Her türlü hak ve hukukun tecellisinde "Suçun şahsîliği" prensibi esas alınır, olmazsa olmaz şartlardan biri olarak kabul edilir. Dolayısıyla:
1) Cumhuriyet'in ilk 27 yılında din ve mukaddesatı temelinden yıkmaya kadar varan dehşetli tahribatın sorumlusu "cumhuriyet rejimi" değildir; en büyük günahkâr, bu rejime "mutlak istibdat" şeklini veren şahıslardır.
2) On–on iki yıllık (1908–1920) Meşrûtiyet döneminde işlenen iç ve dış cinayetlerin, ihanetlerin, hata ve günahların faturası, hiçbir şekilde "meşrûti sistem"e yüklenemez. Günahlar, derecesine göre suç işleyen şahıslara aittir.
3) Otuz yıllık (1878–1908) Mutlâkıyet rejiminin bütün suç ve günahı Sultan Abdülhamid'e yüklenemez. Ona yüklemek, büyük insafsızlık olur. Zira, onun etrafını kuşatan sadaret (hükümet) ve mevzuatın (bürokrasi) çeşitli kademesinde bulunan bir dizi gaddar, müstebid, yalaka tabiatlı adam var. Bununla beraber, devletin bütün çarklarının işleyişini kendi şahsına bağlayan Sultan Abdülhamid, bu "tekelci rejim"in sorumlu olarak, yapılan idarî hatalarda elbette ve hiç şüphesiz ki ciddî oranda sorumluluk sahibidir.
Bu hatırlatmadan sonra, şimdi asıl meselenin detaylarına bakalım.
Her muhalif kişi aldanmış mı sayılır?
Sultan Abdülhamid'in idarî politikalarına muhalefet eden herkesi "aldanmışlar" kategorisinde görmek, bize göre katmerli bir aldanıştır.
Zira, Sultan Abdülhamid'in tatbik ettiği tarz–ı siyaset, hatadan, kusurdan, günahtan vareste değildir.
Dahası, o tekelci siyasetin başına meselâ Sultan II. Mahmud gibi garp hayranı, gaddar ve şerîr bir padişahın da gelip geçebileceğini bir türlü düşünemiyorlar, böyle bir ihtimali hesaba katamıyorlar.
Oysa, böylesi bir mutlâkıyet rejiminin başına, kıyafet dayatması sebebiyle on binlerce insanı katleden Sultan Mahmud gibi bir adam, hatta ondan beteri de gelip geçebilir.
Demek ki, burada şahıs gibi sistem de güvenilir bir durum arzetmiyor. Zira, bilhassa bu zaman "şahs–ı vahit" zamanı değil, belki "şahs–ı mânevî" zamanıdır.
Şahıs veli de olsa, hatta dâhî derecesinde bile olsa, şayet bir heyete, bir meclise, yani bir "şahs–ı mânevî"ye dayanmazsa, kıymeti de, kameti de, hükmü de kocaman bir hiç derecesine düşebilir, gerileyebilir. Şahsın yakıp yıkması da, yıkılıp gitmesi de ân meselesidir; dolayısıyla güvenilmez ve ona bel bağlanılmaz.
1920'lerde telif etmiş olduğu Sünûhat isimli eserinde, bu hususla ilgili şunları ifade ediyor, Üstad Bediüzzaman: "Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs–ı vâhit (tek adam) idi. ...Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim (ise), ruh–u cemaatten çıkmış ...metin bir şahs–ı mânevîdir ki, şûrâlar (meclisler) o ruhu temsil eder." (Age, s. 51)
Çağın değişen ve gelişen bu açık gerçeğine rağmen, yine de kafası basmayan ve geçmişe takılıp kalarak hâlâ "Peki, Sultan Abdülhamid gibi kudretli bir padişah gelmeyecek mi, yani eski hâl olmayacak mı?" tarzında sorular soranlara ise, Üstad Bediüzzaman ezberlenmeye lâyık şu cevabı verir: "...Eski hal muhal; ya yeni hal veya izmihlâl."
Ayrıca, bu veciz cevabın, siyah kıl çadırlarda yaşayan göçebeler tarafından dahi kolaylıkla anlaşılabilmesi için şu misâli verir: "Acaba sizin şu siyah çadırnız parça parça edilip yandırılırsa havaya savrulursa o külden yeniden çadır edip içinde oturmak kâbil midir?" (Münâzarât, s. 52)
Diktanın mahsülleri
Tek adam merkezli totaliter rejimler, kategorik olarak belli başlı üç tip insanın türemesine sebebiyet verir. Bunlar:
1) Düşman, muhalif, saldırgan, tetikçi ve işbirlikçi tipler.
2) Üst tabakaya karşı yalaka, yağcı, yaranmacı; alttakilere karşı ise haşin, gaddar, müstebid tipler.
3) Pasif, "nemelâzım"cı tipler.
Mutlâkiyet dönemlerinde, piyasada bu karakterdeki insanlar mebzul miktarda bulunmuştur.
Son olarak, 1878–1908 yılları arasındaki istibdat rejiminin işleyişi hakkında fikir edinmek maksadıyla, neşriyat sahasından bir misâl vererek meseleyi noktalayalım.
Diyelim ki, o dönemde bir dergi, yahut bir gazete çıkarmak istediniz. Bırakınız İstanbul veya Anadolu'nun herhangi bir şehrini, Kahire'de, Şam'da, Bağdat'ta, yahut Üsküp'te de olsanız, uymak zorunda kalacağınız prosedür şudur: Önce, bulunduğunuz vilâyetin valisine maksadınızı açıkça izah eden bir dilekçeyle müracaat ediyorsunuz. Valinin mülâhazasından geçen bu dilekçe, ardından Dahiliye Vekâletine (İçişleri Bakanlığı), oradan Mâbeyn Kâtipliğine (Saray Sekreterliği) ve oradan da geçerek—o da geçebilirse—padişahın tetkik ve iradesine arz olunur.
Hür neşriyat için zaten kolayca izin çıkmadığı o dönemde, ayrıca çok ağır işleyen bürokrasinin, müracaat sahibine kaç zaman sonra cevap vereceği de meçhûldür.
Şimdi, tekrar başa dönüyor ve istibdat rejiminin bugünkü meddahlarına soruyoruz: Siz, ciddî bir niyet ve gayretle, gezete yahut mecmua çıkarma teşebbüsü karşısında, şayet siz bu tarz bir muameleye tâbi tutulacak olursanız, acaba tepkiniz nice olur(du?)
Muhtemelen, ya tam yalaka, ya da birden düşman ve isyankâr olup çıkardınız. Mutedil kalamaz, vasatta duramazdınız.
Evet, tarih, meddahların saf ve çizgi değiştirerek, aniden eski dosta düşman kesiliverdiklerinin örnekleriyle doludur.
GÜNÜN TARİHİ 13 Şubat 1878
İlk Meclis'in kapatılması ve sonrası
İlk Osmanlı parlamentosu olan Meclis–i Mebusan, Sultan II. Abdülhamid'in iradesiyle feshedilerek süresiz şekilde kapatıldı. (Meclis, 69'u Müslüman, 46'sı gayr–ı müslim olmak üzere toplam 115 üyeden müteşekkil idi.)
26 üyeden oluşan Meclis–i Ayana (Senato) dokunulmadığı gibi, Anayasa (Kànun–i Esasî) de yürürlükten kaldırılmadı. Ancak sistem de pasifize edildi ve adeta işlevsiz bırakıldı.
İlk Osmanlı Meclis'i, 20 Mart 1877'de çalışmalarına başladı. 28 Haziran'da dağıtıldı. 13 Aralık'ta yapılan seçimler sonucu yenilenen Meclis, 13 Şubat'ta bu kez süresiz olarak kapatıldı.
Meclis'in kapatılma gerekçesi olarak, Osmanlıya ağır zayiat veren "93 Harbi", buna mukabil Meclis'in vazifesini hakkıyla ifâ edememesi ve Meclis'te çatlak sesler çıkaran gayr–ı müslimlerin varlığı gibi hususlar gösterildi.
Sultan Abdülhamid, böylelikle bütün dizginleri eline almış oldu. Yönetime hakim olduktan hemen sonra Dolmabahçe Sarayından Yıldız Sarayına taşınan Sultan Abdülhamid, hükümet ve bürokrasiyi de Bâbıâli'den Yıldız'a peyder–pey taşımış oldu.
30 yıl müddetle devleti buradan ve bu suretle tek başına yönetmeye çalıştı. Hemen hiç dışarı çıkmadı; en kuvvetli hafiye (casusluk) teşkilâtını kurmasına rağmen, kendini adeta İstanbul'a, dolayısıyla Yıldız'a hapsetmiş oldu.
Kurmuş olduğu "Mutlâkıyet sistemi" sayesinde, farklılık arzden fikrî ve siyasî hiçbir harekete fırsat vermedi, müsamaha göstermedi. Şefkatli olması hasebiyle kimseyi idam etmedi, kimseyi öldürtmedi; ancak, sansür ve sürgün kànununu bütün katılığıyla uygulamaktan da kaçınmadı.
Bunda, elbette ki çoğu vehham ve müdahaneci (yalaka, yaranmacı) yakınlarının ve yardımcılarının büyük payı vardı.
Bu zaman yapılan farklı çıkış ve mücadelelerin hemen tamamı ancak yurt dışında sahnelenebildi.
Yerli ve içerden yapılan ilk büyük çıkışın ilmî/fikrî cephesini Bediüzzaman Said Nursî, askerî cephesini ise Enver ve Niyazi Beyler temsil etmiş oldu. (Hürriyet ve Meşrûtiyet'in ilânında hizmeti geçen diğer meşhûrların çoğu hudut haricinde bulunuyordu.)
30 yıl müddetle kapalı kalan Osmanlı parlamentosu, 23 Temmuz 1908'de "Meclis–i Umumî" adı altında yeniden toplandı ve derhal seçimlere gidilmesi kararını aldı... 8–9 ay müddetle "gül gibi" işleyen hürriyet ve meşrûtiyetin nâzenin bedenine, Mart 1909'dan itibaren zehirli dikenler batmaya başladı.
Bu zehirli dikenler yüzünden on yıl müddetle kanayan yaranın müsebbibi bizâtihi meşrûtiyetin kendisi değil, belki içteki ahmaklar ve hainler ile dıştaki gaddar zalimlerin aynı kapıya çıkan fiil ve hareketleri idi.
13.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|