Bundan 38 yıl önce havaya ilk cemrenin düştüğü şu soğuk günlerde, Yeni Asya gazetesi de Bâbıâli'ye bir cemre sıcaklığıyla düşüyordu.
Basın–yayın dünyasında yeni bir ses, yeni bir soluk, yeni bir renk ve yeni bir ekol vardı artık.
Bu gazete, kırk yıla yakın bir zamandır temsil ettiği misyonuyla, kendine has özellikleriyle, farklı orijinal fikriyatıyla, sarsılmaz dirayetiyle ve kendi penceresinden bakarak gördüğü doğrularla yanlışları tefrik etme ölçü ve mihengiyle var olmaya devam ediyor. "Hâzâ min fadli Rabbî."
* * *
Yeni Asya ailesini, bu gazete henüz daha üç yaşında iken (1973 Sonbaharı) tanıdım.
Liseye yeni başlamıştım. Gazete okuma alışkanlığım yoktu. Yeni Asya'yı işte ilk kez o zaman gördüm, tanıdım, okudum ve bağlandım.
Tevâfuklarla dolu bu fıtrî bağlılık, tam 35 senedir kesintiz, fâsılasız şekilde devam ediyor.
Yarı ömürlük bir zamanı içine alan bütün bu gelişmeler, kasdî, ihtiyarî ve iradînin ötesinde, bir sevk–i fıtrî ve inâyet–i İlâhî'ye bağlı olarak yaşandığını itiraf etmeliyim.
Bu sevk–i İlâhî'nin de, lâyık olduğumuz için değil, belki ihtiyacımıza binâen tahakkuk ettiğine inanıyoruz.
Evet, hâlen de inanıyoruz ki, Cenâb–ı Hakk'ın inayeti, istihdamı ve hakkımızdaki hıfz–ı İlâhîsi, yine ihtiyacımıza binâen devam ediyor.
Sizlerin bu mânâdaki müstecap duâlarınıza, dün ve bugün olduğu gibi, yarınlar için de ihtiyacımız var.
* * *
Şimdi gelelim Yeni Asya ailesi içinde geçen otuz beş senelik zaman zarfında almış olduğumuz ders ve terbiye ile neler öğrendiğimize ve neleri ezber ettiğimize...
Bunların sadece bir kısmını, o da çok kısa ifadelerle sizlere şu şekilde takdim edebiliriz:
* İhlâs ve gayret, muvaffâkiyet için bir bütünün ayrılmaz iki parçasıdır. Birinin eksik olması halinde, hayırlı muvaffâkiyetler sağlanamıyor.
* Şerefler, makamlar fâni olan şahıslara değil, aileye, heyete, yani "şahs–ı mânevî"ye verilmeli.
* Her ne tür bir hizmet yapılacaksa, bu büyük ailenin malı olarak görülmeli ve onun iştirakiyle yapılmalı. "Ben merkezli" olmaktan şiddetle kaçınılmalı.
* Irkçılık, bilhassa çağımızın öldürücü, mahvedici bir hastalığıdır. Ondan uzak durmalı, din dairesindeki "iman kardeşliği"ne kemâl–i muhabbetle sarılmalı.
* Madem ki "hakkın hatırı âlidir", o halde ehl–i hak ve hakikat olan bu büyük camianın hatırını da âli tutmalı, onun hatırını kıracak söz ve davranışlardan içtinâb edilmeli.
* Bu zamanda hayatı ve cihanı sarsan fırtınalı hadiseler karşısında, nihayetsiz bir itidal–i dem, metanet ve fedâkârlık taşımak gerektir; ki, bu da tek başına ve münferiden yapılabilecek bir iş değil.
* Demek ki zaman, her bakımdan "cemaat" denilen "metin bir şahs–ı mânevî"ye dahil olma, ona istinad etme ve onunla birlikte hareket etme zamanıdır.
Tarihin Yorumu 21 Şubat 2001
Bir ucûbe hükûmetin 'Kara Çarşamba'sı
Devlet ve hükümetin en yüksek katında bulunanlar arasında yaşanan sürtüşme ve tartışma, bardağı taşıran son damla hükmüne geçti ve Cumhuriyet tarihinin en büyük iktisadî krizinin patlamasına sebebiyet verdi.
Yer Ankara; MGK'nın Şubat ayı olağan toplantısı. Tarih, 21 Şubat 2001; günlerden Çarşamba.
Toplantının katılımcıları, Cumhurbaşkanı A. N. Sezer, Ana–Sol–M koalisyonu ortaklarından Başbakan B. Ecevit, Başbakan Yardımcısı M. Yılmaz, H. Özkan, M. Savunma Bakanı S. Çakmakoğlu, İçişleri Bakanı S. Tantan ile üst düzeydeki ilgili tüm komutanlar. (MHP lideri Bahçeli, o günlerde yurt dışındaydı.)
Herkes yerini almış ve toplantı başlamak üzere... İşte, tam o anda Sezer, Ecevit ve Özkan arasında çocuksu bir tartışma, sürtüşme ve ağız dalaşı başlar. Karşılıklı olarak, anayasa kitapçığı fırlatmaları vuku bulur.
Bunun üzerine tehevvüre kapılan Başbakan Ecevit, hodserâne hareket ederek toplantıyı terk eder. Onu hükümetin diğer üyeleri takip ederek toplantıdan ayrılırlar. Böylelikle, MGK toplantısı yine ilk kez olmak üzere, başlamadan bitmiş olur.
Çankaya Köşkü'nden Başbakanlığa döner dönmez ilk açıklamasını yapan Ecevit'in ağzından, o sarsıcı krizin fitilini ateşleyen şu sözler döküldü: "MGK toplantısının açılışında, gündeme geçilmeden önce kamu görevlilerinin önünde sayın cumhurbaşkanı söz alarak son derece terbiye dışı bir üslûpla bana ağır ithamlarda bulundu."
Buna mukabil, Sezer de kendine göre bir açıklama yaptı ve böylelikle, büyük bir gürültü ile patlayan iktisadî kriz, her iki tarafça da bir nevi deklare edilmiş oldu.
Kamuoyunda "Kara Çarşamba" diye de isim yapan Cumhuriyet tarihinin bu en büyük ekonomik krizi, iş hayatına, aile hayatına ve bütün sosyal hayata yakıcı, yıkıcı öyle bir darbe vurdu ki, kimi yerde açtığı yaraların sarılması hiçbir şekilde mümkün olmadı. Yanan yandığıyla, yıkılan yıkıldığıyla kaldı.
Dövizin aniden fırlaması, borsalarda kontrolün kaybolması, ödemeler dengesinin şiddetli dalgalanmalarla altüst olmasıyla birlikte, ortalık birden toz–duman oldu.
Bu arada, borsa ve bankalar sarsılmaya, çok sayıdaki fabrika ve işyeri peşpeşe kapanmaya ve işsizler ordusuna yeni birlikler eklenmeye başladı. İflâs edenlerle kaçarak kayıplara karışanların ise, haddi hesabı tutulamaz oldu.
Tabiî, bütün bu olup bitenlerin yegâne sebebi, mâlum toplantı öncesi yaşanan gerginlik hali değildir. O elektrikli hal, sadece bardağı taşıran bir damla vazifesini gördü.
Demek ki, geri plânda 14 aydan beri uygulanmakta olan ve neresinden tutarsanız dökülüveren sakat bir ekonomi politikası var.
Gariptir ki, Bülent Ecevit ne zaman başbakan olduysa, bir yerlerden mutlaka bir kriz çıkmıştır: Kıbrıs krizi, yokluk–kuyruk krizi ve son olarak ekonomik kriz...
21.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|