işlendiği ve okuyucu sorularının cevaplandırıldığı Meşveret köşesini hazırlayan ekibin içinde olduk.
1984’ten itibaren hem kitapların yayına hazırlanması görevini, hem de Köprü’nün sorumluluğunu birlikte götürdük. 1988’e kadar böyle devam etti. Sonra Bizim Aile’nin yayın hayatına atılmasıyla beraber, dergilerde yoğunlaştık.
1992’den beri de gazetenin genel yayın müdürlüğüyle başyazarlık görevlerini götürüyoruz.
Nasıl Risale-i Nur’u tanıyıp hizmetinde görev almanın manevî bir istihdam neticesi olduğuna inanıyorsak, Risale-i Nur’u matbuat lisanıyla konuşturup efkâr-ı âmmeye duyurma misyonuyla yola çıkan bir neşir hizmetinde çalışmanın da aynı mânâlardan hissedar olduğu inancındayız ve bu mazhariyetin başlı başına şükür gerektiren bir nimet olduğunu düşünmekteyiz.
Bu şükrün edasını ise, Kur’ân-ı Kerimin Risale-i Nur’da ifadesini bulan derslerinin verdiği sağlam ve şaşmaz ölçülerle belirlenen tavizsiz istikrar çizgisinde hizmet bayrağını dalgalandırmaya devam etmek ve daha yükseklere taşıma gayret, şevk ve heyecanını her hal ve şartta yaşatıp canlı tutmak suretiyle yerine getirebiliriz.
Tüm olumsuzluklara rağmen ilâhî bir inayetle ve kerametlerine defaatle şahit olduğumuz ihlâslı bir şahs-ı manevînin hiçbir zaman eksilmeyen duaları ve manevî desteği ile bugünlere erişen Yeni Asya, inşaallah aynı mânâlarla yola devam ederek daha nice başarıya imza atacak.
* Bu otuz yılda, ihlâs ve tesanüdün meyvesi olan birçok heyecan verici hizmet hamlesine şahit olduk. Bunların anlatılması başlı başına bir çalışma konusu. Ne dersiniz, yaşadığımız hizmet hatıralarını geniş şekilde ayrıca yazsak mı?
21.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
İslam YAŞAR |
'Allah bize yeter' |
|
Her şey bir kapının kapanmasıyla başladı.
Binlerce benzerinden biriydi o kapı da. Kale kapısı kadar büyük ve sağlam, saray kapısı gibi işlemeli ve zarif değildi. Arkasında sıfat, üzerinde tezyinât, cephesinde hüsn-ü hat taşımıyordu, ama sıradan bir ev kapısı kadar da küçük ve alelâde değildi.
Önünde som mermerden merdivenleri, kenarında kesme taştan duvarları, üstünde örgülü kemerleri ve yanlarında dökme pirinçten yapma menteşe, çivi, kol, tokmak takımları ile bezeli kündekârî ceviz kanatları da yoktu.
Yapılırken san’at değeri taşıyıp güzel görünmesinden ziyade, sağlam olmasına dikkat edildiği için malzeme olarak köşeli demir profiller, kendinden desenli saç levhalar, eğilip bükülerek çeşitli geometrik şekiller verilen ince demir çubuklar ve kalın buzlu camlar kullanılmıştı.
Kapı olması hasebiyle bir tarafına ‘içeri’ diğer tarafına ‘dışarı’ sıfatı kazandırdığı ve herkes ona o nazarla bakıp o şekilde muamele ettiği için gün boyu girip çıkanlar tarafından bir içeri, bir dışarı itilir kakılır, gün bitip zaman geceye döndükten sonra da sımsıkı kapatılıp kilitlenirdi.
O akşam da çalışanlar işlerini bitirip peyderpey evlerine dağıldıktan sonra, sabahleyin aynı saatte tekrar açılmak üzere itina ile kapatılmış, üst üste kilitlenmiş, birkaç sefer kontrol edilmiş ve binanın içi ile dışının irtibatı muvakkaten kesilmişti.
O gece zaman zifiri karanlıklar içinde geçti.
Sabahleyin işe biraz erken gelenler, bazı arkadaşları içeride olduğu hâlde kapıyı kilitli bulunca, zile basıp cama vurarak kapıyı açtırmaya çalıştılar. Fakat zil seslerini ve cam tıkırtılarını duyarak gelenlerin, kapıyı açmak yerine kapının arkasında ‘kapı gibi’ durduklarını görünce şaşırdılar.
Onlar içeride nelerin olup bittiğini anlamaya çalışırken, yeni gelenler de aralarına katılınca, dışarıdaki kalabalık bir hayli arttı. Onları görünce içerdekiler de kapının arkasında toplanmaya başladılar.
Çok geçmeden kapının iki tarafı orada çalışan insanlarla doldu. Herkes yüz yüze olduğu hâlde, tanıdığı simalarla göz göze gelmemek için birbirinden ziyade, açılması ümidi veya açılmaması kastıyla kapıya bakmayı tercih edince, sıcak nazarlar soğuk demirlerde donup kaldı.
Müessesede meydana gelen malî krizi ve hizmet bünyesinde yaşanan bazı şahsî imtizaçsızlıkları görüşmek üzere toplanan temsilcilerin günlerce süren müzakerelerinden sonra, gruplar arasında mutabakat sağlanmış ve çeşitli kararlar alınmıştı.
Ne var ki, şahitler huzurunda verilen sözlere ve edilen yeminlere rağmen, daha alınan kararlar kayda geçmeden, gruplar arasındaki irtibat kesilip münasebetler gerilince, mesele bu raddeye kadar gelmişti.
Artık herkes bir şeylerin olduğunun farkındaydı. Lâkin içerdekilerin de, dışarıdakilerin de ekseriyeti ne olduğunu bilmiyordu. Bilenlerse ya ortalarda görünmüyor, ya da kimseye bir şey söylemiyorlardı. Meselenin mahiyeti bilinmeyince, içerde ve dışarıda sıkıntı içinde bekleyenler de hadiseye kendilerince farklı yorumlar getiriyorlardı.
Onlara göre, bu hareketin, iki taraf için de hayatî riskler taşıdığı âşikârdı. Korkulan olduğu takdirde, içerdekiler varlıklarının sebebi olan cemaat zeminini yitirecekler, dışarıdakilerse yıllar içinde ve çok zor şartlar altında teşekkül ettirilen müessesenin imkânlarından mahrum kalacaklardı.
Ama bu arada asıl kaybeden Nur Hareketi olacaktı.
***
Aslında bu bir tahmin değildi.
Taraflar, giriştikleri hareket kendi istedikleri istikamette tecellî etse de yaşayacakları maddî, mânevî zorlukları ve cemaatî, içtimaî sıkıntıları müdriktiler. Buna rağmen teşebbüslerinden vazgeçmediler ve birbirlerine karşı tahkimatlarını güçlendirmeye çalıştılar.
Günün yarısı bu hengâme içinde geçti.
Zaman ilerledikçe sabır dağarcıkları daraldı, asablar bozuldu, sinirler gerildi ve iki taraf da kapıya yüklendi. Dışarıdakiler zorladı, içerdekiler dayandı ve açılmakla açılmamak arasında kalan kapı ilk defa kapılığından utandı.
Seksenli yılların başında da böyle bir hadiseye şahit olmuştu bu kapı. Gerçi o zaman çok daha yeniydi ve sağlamdı. Üstelik şimdiki gibi açılmakla açılmamak arasında müşkül bir vaziyette kalmamış ve kızgın da, öfkeli de olsa; sakin, üzgün veya neşeli de olsa gelen herkese açılmıştı.
İçerde yapılan istişarede zaman zaman sert tartışmalar yaşanmış; ağabey sıfatlı, hoca lâkaplı, müdebbir vasıflı bazı kişiler kızarak, bir daha o kapıdan içeri girmeme kararlılığıyla çıkıp gitmişlerdi.
Âdeta kendi evlerini terk etmek gibi bir hareketti yaptıkları. Kimse o kapıyı onlara kapatmamıştı, ama onlar içindekileri ademe mahkûm etmek için kendi dünyalarında kapıyı kapatmışlardı.
Bu gün orada olanlar, o zamankilere benzer sıfatlar taşıyorlardı. Yaşanan hadiseler mevzu itibariyle o zaman yaşananlardan pek farklı değilse de yapılan hareket oldukça farklıydı. Çünkü, şimdi zorla kapıyı açıp girmeye çalışanlar ve onlara mani olmak için kapıyı kapalı tutanlar vardı.
Yılların yıpratamadığı demir kapının, iki tarafından yapılan bu şiddetli tazyiklere daha fazla dayanamayacağı anlaşılınca, Nur Hareketi tarihinde rastlanmayan garip bir hadise daha yaşandı ve kapının yerini eli coplu beli silâhlı polisler aldı.
Yıllarca onları her yerde arayan, dershanelerine baskınlar yapan ve bulduğu yerde yakalayarak götürüp nezarete atan, işkence eden polislerin, şimdi onları birbirlerinden korumak için aralarına girmeleri mânidardı.
Onların müracaatı üzerine yapılan bu müdahaleyi müteakip içerdekiler odalarına çekilirken, dışarıdakiler de çaresiz kalıp elleri boş evlerine dönerken hep aynı âyet-i kerimeyi terennüm ettiler:
“Hasbinallah venimelvekil…”
Aslında onlara, Üstadları Bediüzzaman Said Nursî’den tevarüs etmiş uhrevî bir hasletti bu. Zîra onun, ibadet ve tesbihâtın dışında her gün beş yüz kere okumayı vird edindiği “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” mealindeki âyet-i kerime onun mânevî istinatgâhıydı.
Lem’alar başta olmak üzere, eserlerinin pek çok yerinde o mânâları ihtiva eden Tevbe Sûresi’nin 129. âyetini, Âl-i İmran Sûresinin 173. âyetini ve Ahzâb Sûresinin 3. âyetini çeşitli yönleriyle tefsir etmişti.
Bunun yanı sıra, mühim hadiselerle karşılaştığı veya hizmetine kasteden hareketler vuku bulduğu zamanlarda o hakikatlere sığınmış ve mahkemelerde yaptığı müdafaalarda son söz olarak hep o âyeti kerimeyi okumuştu.
Onun yalnız eserlerini değil, hâl ve hareketini de ders vesilesi sayıp dikkatle takip eden talebeleri, iradelerini zorlayan bir hadise ile karşı karşıya kaldıkları zaman, yüksek sesle o âyeti okumayı âdet ittihaz etmişlerdi.
Gerçi, Bediüzzaman mezkûr âyeti, ancak muarızlarının tarizlerine, tacizlerine, tahriklerine maruz kalarak mukabele ettiği veya mahkemelerde savcıların mesnetsiz iddialarına cevap verdiği zamanlarda yüksek sesle telâffuz ederdi.
Fakat talebeleri, hariçten yapılan saldırılarla birlikte, kendi aralarında çıkan bazı meseleleri müzakere ederken de söylemekte bir beis görmedikleri için, bu hadiseden sonra da gayr-ı ihtiyarî aynı şekilde hareket ettiler.
Bu yüzden içerdekiler, hayret ifade eden hareketler ve tavırlarla ‘Hasbinallah’ çekerek kapının önünden ayrıldılar ve odalarına gidip masalarının başına geçerek biraz geç de olsa işlerine başladılar.
Zaten işleri başlarından aşkındı. Gazeteyi yayına hazırlayan yazı işleri personelinin iş akitleri feshedilerek içeriye alınmadığından, o iş de kendilerine kalmıştı. Üstelik gazetenin belli bir saate kadar hazırlanıp matbaaya verilmesi gerekiyordu.
Hepsi o binada çalışsa da çoğunun işi gazetecilik değildi, ama iş başa düşünce el yordamıyla da olsa birinci sayfayı hazırladılar, diğer sayfalara iri yazılı büyük resimli kitap reklâmları koyarak o günü kurtardılar. Daha sonra da dışarıdan eleman yardımı alarak gazeteyi çıkarmaya devam ettiler.
Bir süre sonra, satılmak üzere dağıtım şirketine verdikleri gazetelerin geri geldiğini görünce, cemaatin kahir ekseriyetinin kendilerine karşı tavır aldığını, çok farklı bir gazete çıkarsalar da o tavrın değişmeyeceğini anladılar.
Bunun üzerine, zaten maliyeti oldukça yüksek, geliri ise bir hayli az olan gazeteyi çıkarmaya devam etmenin, müesseseyi kaldıramayacağı ağır bir maddî külfetin altına sokacağını düşünerek gazeteyi kapatmaya karar verdiler.
Yeni Nesil gazetesinin ismini ve imtiyaz haklarını sattıktan sonra, bir yandan kitap neşriyatına devam ederken, diğer yandan kendilerine yeni hizmet sahaları aramaya başladılar.
Zîra, Nur Hareketi içinde varlıklarını devam ettirmenin başka yolu yoktu.
***
O gün, orada dışarıda kalanlar da hareket hâlindeydi.
Hiç beklemedikleri bir anda sokağa atılmalarına rağmen, ne tehevvüre kapılıp sağa, sola saldırdılar, ne de ümitsizliğe düşüp hayata küserek bir kenara çekildiler. “Allah bize yeter” deyip ‘En güzel Vekile’ tevekkül ettiler.
Kendilerine reva görülen muamele pek hoş olmasa ve maddî-mânevî bir yığın zorlukla karşı karşıya kalsalar da yılmadılar. Bediüzzaman’ın; “Sivri sinek tantanasını kesse, bal arısı demdemesini bozsa, sizin şevkiniz hiç bozulmasın. Hiç teessüf etmeyiniz” şeklindeki teşvikini örnek alarak, her gün çeşitli yerlerde bir araya geldiler ve neler yapıp, nasıl hareket etmeleri gerektiğini konuştular.
Başarı ile yapabilecekleri hizmetleri vardı, ama o çalışmalarını devam ettirecekleri mekânları ve imkânları yoktu. Onun için yeni hizmet sahaları aramaktan ziyade, bir yer bulup imkân temin etme gayreti içine girdiler.
Şehrin kenar mahallelerinde de olsa, küçük bir yer tutup gazeteyi çıkararak hizmetlerine devam ettikleri takdirde, hiçbir sağlam kapının ve maddî yapının, bazı kişileri cemaatin içinde bırakma veya dışına atma imkânına sahip olmadığını da herkese göstermiş olacaklardı.
Dâvâsının nâşir-i efkârı olarak gördüğü ve cemaatin irtibatını sağladığını düşündüğü için, gazetenin neşriyatının bir gün bile aksamasına gönlü razı olmayan cemaat de en az onlar kadar heyecanlı ve hareketliydi.
Onların bilgi ve tecrübeleri, cemaatin duâsı, teşviki, desteği, karzları, yardımları ile birleşince, hazırlıklar hızlandı ve ilk olarak basın dünyasının merkezi hüviyetini koruyan Cağaloğlu’nun merkezinde çok katlı bir bina kiraladılar.
Ardından binayı, hizmetin her türlü neşir faaliyetlerini yürütecek şekilde tanzim ve tefriş ettiler, gazeteyi hazırlamak için lâzım olan zarurî malzemeleri alıp yerlerine yerleştirerek her şeyi hazır hâle getirdiler.
Gazetenin yanında dergilerin ve kitapların yayınlanmasına da ihtiyaç hissediliyordu, ama gazetenin acilen çıkarılması gerektiğinden, diğer elemanlar yazı işleri kadrosuna yardım etti, onlar da bütün bilgilerini ortaya koyarak, her yönden yepyeni bir gazete hazırlamaya başladılar.
Bu arada, yaşanan nahoş hadiseler yüzünden bütün dikkatler onların üzerinde olmasına ve bazı yerlerde karşılarına keyfî engeller çıkarılmasına rağmen, resmî müracaatlarını yaptılar, muameleleri tamamladılar, hukukî meseleleri hâlledip yeni bir gazete çıkarma hakkı kazandılar.
Gazeteye isim olarak da ilk ve asıl adını verdiler.
Güzel bir tevafuk neticesinde gerçekleşen bu isim hadisesi, çalışanları şevke getirmeye yetti. Şartları zorlayıp, bütün maharetlerini sergileyerek mükemmel bir gazete hazırladılar ve matbaaya gönderdiler.
Artık işin bundan sonrasını matbaa ustaları ve teknik elemanlar yapacağından, onlara evlerine gidip güzelce dinlenerek günlerce süren hummalı çalışmaların yorgunluğunu üzerlerinden atmak kalıyordu.
Fakat, onlar evlerine değil, matbaaya gittiler, makinelerin başında bekleyip, çıkan gazeteleri kendi elleri ile paketleyerek dağıtım arabalarına yüklediler ve yaşanan hadiseden on gün sonra okuyucularına yepyeni bir gazete takdim ettiler.
Böylece Yeni Asya gazetesi, yeniden yayın hayatına başladı.
Hem de ilk yayınlandığı yerde ve ilk günün heyecanıyla.
21.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Ses getiren gazete |
|
Söz söyleyen herkes sözünün dinlenmesini, kabul görmesini ister. Sözün kılıçtan daha keskin olduğunu bilenler, bazan bir cümlenin insanın hayatını değiştirdiğini de görürler.
Öyle bir söz söyleyeceksiniz ki, duyan, dinleyen herkes, “Haklısın!” diyecek ve kendine bir çekidüzen verecek, yanlışı varsa düzeltecek.
Peygamberimizin (asm) duâlarından birisinin de, “Dinlenilmeyen sözden Sana sığınırım” şeklinde olması oldukça ilginç değil mi?
Bugün sıcak savaş dünyanın bir kısım yerlerinde devam ediyor. Bunun dışında hemen her yerde eskinin okla, kılıçla, topla, tüfekle yapılan savaşının yerini soğuk savaşın silâhları aldı. Bu savaşın meydanı basın ve yayın. Silâhları da makaleler, kitaplar, gazete başlıkları, başyazılar, köşe yazıları, dizi yazılar. Bazan olur ki bu silâhlar nükleer silâhların dahi yapamadıklarını yapar.
Öyle ya, bir bomba atılıyor, yüzlerce, binlerce insanın ölümüne sebep oluyor. Ama öyle bir manevî bomba atacaksınız ki size muhalif ve düşman yüzlerce, binlerce kişi, muhalefetini ve düşmanlığını bırakıp safınıza geçecek.
Yıkmada da, yapmada da gerçekten güçlü bir silâh medya.
Öyle kitaplar vardır ki insanın ruh dünyasında inkılâblar yapar, kötü alışkanlıklarını terk ettirip bozuk hayatını düzene sokar.
Öyle bir kitap yazacaksınız ki insan merakla açacak, heyecanla okuyacak, mutlulukla kapatacak, tekrar tekrar okuma ihtiyacı hissedecek.
Bir gazete çıkaracaksınız ki merak ve heyacanla beklenecek, câzip bir kitap gibi zevkle, satır satır okunacak. Bir ok gibi içe işleyen sürmanşetleri, başlıkları, dizi ve köşe yazıları hergün hergün bu duyguları yaşatacak insanlara.
39. yılına giren Yeni Asya işte böyle bir gazete desek mübalâğa etmiş olmayız. Nice okuyucu zevkle okuduğunu, saatlerini verdiğini, bulamadığında aradığını söylüyor.
Yeni Asya’nın on binlerce tirajı yok. Ama tirajı yüz binleri bulan nice gazeteden daha etkili. Vurduğu yerden ses çıkarıyor. Bugün gazeteyle verilen ilâvede de göreceğiniz gibi Yeni Asya geçmişte öyle başlıklar atmış ki parmak ısıttırıyor, hedefi on ikiden vurmuş. “Dinlenilmeyen” değil, “dinlenen söz” olmuş.
Peki, Yeni Asya bu gücünü nereden almakta?
Gözünü budaktan esirgemeden hak ve hakikati, doğruları haykırmaktan, ihlâs ve samimiyetinden.
Binler tebrik Yeni Asya sana! Yolun açık olsun!
21.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Neden hâlâ Yeni Asya’dayım? |
|
Aslında ben Yeni Asya’da değilim, Yeni Asya benim içimde. Sadece benim mi? Bugün pek çok ilim ve fikir adamının, demokrasi, hak ve hürriyetler müdâfi-i serdengeçtinin de mektebidir Yeni Asya. Zirâ, Yeni Asya vatan sathını mektep yapan bir ekol, bir okuldur. Bugün yüzlerce yayınevinin, onlarca gazetenin, televizyonun, binlerce kitabın birçok yazarı, yöneticisi, programcısı buradan yetişmiş veya tezgâhından geçmiş.
Yeni Asya, pek çok ilk’in sahibidir aynı zamanda. 1970’lerde çocuklarımızın eline tutuşturacak bir masal, bir hikâye kitabımız yoktu. Yeni Asya, dinî hikâyecilik ve romancılıkta bir çığır açtı. Milyonlarca genç, tarihini Yeni Asya kitaplarıyla sevdi. Yeni Asya İlim ve Teknik Serisi’ni çıkararak, fen sahasında binlerce fen adamı yetiştirdi. Belki bine yakın temel eserle milyonlara ufuklar açtı…
İlkeli, prensipli yayınlarıyla, içtimâ-î ve siyâsî isabetleriyle pekçok zor ve çetrefilli meselede deniz feneri görevi görmüştür; görmeye devam ediyor. Asla konjonktürel davranmadı, yanar-döner politika izlemedi, zikzaklar çizmedi, menfaati için geleni alkışlamadı, geçene sövmedi. Çünkü, avcı hattında, güllelerin vızır vızır işlediği bir anda bile, Kur’ân’ın nüktelerini yazan Bediüzzaman’dan, Risâle-i Nur’dan besleniyor.
Yeni Asya ekolünün, Risâle-i Nur eserlerinin intişarında ve serbest bırakılmasında verdiği çetin ve metin mücadelenin yeri tartışılmazdır. Risâle-i Nurların orijinalliğini bozmadan yeniden düzenlenmesinde, basılmasında, yayılmasında, okunmasında, anlaşılmasında verdiği hizmetleri kim görmezden gelebilir?
İnsanların, akrabası olan bir Nur talebesine dahi selâm vermekten çekindiği, yolunu değiştirdiği, onunla karşılaşmamak için kaçtığı devirlerde Yeni Asya’nın bu eserlere sahip çıkarak verdiği mücadele tarihte eşi görülmemiş bir destandır. Zira, hapis, mahkeme, işkence, nezaret, maddî/ekonomik baskılar gibi hiçbir yıldırma karşısında pes etmemiş; hizmetlerini sürdürmüştür. Başkaları para-pul, makam-mevkî, holdingleşme peşinde iken Yeni Asya, darbeleri, inkırazları, kapatmaları göze alarak tabuların yıkılması; yasakların kalkması, hak ve hürriyetlerin yerleşmesi için mücadele veriyor…
Kimileri, gelen her dolmuşa binerken, her iktidara yağ yakıp nema peşinde koşarken; Yeni Asya bütün darbelere, askerî-sivil baskılara, inkırazlara, kapatmalara aldırmaksızın insan hak ve hürriyetlerini müdafaa ede gelmiştir. Demokrasinin yerleşmesinde, dindar çevrelerdeki kabulünde (hatta iktidar için) yaptığı katkıyı kim inkâr edebilir? “Demokrasi küfür rejimidir” diyerek din adına karşı çıkan kesimlere karşı Yeni Asya’nın verdiği destanımsı mücadeleyi kim unutabilir? Daha dün, 1998’lerde, muhterem bir fikir adamı, gazeteci, “Pakistanlı Prof. Hurşid Ahmed, ‘İslâm’da demokrasi olabilir’ diyor; gelin bunu tartışalım!” dediği zamanlarda ve daha öncesinde, Yeni Asya; Bediüzzaman Said Nursî’nin, demokrasinin, insan hak ve hürriyetlerinin dinî dayanaklarını teferruâtıyla açıkladığı, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki aşiretlere ders verdiği ve daha sonra kitaplaştırdığı Münâzarât isimli eser, Hutbe-i Şâmiye ve Divan-ı Harb-i Örfî başta olmak üzere diğer eserleri; bütün zorluk ve imkânsızlıklara rağmen onlarca kez bastırıyor; dağıtıyor; neşir organlarında yazıyor; sohbetlerde, derslerde anlatıyordu…
Yeni Asya en büyük mücadelesi, müstebit sistem, diktatör yönetici ve rejimlerin de rehber ettiği deccaller ve deccalizmledir. Kiminin “Şimdi deccalden bahsetmenin zamanı değil, çok hassas dönemdeyiz” dediği; bazılarının, “Deccal daha çıkmadı!” diye bekleyişte iken… Yeni Asya; bu çevrelerin ve onlara güç verenlerin 10, 20, 38 sene önce de “havf” damarıyla böyle söylediklerini nazara alarak; “Peki, rivayetlerde bahsedilen ahirzamanın en dehşetli hadisesi deccalizmden ne zaman bahsedilecek? Deccal tahribâtını yapıp, insanları kendisine zebun edip mahvettiği zaman mı; 75 sene sonra mı?” diyerek metânetle mücadelesini sürdüyordu. Yeni Asya, deccalizmle cihaddadır. Elbette bir kısım malları zayi olacak, şehit, gazi verdi; veriyor…
İşte Yeni Asya, bu mücadeleyi, bütün okuyucuları, dostları ve sevenleriyle birlikte vererek geliyor. Onlar olmasaydı, Yeni Asya da olmazdı! Sene 1976’nın sonlarıydı. Risâle-i Nur’u, Yeni Asya’nın yayınladığı eserlerle tanıdık. 1983’te fiilen çalışmaya başladık. 2008’de beraberiz. Allah daha nice yıllara, ihlâs, istikamet, sebat ve metanetle cihad-ı mâneviyeye devam ettirsin.
21.02.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Bir cemre gibi düştü Bâbıâli'ye |
|
Bundan 38 yıl önce havaya ilk cemrenin düştüğü şu soğuk günlerde, Yeni Asya gazetesi de Bâbıâli'ye bir cemre sıcaklığıyla düşüyordu.
Basın–yayın dünyasında yeni bir ses, yeni bir soluk, yeni bir renk ve yeni bir ekol vardı artık.
Bu gazete, kırk yıla yakın bir zamandır temsil ettiği misyonuyla, kendine has özellikleriyle, farklı orijinal fikriyatıyla, sarsılmaz dirayetiyle ve kendi penceresinden bakarak gördüğü doğrularla yanlışları tefrik etme ölçü ve mihengiyle var olmaya devam ediyor. "Hâzâ min fadli Rabbî."
* * *
Yeni Asya ailesini, bu gazete henüz daha üç yaşında iken (1973 Sonbaharı) tanıdım.
Liseye yeni başlamıştım. Gazete okuma alışkanlığım yoktu. Yeni Asya'yı işte ilk kez o zaman gördüm, tanıdım, okudum ve bağlandım.
Tevâfuklarla dolu bu fıtrî bağlılık, tam 35 senedir kesintiz, fâsılasız şekilde devam ediyor.
Yarı ömürlük bir zamanı içine alan bütün bu gelişmeler, kasdî, ihtiyarî ve iradînin ötesinde, bir sevk–i fıtrî ve inâyet–i İlâhî'ye bağlı olarak yaşandığını itiraf etmeliyim.
Bu sevk–i İlâhî'nin de, lâyık olduğumuz için değil, belki ihtiyacımıza binâen tahakkuk ettiğine inanıyoruz.
Evet, hâlen de inanıyoruz ki, Cenâb–ı Hakk'ın inayeti, istihdamı ve hakkımızdaki hıfz–ı İlâhîsi, yine ihtiyacımıza binâen devam ediyor.
Sizlerin bu mânâdaki müstecap duâlarınıza, dün ve bugün olduğu gibi, yarınlar için de ihtiyacımız var.
* * *
Şimdi gelelim Yeni Asya ailesi içinde geçen otuz beş senelik zaman zarfında almış olduğumuz ders ve terbiye ile neler öğrendiğimize ve neleri ezber ettiğimize...
Bunların sadece bir kısmını, o da çok kısa ifadelerle sizlere şu şekilde takdim edebiliriz:
* İhlâs ve gayret, muvaffâkiyet için bir bütünün ayrılmaz iki parçasıdır. Birinin eksik olması halinde, hayırlı muvaffâkiyetler sağlanamıyor.
* Şerefler, makamlar fâni olan şahıslara değil, aileye, heyete, yani "şahs–ı mânevî"ye verilmeli.
* Her ne tür bir hizmet yapılacaksa, bu büyük ailenin malı olarak görülmeli ve onun iştirakiyle yapılmalı. "Ben merkezli" olmaktan şiddetle kaçınılmalı.
* Irkçılık, bilhassa çağımızın öldürücü, mahvedici bir hastalığıdır. Ondan uzak durmalı, din dairesindeki "iman kardeşliği"ne kemâl–i muhabbetle sarılmalı.
* Madem ki "hakkın hatırı âlidir", o halde ehl–i hak ve hakikat olan bu büyük camianın hatırını da âli tutmalı, onun hatırını kıracak söz ve davranışlardan içtinâb edilmeli.
* Bu zamanda hayatı ve cihanı sarsan fırtınalı hadiseler karşısında, nihayetsiz bir itidal–i dem, metanet ve fedâkârlık taşımak gerektir; ki, bu da tek başına ve münferiden yapılabilecek bir iş değil.
* Demek ki zaman, her bakımdan "cemaat" denilen "metin bir şahs–ı mânevî"ye dahil olma, ona istinad etme ve onunla birlikte hareket etme zamanıdır.
Tarihin Yorumu 21 Şubat 2001
Bir ucûbe hükûmetin 'Kara Çarşamba'sı
Devlet ve hükümetin en yüksek katında bulunanlar arasında yaşanan sürtüşme ve tartışma, bardağı taşıran son damla hükmüne geçti ve Cumhuriyet tarihinin en büyük iktisadî krizinin patlamasına sebebiyet verdi.
Yer Ankara; MGK'nın Şubat ayı olağan toplantısı. Tarih, 21 Şubat 2001; günlerden Çarşamba.
Toplantının katılımcıları, Cumhurbaşkanı A. N. Sezer, Ana–Sol–M koalisyonu ortaklarından Başbakan B. Ecevit, Başbakan Yardımcısı M. Yılmaz, H. Özkan, M. Savunma Bakanı S. Çakmakoğlu, İçişleri Bakanı S. Tantan ile üst düzeydeki ilgili tüm komutanlar. (MHP lideri Bahçeli, o günlerde yurt dışındaydı.)
Herkes yerini almış ve toplantı başlamak üzere... İşte, tam o anda Sezer, Ecevit ve Özkan arasında çocuksu bir tartışma, sürtüşme ve ağız dalaşı başlar. Karşılıklı olarak, anayasa kitapçığı fırlatmaları vuku bulur.
Bunun üzerine tehevvüre kapılan Başbakan Ecevit, hodserâne hareket ederek toplantıyı terk eder. Onu hükümetin diğer üyeleri takip ederek toplantıdan ayrılırlar. Böylelikle, MGK toplantısı yine ilk kez olmak üzere, başlamadan bitmiş olur.
Çankaya Köşkü'nden Başbakanlığa döner dönmez ilk açıklamasını yapan Ecevit'in ağzından, o sarsıcı krizin fitilini ateşleyen şu sözler döküldü: "MGK toplantısının açılışında, gündeme geçilmeden önce kamu görevlilerinin önünde sayın cumhurbaşkanı söz alarak son derece terbiye dışı bir üslûpla bana ağır ithamlarda bulundu."
Buna mukabil, Sezer de kendine göre bir açıklama yaptı ve böylelikle, büyük bir gürültü ile patlayan iktisadî kriz, her iki tarafça da bir nevi deklare edilmiş oldu.
Kamuoyunda "Kara Çarşamba" diye de isim yapan Cumhuriyet tarihinin bu en büyük ekonomik krizi, iş hayatına, aile hayatına ve bütün sosyal hayata yakıcı, yıkıcı öyle bir darbe vurdu ki, kimi yerde açtığı yaraların sarılması hiçbir şekilde mümkün olmadı. Yanan yandığıyla, yıkılan yıkıldığıyla kaldı.
Dövizin aniden fırlaması, borsalarda kontrolün kaybolması, ödemeler dengesinin şiddetli dalgalanmalarla altüst olmasıyla birlikte, ortalık birden toz–duman oldu.
Bu arada, borsa ve bankalar sarsılmaya, çok sayıdaki fabrika ve işyeri peşpeşe kapanmaya ve işsizler ordusuna yeni birlikler eklenmeye başladı. İflâs edenlerle kaçarak kayıplara karışanların ise, haddi hesabı tutulamaz oldu.
Tabiî, bütün bu olup bitenlerin yegâne sebebi, mâlum toplantı öncesi yaşanan gerginlik hali değildir. O elektrikli hal, sadece bardağı taşıran bir damla vazifesini gördü.
Demek ki, geri plânda 14 aydan beri uygulanmakta olan ve neresinden tutarsanız dökülüveren sakat bir ekonomi politikası var.
Gariptir ki, Bülent Ecevit ne zaman başbakan olduysa, bir yerlerden mutlaka bir kriz çıkmıştır: Kıbrıs krizi, yokluk–kuyruk krizi ve son olarak ekonomik kriz...
21.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Binler tebrikler Yeni Asya’m |
|
Binler tebrikler Yeni Asya’m. Bundan 38 yıl önce Asya’nın bahtının miftahı olarak doğdun Yeni Asya’m. Asya’da meşveret ve şûrâyı görünceye kadar çileli yayın hayatına devam etmeye, Asya’da meşveret ve şûrâyı görünce cennet-âsâ bir baharda kanat çırpmaya azmettin.
38 yıl önce vizyon ve misyon sahibi bir çocuktun! Gözlerinde aşkın, sözlerinde şefkatin, satırlarında milletin, sayfalarında hürriyetin, demokrasinin, insan haklarının, adımlarında nurun derdi ıztırabı vardı. Kıt imkânlarla yayın hayatına başladın belki, zor şartlarda meydana atıldın. Ama en güçlülerin imreneceği gündem, en güçlülerin kıskanacağı yürek, en güçlülerin ulaşamayacağı isabet, en güçlülerin hayal edemeyeceği istikamet, en güçlülerin kametine erişemeyeceği ihlâs, en güçlülerin değerini bilemeyeceği uhuvvet vardı senin yüreğinde.
Kanatlarını bir açtın, pir açtın Yeni Asya’m! Aguşunu bir açtın, pir açtın! Bakışını hedefe bir çiviledin, pir çiviledin! Maksuduna bir kilitlendin, pir kilitlendin! Kanatların hâlâ semada; aguşun hâlâ açık, duâda; bakışın hâlâ hedefte, niyazda; dilin hâlâ yalvarmada, münacatta! Her cümlen adavete bir silâh; her kelimen karanlıkları aydınlatan bir nur, her sözün kem gözleri delen, kem yüreklere saplanan bir ok, her manşetin ihaneti, cehaleti, zulmü, dalâleti yırtan bir kılıç, her sayfan tabuları, tağutları dağıtan, ezberleri bozan sihirli bir el oldu ilk günden beri.
İstikamet rüyaların oldu. Sadakat yeminin; görüşlerinde isabet sembolün oldu. Fikirlerinde mertlik ve cesaret alâmet-i farikan; bulanık suda balık avlayanları ürkütmek, telâşlandırmak, foyalarını meydana çıkarmak zevkin oldu, şevkin oldu. Kırıldın; ama eğilmedin, bükülmedin. Mehmet Akif’in dediği gibi, rükûun dışında başını eğmedin! Secdenin dışında başını yere koymadın! Bunu asaletin bildin, onurun bildin.
Kimsenin dümen suyuna girmedin Yeni Asya’m! Kimsenin alkışını tutmadın. Kimsenin şakşakçısı olmadın. Onur hüviyetin oldu. İzzet şahsiyetin oldu. Dürüstlük kimliğin oldu. Fikirde istikamet o asude gönlünde tacın oldu, tahtın oldu.
Bu günlere kolay gelmedin Yeni Asya’m. Çok badireler gördün, çok sıkıntılar atlattın, çok zorluklar yaşadın. Şimdi gençlik kemaline erdin. Görmüş geçirmiş bir delikanlısın bu gün. Baharındasın. Baharı göreceğin günü bekliyorsun. Baharı göreceğin güne katkılar yapmakla, geleceği ilmik ilmik dokumakla meşgulsün. Nurlu geleceğin heyecanını yaşıyorsun. Gayretin himmetin; himmetin kimliğin ve kişiliğin… Öyleyse sen baharsın Yeni Asya’m.
Bir kendin için değil; herkes için demokrasiyi, hürriyeti, hakkı, hukuku, adaleti, manifesto yaptın dilinde. Bir kendin için değil; herkes için imanı, iz’ânı, aklı, ilmi, hikmeti bayraklaştırdın gönlünde. Bir kendin için değil; herkes için lütfu, rahmeti, şefkati, hizmeti şeref bildin, taç bildin o şerefli başında. Bir kendin için değil; herkes için ebedî saadeti istedin, şefaati istedin, mağfireti istedin, rızâyı istedin, Cennet’i istedin.
Himmetin milletindi Yeni Asya’m. Sen tek başına bir millettin. Milletinin baş tâcı değerlerini temsil ettin. Milletinin sesi oldun, sözü oldun, gözü oldun, özü oldun, kanı oldun, canı oldun, şahdamarı oldun, yüreği oldun!
Bu duruşun, Mahkeme-i Kübrâ duruşu besbelli Yeni Asya’m! Bu kıyamın, Haşr-i Ekber kıyamı! Mahşere bu himmetinle, bu gayretinle, bu izzetinle, bu kıyamınla, bu cihadınla gideceksin! Büyük huzura bu gözyaşınla çıkacaksın! Mahkeme-i Kübra’da, Zül-Celâl-i Ve’l-İkramın önünde, Ahkemü’l-Hakimîn’in huzurunda bu asaletinle duracaksın! Ve öyle bir istikamet vagonundasın ki, sana gönül verenleri Haşr-i Ekber’de Arş’ın gölgesine taşıyacaksın inşallah.
Seni çıkaran ellere sağlık! Sende yazan kalemlere sağlık! Seni okuyan gözlere sağlık! Seni seven gönüllere sağlık! Sende var olan millete sağlık! Himmetine sağlık, hizmetine sağlık!
Binler tebrikler Yeni Asya’m.
21.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
21 Şubat süreci |
|
Şubat ayı ‘kısa’ yılın en kısa ayıdır, ama bu ayda önemli hadiseler yaşanmıştır. Maksadımız bu ayda neler yaşandığını sıralamak değil; ancak bu ay, bilhassa “28 Şubat süreci” ile tarihe mal olan meş’um günleri barındırmıştır.
Malûm, “28 Şubat süreci”yle “o kafa” harekete geçmiş ve “millete rağmen millet için” icraatlar bir bir sıralanmıştır. Sıralanmıştır, ama netice olarak bu icraatlar millet nezdinde itibar görmemiş, “bin yıl sürecek” denilen, 10 yılda hedeflerinin çoğuna ulaşamadan sona ermiştir. 28 Şubat süreci elbette büyük tahribatlara sebep olmuş, ancak belki de ‘duâ’lar sebebiyle tahribat en aza indirilmiş, ilerleyen yıllarda da tamir süreci başlamıştır.
“28 Şubat 1997 süreci,” aslında yıllar önce başlayan bir sürecin yeni versiyonuydu. Çünkü ‘millete rağmen millet için’ anlayışıyla yapılan icraatların temeli, başlangıcı çok daha öncelerden atılmıştı. Bu teşhis yapılmadan, ‘28 Şubat süreçleri’ne tedbir ve çareler ortaya koyma imkânı olamaz.
İşte, neredeyse bir asır önce başlayan “süreç”lere bir cevap olarak “21 Şubat süreci” de bir anlamda Yeni Asya ile 1970’de başlamış. Nasıl ki, 28 Şubat sürecinin temeli geçmiş yıllara dayanıyorsa, 1970 yılında yayına başlayan Yeni Asya’nın temeli de fikrî anlamda geçmiş yıllara dayanıyor. Yeni Asya, “Küfrün beli kırılmıştır” müjdesinin tahakkuku için ümidle, azimle ve okuyucularının duâsıyla bu günlere geldi.
Bugün 39. kuruluş yılına ulaşan Yeni Asya, medya dünyasında ‘doğru haber’e de öncü olmuştur. Magazin kavgasından uzak durmuş ve kendine has magazin anlayışıyla güzel örnekler ortaya koymuştur. Okuyucularına, “Yeni Asya yazıyorsa doğrudur” dedirtebilmiş, şahıslardan ziyade prensiplerle hareket etmiştir. Şükür ki, bu özelliğiyle de hak ettiği itibarı yakalamıştır.
Medya dünyasında sağlam prensiplerle hem de uzun yıllar yayın hayatında kalabilmek kolay bir iş değildir. Medya dünyası, parlayıp sönen çok sayıda gazete ve dergiye şahitlik etmiştir. Dolayısı ile, Yeni Asya’nın emin adımlarla ve umutla istikbale doğru yürümesi okuyucularının ihlâslı duâsıyla da yakından ilgilidir.
Yeni Asya, milletin sesine kulak veren, milletle kavga etmeyen anlayışa, medya dünyasında da örnek ve öncü olmuştur. İnşallah bu öncü ve örnek olma özelliği uzun yıllar devam eder ve edecek.
Yeni Asya okuyucuları, en zor şartlarda gazetelerine sahip çıkabildikleri için, gazeteyi yayına hazırlayanlar kadar, belki daha fazla tebrik ve teşekküre lâyıktır. İnşallah, 21 Şubat süreci, 28 Şubat sürecini mağlûp edecek.
“Nice yayın yıldönümlerine” derken, müstecap duâlarınızı beklediğimizi de ifade ediyoruz.
21.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Osman GÖKMEN |
Dil çürüyünce |
|
Rene Guenon, ‘sessizlik sadece söylenmeyeni içermez, ifade edilemeyeni de kuşatır’ der. Buradan hareketle, dil’in, hele bugün yazılı iletişim ortamlarındaki birincil iletişim dilinin sükûnetin o muazzam âhengini bozan bir gürültü ve kakafoniden ibaret olduğu söylenebilir.
Wıttgenstein ise bize, kelimelerin eylemler olduğunu bildirir. Varlığın ikamet ettiği bir yer olarak dil, anlamın bizatihi kendisidir. Kullananın kalbini ele verir.
Türkiye’deki yaygın iletişim ortamlarında halen tedavülde olan ‘dil’ (kural bozmayan istisnaları dışında) bir ruh çözülmesini ima ediyor. Dilin çürümesinde kuşkusuz, İsmet Özel’in deyişiyle, ‘Türkiye’ye özgü bir yaratık’ olan bazı ‘köşe yazarları’nın katkısı büyüktür. Ya da şöyle kuralım cümleyi: Dilin çürüyüşünü biz, (zihnin sefaleti olarak) en çok ‘köşe yazarları’nda gözleyebiliyoruz.
Burada muhtevalı ve nitelikli pek çok okur yazarın eleştiri, öneri ve yorumlarını dile getirdiği ‘köşe’leri özellikle dışta tuttuğumuzu da belirtmemiz gerekiyor.
Ne var ki, bunlar oldukça az ve dediğim gibi kural bozmayan istisnalar.
Medyanın bir kesiminde gittikçe yaygınlaşan bu düzeysiz dil, Wittgenstein’ı gözetecek olursak, doğrudan zihnî sefaleti ortaya koyuyor. Bilgi ve yorum arasındaki ünlü ilişkiden yola çıkacak olursak, ‘cehalet’in ve giderek edep sınırlarını aşmanın tipik örneğini oluşturuyor.
Böylelerine ‘yazar’ denmesi meselâ Peyami Safa, Yakub Kadri, Bedi-i Faik ve Refik Halit, gibi ‘köşe yazarları’nı aşağılamak anlamına geliyor gerçi.
Geçtiğimiz aylarda işine son verilen biri hakkında yıllar önce Murat Belge Radikal’de bir yazı yazmıştı, başlığı, ‘Öylesine Bir Âlet’ti, şöyle diyordu: “Emin Çölaşan, bu ülkenin basınında bir birey olmaktan çok, bir ‘makam.’ Resmî ideolojinin ‘gayri resmî’ ifade kanalı. Resmiyet resmiyettir. Yakaları, kollukları kolalı olmalı, kravatı gevşememeli, çehresindeki yapmacık törensilik, herhangi bir gerçek insanî duygu yansıtmamalıdır. Ne var ki, bütün bu kolaların, kravatların, jaketayların içinde türsel olarak insan kategorisine giren biri bulunmaktadır. İşte o biri Buckingham muhafızları gibi ifadesiz dikilirken, içinden geçen duygu ve düşünceleri de Emin Çölaşan tipinde âletler açığa vurur. Bu bakımdan Emin Çölaşan’lar, sahici insan olmaktan çok, resmî ideolojinin sansürsüz bilinçaltı işlevini gören âletlerdir.(…) Havan dövücü’nün her zaman hınk deyiciye ihtiyacı vardır. Bu ikincil tip, olanları kamu önünde meşrûlaştırma işlevini üstlenmiştir; ama tam da bunu üstlendiği için aynı zamanda sahibin vicdanını rahatlatma, uyguladığı şiddeti kendi vicdanında meşrûlaştırma işlevini yerine getirir. Çatlılar fiilî ve fizikî katilse, bunlar da ideolojik ve manevî katildir. Kullandıkları üslûbun o şaşırtıcı şiddeti galizliği de bunun sonucudur. Cinayetlerini bıçak ve tabanca ile değil de kalemle işlemek zorunluluğunun oluşturduğu doyumsuzluğu, ancak bu üslup şiddeti ile bir ölçüde giderebilirler. ‘Üslûp’ diyorum, normal ahvalde. Üslûp bireysel bir şeydir. Ama başta söylediğim gibi, ‘Emin Çölaşan’ bir bireyin olmaktan çok, bir işlevin adı. Onun için buradaki üslûp da bireysel değil, anonim bir şey. Ayrıca, bu kadar kirli bir bilinçaltı tek bir boşalım kanalıyla rahatlayamayacağı için, bir tane değil bir çok Emin Çölaşan var. Rusların Matrioşka bebekleri gibi, değişik boylarda ve iç içe boylarından her şeyleri tıpatıp, kendilerinden istenen işlevi yerine getiriyorlar. Kimileri biraz yaşlanmış, ama sırada küçükleri de var, küfrettikçe büyüyor, daha da önemli ‘görev’lere hazırlanıyorlar. Temaları aynı, kelimeleri aynı. Bunlar, benzer nesneler üzerinde, bildiğimiz, ‘ne marka’ olduklarını belirten yazılar gibi. Türkiye kendine yeni sorunlar oluşturarak, yeni düşmanlar kazanarak yoluna devam ediyor. Dolayısıyla habire tansiyonu yükseltiyor. Bu ‘Emin Çölaşan’ markalı âlete bakarak bu tansiyonun nasıl yükseldiğini görüyorsunuz. Sahibinin sevmediği bir iş yapan, bir şeyler söyleyen birileri mi var, Emin Çölaşan’ın mekanizması hemen çalışmaya başlıyor. Üretmeyi kendi benzerlerinden bile daha iyi becerdiği zifosunu nişanlıyor ve sıçratıyor. Kendine yeni sorunlar oluşturarak devam eden Türkiye’de, ifadesini bu tiplerde bulan ideolojiyle hesaplaşma zamanı geldi sanıyorum. Emin Çölaşan hesabını şaşırdı ve açıkça ‘suç’ işledi. Ama burada eli kanlı yakalanması onu ve işlevini değiştirmeyecek. Çünkü zaten o bir birey değil, bir makinenin bir parçası. Onu tamir ederler ya da yerine bir yedek parça takarlar. Önemli olan makinenin tamamı.”
Belge’nin isabetle vurguladığı gibi, Türk basınının bir bölümünü kuşatmış olan bu (edep sınırlarını taşan, içeriksiz) dil, sanıldığının aksine bireysel olmaktan çok anonim. Bu dilin sahipleri birey olmaktan çok, bir ‘makam’.
Bu anonim üslûp sadece ‘köşe yazarları’yla veya sözü edilen kişiyle sınırlı değil. Meselâ akademyada tartışılması gereken spesifik dinî meseleleri magazin programlarında konuşan kimi ilâhiyat hocalarını da kapsayabilir. Cem Yılmaz, magazin programlarında mankenlerin yanağını ısırdığı bir ilahiyatçı için, “Dinî konularda ben ondan daha ciddiyim” demişti. Sadece dinî konularda ciddiyetsiz olmakla ilgili de değil sorun, temelde bir ‘edep’ sorunu bu. Ekran ve gazete dramatik bir ‘dil’e fazlasıyla imkân verdiği veya oradan beslendiği için, akıl ve vicdan ölçülerinden çok, duyguların ve onu besleyen bayağı, aşağılık şeylerin egemen olduğu bir kirletme/kirlenme ortamı.
Söz konusu gazete olunca, Belge’nin dediği gibi, örnekler değil ilkeler önemli hale gelmeli. Lâkin sürekli ilkeden söz edenler, kültürün aşırı biçimde siyasileştiği ve içeriksizleştiği bir ortamın düzeysiz, saldırgan, niteliksiz kişilerini ‘yazar’ diye ısrarla okura sunuyorlar ve onların küfür ve hakaretten ibaret kısa, kesik, dağılmış cümlelerden kurdukları birincil iletişim dili, okurun da en bayağı taraflarına sesleniyor.
Engin Ardıç, bunu o kendine özgü ironik tavrıyla geçenlerde ‘Kolay Bir Yazı’ başlığıyla şöyle dile getirmişti : “Kolay yazı”
Ben...
Bu işin...
Kolayını buldum arkadaş!
Bundan böyle...
Her kelime bir satır.
Köşe doldu mu kaçarım, kralını tanımam.
(…)
Fakat laga lugayla
Yazı şişirmek ne kadar zormuş yahu...
Kolay olsun dedik
Daha zor oldu!
İçine de bir şey koymak şart,
Hepten bomboş kalmasın.
Fikire benzer bir şeyler lâzım.
İşte buldum:
Oy verdin, susuz kaldın...
Oh olsun sana,
Göbeğini kaşıyan,
Kısa bacaklı,
Kıllı ayı!” (Akşam, 14.08.2007)
Dilin çürüdüğü bu tatsız fotoğrafı bundan daha başarılı dile getirmek zor. Bu yüzden burada kesiyorum.
21.02.2008
E-Posta:
|
|
Kadir AKBAŞ |
Anayasa Mahkemesi yol ayrımında! |
|
Anayasa Mahkemesi bugünlerde yine adı en çok zikredilen kurumların başında yer alıyor. Yüksek Mahkeme, TBMM’nin yaptığı anayasa değişikliklerini iptal edebilir mi? Anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerine göre, anayasanın 10. ve 42. maddesinde yapılan değişiklikler, Mahkeme tarafından hükümsüz kılınabilir mi?
Bu noktada biraz geriye gitmek, Anayasa Mahkemesi’nin eski uygulamalarına göz atmak gerekir.
Anayasa Mahkemesi 70’li yıllarda benzer durumlarla karşılaşmış ve hukuku zorlayarak da olsa bir hareket tarzı benimsemişti.
1961 Anayasası’nın 147. maddesinin ilk fıkrası şöyleydi: “Anayasa Mahkemesi, kanunların ve Türkiye Büyük Millet Meclisi içtüzüklerinin anayasaya uygunluğunu denetler.”
Görüldüğü gibi, maddede anayasa değişikliği olması halinde, Anayasa Mahkemesinin yetkili olup olmadığına dair sarih veya zımni bir hüküm bulunmuyordu.
1970 yılında yapılan bir anayasa değişikliği için Anayasa Mahkemesine başvuruldu ve Mahkeme bu başvuruyu kabul etti. Mahkemenin kabul gerekçesi, anayasa değişikliklerinin de birer ‘kanun’ olduğu ve bu yüzden de Mahkemenin bu değişikliği anayasaya uygunluk bakımından hem şekil, hem de esastan inceleyeceği yönündeydi.
Anayasa değişikliğinin anayasaya uygunluğunu denetlemek, Anayasa Mahkemesini bir denetim kurumu olmaktan çıkarıp, anayasa yapıcı konumuna getireceğinden, Anayasa Mahkemesinin kaynağını anayasadan almayan bu yetki genişletmesinin sınırlandırılması gündeme geldi.
Bu yüzden, 20 Ağustos 1971’de Meclis bu maddeyi değiştirdi. 147. maddenin yeni birinci fıkrası şöyle yazıldı:
“Anayasa Mahkemesi, kanunların ve Türkiye Büyük Millet Meclisi içtüzüklerinin Anayasaya, anayasa değişikliklerinin de anayasada gösterilen şekil şartlarına uygunluğunu denetler.”
Böylece, Anayasa Mahkemesinin yetkisinin sadece şekil denetimiyle sınırlanması öngörüldü. Hatta, bu amaçla madde gerekçesine şöyle şeyler de yazıldı:
“Ancak, Anayasa Mahkemesinin Türkiye Büyük Millet Meclisinin anayasa vazıı olarak yaptığı anayasa değişikliklerini denetlemesi söz konusu olamaz. Nitekim, anayasamız 4. maddesinin 3. fıkrasında, ‘Hiçbir kimse veya organ kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisini kullanamaz’ hükmü yer almıştır.”
Madde gerekçesinde yapılan bu net sınırlamaya rağmen, Mahkeme, Cumhuriyet Senatosu üyesi Özer Derbil ve 31 arkadaşının, Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kurulmasıyla ilgili yapılan anayasa değişikliklerinin iptali istemiyle açtığı bir dâvâyı kabul etti.
Bu kararda mahkeme, 1961 Anayasasının 9. maddesini tartışıyor önce.
“Devlet şeklinin cumhuriyet olduğu hakkındaki anayasa hükmü değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” diyen maddede korunan kelime, ‘Cumhuriyet’, ama mahkemeye göre bu kelime, anayasada yazılı cumhuriyet nitelikleri (insan haklarına dayalı, lâik, demokratik, sosyal, hukuk devleti) olmadan bir anlam ifade etmez. Yani mahkemeye göre aslında bu nitelikler de ‘değiştirilmesi teklif dahi edilemez’ koruması kapsamında olan konulardır.
Bu yorumla birlikte, anayasa değişikliklerini, değiştirilemez niteliklere aykırılık olup olmadığı konusunda da denetlemeye, yani değiştirilmesi teklif edilemez maddelere aykırılıkları şekil denetimine dahil etmeye başlıyor Anayasa Mahkemesi.
Nitekim daha sonra Mahkeme çeşitli yollardan yapılan başvurularla kimi anayasa değişikliklerini bu açıdan da denetlemeyi sürdürüyor. Benim görebildiğim bazı Anayasa Mahkemesi kararları şunlar: 1975/167 esas, 1976/38 esas, 1976/43 esas ve 1977/82 esas.
Mahkeme, 70’li yıllarda dört kez anayasa değişikliklerini iptal ediyor. Evet, iptal ediyor. Bu iptallerden iki tanesi, ‘hukuk devleti’ ilkesine aykırılıktan!
70’li yıllarda Anayasa Mahkemesi’nin yaptığı bu içtihattan kurtulmak için 12 Eylül Anayasası’nı hazırlayanlar, Mahkemenin anayasa değişikliklerini denetim yetkisini daha da kısıtlıyor ve bu amaçla şekil denetiminden ne anlaşılması gerektiğini açık açık yazıyorlar.
25 yılı aşkın süredir yürürlükte olan 1982 Anayasası, belki de ilk kez önümüzdeki haftadan sonra yapılacak bir CHP başvurusuyla bu açıdan incelenecek; bir anayasa değişikliğinin anayasanın değiştirilmesi teklif dahi edilemez hükümlerine aykırılığı iddia edilecek.
Anayasa Mahkemesi, değişiklikleri esas yönünden incelemek suretiyle anayasaya aykırılık iddiasını yerinde bulsa da, bulmasa da kendi yetkisini ciddi biçimde genişletmiş olacak ve bundan böyle mahkeme tarafından onaylanmayan hiçbir anayasa değişikliği yapılamayacak.
Anayasa Mahkemesi, anayasa koyucunun özellikle vermek istemediği ve öngörmediği böyle bir yetkiyi kullanacak olursa, anayasa’da yapılması düşünülebilecek en basit değişiklikler bile, kapsam itibarıyla cumhuriyetin temel nitelikleri veya ‘Atatürk milliyetçiliği’ gibi, ‘ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlük’ gibi hukukî anlamda sınırları belirsiz kavramların birinden biriyle irtibatlandırılarak parlamentonun ‘tali kurucu iktidar’ olma yetkisini Anayasa Mahkemesi ile paylaşması söz konusu olacak.
Anayasa Mahkemesinin açılacak bir iptal dâvâsında vereceği karar, dâvânın sonucu ne olursa olsun, ülkemiz açısından hayati sonuçlar doğuracaktır.
21.02.2008
E-Posta:
|
|
|
Cevher İLHAN |
Yeni Asya’nın haklılığı |
|
Osmanlının son döneminde, “İslâm ahlâkını sarsan”, “efkâr-ı ammeyi perişan eden” ve “içtimâiyatı (sosyal ve siyasî hayatı) teşviş edip” saptıran tezvirâta karşı, “Ben de gazetelerde, onları reddeden makaleler neşrettim” diyen Bediüzzaman, “matbuat lisanı”yla konuşmanın önemi üzerinde durur. (Divân-ı Harb-i Örfi, 25)
Bu tavrıyla, dönemin devlet ve siyaset merkezi Osmanlı’nın başkenti İstanbul’da basının “hava-i gıll-û gış”ı olan gizli kin ve kötü niyetlerle süsleniş müzevirlik ve koğuculuk dolu yalan ve dolan propagandaya karşı, yine aynı basın yoluyla mücadelenin gereğini belirtir.
Aksi halde, ortalığı karıştıran ve gerçekleri tersyüz eden “mücriflik”le, fikirleri müşevveş, karmakarışık ve anlaşılmaz hale getiren dün “matbuat” denilen basının, toplumun sosyal dengesini ve âhengini bozup milleti istikâmetten ayırarak inhiraf uçurumuna iteceğini ihtar eder.
Bunun içindir ki “demokrasini zembereği olan efkâr-ı ammenin (kamuoyu”nun “tehditlerle, korkularla, hîlelerle başka bir mecrâya çevrilmesi”ne ve milletin sathi ve geçici de olsa “muhâkeme-i akliyesi”nin kapatılıp yanlışa sürüklenmesine karşı, mutlaka basınla cevap verilmesinin ehemmiyetini bildirir.
Böylece, hiçbir hâricî tesir ve kandırışa kanmayan, ifsad şebekelerini oyununa gelmeyen milletin müşterek umumî kalbinden tarafsızca çıkan kanaatin ortaya çıkacağını ifâde eder. (İşârât’ül İ’câz, 164)
Ve bütün bunlara karşı gazetelerin “bedraka-i efkâr” olup fikirlerin delili, kamuoyunun klâvuzu, millete doğrusu gösteren yol göstericisi ve rehberi olması gerektiğinin anlamını açıklar. (Divân-ı Harb-i Örfî, 50-51)
* * *
Merhum Mustafa Polat, 21 Şubat 1970 tarihli ilk sayısında “hüküm” başlıklı başyazısında şu beyânda bulunur: “Yeni Asya bu inanç içerisinde devam edecek; Asya’nın faziletini göstereceğiz. Nefret ve husûmet devri geçmiştir, sevgi ve şefkat devri başlamıştır. İyi ve güzel olanı göstermek, doğruyu ortaya koymak, Hakkı müdafaa etmek esastır; bundan asla vazgeçmeyeceğiz.”
Elhak Yeni Asya, yayınlandığı günden bugüne bu ülkede hep “bedraka-i efkâr” oldu; hep hakkın ve hakikatin yanında yer aldı; saptırmalara karşı mücadele etmiş ve bundan asla vazgeçmedi.
Yeni Asya, demokrasinin İslâmla bağdaştığını Bediüzzaman’ın beyânıyla en güzel şekilde ispat etti. Türkiye’de “din adına siyaset” saptırmasına ve siyasetin menfî milliyetle saptırılmasına karşı Bediüzzaman’ın Kur’ânî esaslardan tespit ettiği temel içtimaî ölçülerini rehber edindi, milletin bu tuzağa karşı milleti ikaz vazifesini yaptı, istikameti gösterdi.
Siyasal İslâmla dinin siyasîleştirilmesinin dine ve dindarlara din düşmanlarından daha fazla zarar vereceğini izâh etti. Bediüzzaman’ın temel tespitleriyle, menhus maksatlarla Müslümanları siyaset ârenasına çekip İslâmî hizmetleri, “İslâmî bir devlet kurmak’ gibi siyasetvârî bir tarzda tebdil ediverme” tuzaklarının, “o sahte siyaset bezirgânlarının, çocukları dahi kandıramayacakları acemice bir iftirâ ve bir uydurmadan ibâret olduğunu” ortaya koydu. (Emirdağ Lâhikası, 435)
Keza milletin hakkını ve hukuku katleden tepeden inme darbelere ve ara rejimlere karşı tâvizsiz ve asil duruşunu sürdürdü; halka rağmen tepeden inmeci keyfî ve cebrî dayatmalara asla prim vermedi.
Sinsî taktiklerle, şeytanî saptırmalarla, yalan yaygaralarla yaydırılan fitne ve tefrikalara karşı hep tâvizsiz ve istikametli tavrını devam ettirdi. Her darbe ve postmodern darbenin ardından millete dayatılan uydurma anayasala karşı mücadele etti. Hepsinde de haklı çıktı…
* * *
Bugün alâ-yı valâ ile ve tek taraflı propaganda ile sâdece “evet” demenin serbest olduğu ve “hayır” demenin yasaklandığı, “yüzde doksan iki oy aldığı” belirtilen 1982 Anayasasının savunanı kalmamıştır. İhtilal liderleri ve anayasa hazırlayıcıları bile bu anayasanın millete uymadığından şikâyetçiler…
En bâriz örneği, son yasadışı başörtüsü yasağını yasayla kaldırma meselesinde yaşandı.
Yeni Asya’nın baştan beri zaten hiçbir kanunda olmayan kanunsuz yasağın kaldırılması için yasa gerekmediği, kanunsuz keyfî yasağın demokratik irâde ve dirençle kaldırılacağı uyarısı bir defa daha haklı çıktı.
Siyasî iktidarın en hararetli savunucuları dahi bugün bu hususta Yeni Asya’nın çizgisine gelmiş bulunmaktalar. Yasağı yasayla kaldırma teşebbüsünün yasağı daha da yaygınlaştırıp “yasallaştıracağı” endişesini tekrar edip, derhal bundan vazgeçilmesini tavsiye etmekteler…
Neticede Yeni Asya, 39 yıllık yayın hayatında, çeşitli sıkıntılara mâruz kaldı; 470 gün kapandı, ama merhum Polat’ın en başta belirttiği, “Rahmet-i İlâhiyeden ümidimizi kesmeyeceğiz. ‘Haklı şûra, ihlâs ve tesânüdü netice verdiğinden’ dâima istişâre yolunu seçecek, samimiyeti, birlik ve beraberliği telkin edeceğiz. ‘Biz muhabbet fedâileriyiz, husumete vaktimiz yoktur’ diyecek, kin ve nefretin cemiyetimizden kalkmasına çalışacağız. El ve gönül birliği, kalb ve kafa birliği içerisinde meselelerimizi halledeceğiz ki ‘Yeni Asya’, kötülüğe, heva ve hevese galebe edebilsin…”
Yeni Asya’nın haklılığının ve başarısının sırrı budur; bu temel mânevî esaslara bağlılığıdır…
21.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Baykal ve Olmert |
|
Filistin babalarla oğulları karşı karşıya getiriyor. Başörtüsü yasağı da öyle. Önce isterseniz Filistin’den başlayalım. Olmert, Şaron’un halefi. Ailesinin de kendisini ve politikalarını izlemesi beklenir. Ama heyhat. Ne gezer. Onlar Olmert’i değil vicdanlarını dinliyor ve izliyorlar. Ailesi aksine Filistinlilere baskısından dolayı babalarından nefret ediyor. Babalar ile oğullar tezadının son faslı Olmert ailesinde yaşanıyor. İsterseniz tabloya daha yakından bakalım. Vaktinde İsrail’in en genç milletvekili ünvanını alan Olmert 1993 yılında Kudüs Belediye Başkanı olmuştu, siyasî kariyerine buradan yükseldi. Belediye başkanlığı basamak oldu. Kudüs’ün Yahudi halkının ‘bölünmez ve ebedî başşehri’ olduğunu savunuyor ve Batı Şeria ile Gazze Şeridi üzerinde de hakları olduğunu söylüyordu. Nitekim Doğu Kudüs’teki İsrail kontrolünü kuvvetlendiren de kendisi oldu; Yahudilerin yerleşimlerini teşvik ederken, çok sayıda Filistinli’nin evinin yıkılması emrini verdi.
Ehud Olmert’in seçim kampanyası sırasında, ailesinden biriyle ne bir kare fotoğrafı çekildi, ne de ailesinin herhangi bir ferdiyle mülâkat yapılabildi. Elbette bir sebebi vardı. Nedeni çok esrarengiz değil. Olmert’in aile üyelerinin siyasî görüşlerinin kendisine kıyasla hayli sol cenahta yer alması. Zira, Olmert’in san’atçı olan eşi Aliza sol görüşleriyle bilinen Barış Şimdi Hareketi’nin bir üyesi. Kızı Dana da işgal altındaki topraklarda kurulan İsrail kontrol noktalarında Filistinliler’e yapılan kötü muameleleri izleyen bir örgütle bağlantılı. New York’ta yaşayan bir oğlu orduda hizmet etmiş, ama sol görüşleriyle biliniyor. İkinci oğlu ise—İsrail’de hayli sıradışı olan bir kararla—askerlik yapmayı reddetmiş ve şu an Paris’te yaşıyor.
Olmert, çocuklarıyla ilişkisi hakkında şöyle diyor: “Aramızda çok fazla anlaşmazlık ve öfke var. Ama benim üzerimde etkileri oldu ve bundan gurur duyuyorum. Onların üzerinde de benim bir etkimin olduğunu düşünmek isterim.”
Evet, Olmert’lerin serencamı böyle. Bir zamanlar Hazreti Ebubekir gibiler babalarıyla ters düşmüştü. Başörtüsü meselesinde Nesin kardeşler de ters düştüler. Tam ortadan ikiye bölündüler. Başörtüsüne evet diyen de hayır diyen de babalarının çizgisini temsil ettiklerini söylediler. Birisi diğerine, ‘Babamın kemiklerini sızlattın’ diyecekti. Birisi vicdanın sesini dinliyor, diğeri de ideolojinin sözcülüğünü yapıyordu.
***
Bu vicdanî bölünmelerinin başörtüsü üzerinden de olsa Baykal ailesine kadar uzandığını görüyoruz. Baba da olsanız vicdanlara hükmedemiyorsunuz. Hazreti Musa’nın ‘velinimeti’ Mısır Sultanının eşi Asiye’nin kalbine söz geçirememesi gibi. Veya tersinden Lut Aleyhisselâm’ın da, eşine söz geçirememesi gibi. Dolayısıyla insanlar hakkında genel bir hüküm vermek zor. Bazen ideolojik çizgi, bazen de vicdanî çizgi insanları ayırıyor.
Radikal gazetesinden öğreniyoruz ki, başörtüsüne serbesti getiren anayasa değişikliğine karşı yayınlanan bildiriye CHP lideri Baykal’ın çocukları Prof. Dr. Ataç Baykal ile Prof. Dr. Aslı Baykal imza atmamış. Babalarının siyasî hatırını değil de vicdanlarının telkinini dinlemişler. Babalarının kanaati yerine kendi kanaatlerini tercih etmişler. Zaten böyle de olması normal değil mi? Radikal’in haberine göre Üniversite Konseyleri Derneği tarafından hazırlanan ve 72 öğretim görevlisinin imza attığı ‘Gericiliğe İzin Vermeyelim’ başlıklı bildiride, “Gerici ve liberallerin ‘türbana özgürlük’ ittifakı Türkiye üniversitelerinin yüzkarasıdır!” denilerek, türbanın bireysel özgürlük konusu olmadığı savunulmuştu. Bildiride, “Türban AK Parti’nin gericiliğini-piyasacılığını örtüyor, türban ABD emperyalizmini, ABD’nin AK Parti eliyle Türkiye’yi İslâm cumhuriyetine dönüştürme sürecini örtüyor” denilmişti. Bildirinin imzalanması için dernek tarafından tüm öğretim üyelerine çağrı yapılıyor. Ancak, Baykal’ın Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesinde görevli oğlu Prof. Dr. Ataç Baykal ile, Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi’ndeki kızı Prof. Dr. Aslı Baykal imza atmıyorlar. Aylar önceki bir yazımda annelerini ortalıkta cirit atan bazı AKP’li bayanlara örnek göstermiştim. Şimdi de çocuklarını Baykal’a örnek gösteriyorum. Vicdan dediğin böyle olur. Hakkaniyet dediğin böyle olur.
***
Tam tersi bir örnekte ise, anayasa değişikliğinin mimarlarından MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Isparta Süleyman Demirel Üniversitesinde Rektör Yardımcısı olan kardeşi Prof. Dr. Semiha Bahçeli de türbana serbestlik bildirisini imzalamamıştı. Semiha Bahçeli, neden imzalamadığının sorulması üzerine ise konuyla ilgili herhangi bir görüş bildirmeyeceğini belirtmişti. Vicdanların da fayları ve hataları var. Önemli olan vicdanla cüzdan arasında, vicdanla siyaset arasında kalmamaktır vesselâm. Vicdan en güvenilir danışmandır.
21.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|