Başörtüsü yasağının üniversitelerde “fiyonk usûlü” formülüyle kalkması konusundaki tartışmalar devam ederken yabancı ülkeler de bu tabloyu dikkatle izlemekteler.
Bu ülkelerden bir tanesi de İsveç.
Geçtiğimiz günlerde İsveç Parlamento heyetinden Ankara’ya gelen bir grup, ülkelerindeki durumu değerlendirince bize de iki tabloyu yorumlamak düştü.
İsveç’te kamusal hizmet alan-veren ayrımı yoktu. Özel ve devlet kurumlarında herkes dilediği gibi giyinebildiği gibi eğitim alanında ve okullarda da başörtüsü takan kadınlar bulunmaktaydı. Türban tartışmaları, tabiî karşılanmalıydı. Bu tartışmalar demokrasinin işlediğinin bir göstergesiydi… Parlamentolarındaki yedi partinin yedisi de Türkiye’nin AB üyesi olmasını istiyordu. (7 Şubat 2008, Yeni Asya)
İsveç modeli demokrasi insan fıtratına uygun, dolayısıyla İslâm’a çok yakın… İşte bunun delillerinden bir kaçı:
Avrupa’da benzeri olmayan bir uygulama bu ülkede mevcut.
Biliyorsunuz İsveç, para karşılığı zinayı şiddetli cezalarla kanunen yasaklamıştı. Erkeklerin en büyük korkusu sicillerine bu suçun işlenmesi. Kötü yola düşmüş kadınların rehabilite edildiği, fuhuş sektörünü organize edenlerin on seneye kadar hapis cezasıyla yargılandığı, fuhuşun zararlarının okullarda ders olarak verildiği İsveç’te halk ve idareciler durumdan memnun. Hatta komşu Finlandiya bile aynı uygulamaya başlamayı düşünüyor!
İsveç’te Müslümanların, camileri sosyal hayatlarının ana merkezleri olarak kabul etmelerini hükûmet de onaylıyor. Camilerin masraflarının bir kısmını devlet “sosyal giderler fonundan” ödüyor.
Gelin de Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin yıllar önce İçişleri Eski Bakanı CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran’a ve bütün siyasilere ders niteliğindeki mektubunu hatırlamayın!
“Bu asrın Kur’ân’a şiddet-i ihtiyacını hissetmekte İsveç, Norveç, Finlandiya’dan geri kalmamak size elzemdir. Belki onlara ve onlar gibilere rehber olmak vazifenizdir” (Emirdağ Lâhikası, s. 191)
Evet, kulaklarımızı hakikatlere ne kadar tıkasak da, Kur’ân kâinatı okuyor.
Dinleyelim!
Anneler hayatı etkiler…
Annelerimizin ilk eğitimcilerimiz olarak hayatlarımızı etkiledikleri bir gerçek. “Yumurtadan çıkmış, kabuğunu beğenmemiş” misâli gençlik yıllarında onları eleştiri yağmuruna tutsak da anne olup da çocuklarımızı hayata hazırlama safhalarını yaşadığımızda bir gün aniden fark ediveririz ki, bir zamanlar beğenmediğimiz hareketleri yapmaya, hatta savunmaya başlayıvermişiz.
Şimdi eleştiri yağmuru sırası çocuklarımızdadır artık!
Anneler yetiştirdikleri küçük insanların akıllarına, ruh ve kalplerine, kabiliyetlerine çocukluktan sonraki hayat safhalarını etkileyecek çekirdekleri ekerler.
İslâm tarihi ve Osmanlı tarihi bunun sayısız örnekleriyle doludur. Sözgelimi, Yavuz Sultan Selim’in annesinin ok, yay ve kalkan modeli oyuncak grupları oluşturarak daha küçücük bir bebekken onu eğitmeye başladığını okumuştum bir yazıda.
Abdülkadir Geylânî’nin annesinin de oğlundan hayatında hiç yalan söylememek üzere söz alarak ilim öğrenmeye yönlendirmesi de ibret verici bir olay olarak İslâm tarihinde yer alır.
Şimdi vereceğim örnek de Batı dünyasından. Amerikan siyaset tarihinde önemli bir yer tutan Kennedy ailesi ile ilgili.
John F. Kennedy (1917-1963) ABD’nin 35. başkanı olduğunda Robert ve Edward adlı iki kardeşini de hükûmette önemli görevlere atamıştı. Bunun üzerine muhalefetten “Başka adam yok mu?” şeklinde yoğun bir tepki alınca herkesi susturan şu hatırasını anlattı:
“Onlar Kennedy’dir, farkları vardır! Biz üç erkek kardeş, henüz ilkokul sıralarında iken gazete okumaya başladık. Annem her sabah hepimizden önce kalkar, gazeteleri okur ve çok önemli yazı, yorum ve makaleleri kesip büyük bir panoya iğnelerdi. Biz kalkar, elimizi yüzümüzü yıkar ve panonun önünde o yazıları okuduktan sonra kahvaltı yapmaya hak kazanırdık. Aksi takdirde kahvaltı yapamazdık. Bu hâl üniversite bitene kadar sürdü.”
Kadın programları
Televizyonlarda reyting savaşı(!) veren programlar arasında kadın ve aileye yönelik olanlar hayli yekûn tutuyor. Genelde “Vur patlasın, çal oynasın!” anlayışıyla yapılan ve vıcık vıcık olan bu programlara gözümün bir an takılması bile tahammül edilemez süreçtir benim için.
Tâ ki, geçen akşamki bir kadın programına kadar.
Uzunca bir aradan sonra akşam kuşağında bir programı detaylı bir şekilde baştan sona izleme fırsatım oldu. “Muhafazakârız!” diyerek yola çıkıp da, soluksuz yaya kalan TV kanallarımızın şu andaki içler acısı haline bir misâldi bu program. Aile içi cinsel taciz konusunun en kaba ve açık şekilde katılımcı anne babalarla dile getirilmesi, ama bu kokuşmuş yaraya merhem olarak da bir çözüm sunulmamasıyla ne yapılmaya çalışıldığını anlamak zordu. Bakalım çözüm olarak ne sunulacak diye beklemem boşunaydı!
İlim dünyasında hastalıklı bir hâl olarak tanımlanan “ensest” olayı en azından uzman yardımıyla ele alınabilirdi. Ama daha kolayı tercih edilip anne babalar konuşturuldu, ayıplandı, azarlandı. Program boyunca bu içler acısı kokuşmuş yara bir çomakla kurcalanıp duruldu, derinleştirildi…
Program bittikten sonra müsbet kimliğiyle tanıdığım kadın programcıya içimden şu soruyu sordum: “Sen ne yapmaya çalıştın?”
Ancak Cehennem ateşlerinin temizleyebileceği bu dehşet verici suçları, hayatımıza hayat katan iman hakikatleri olmadan önleyebilmek, tedavi edebilmek mümkün değil. Sözgelimi bu kokuşmuş yaranın merhemi de yine Kur’ân eczanesinde en güzel terkibiyle yer alıyor. Hani çok eleştirilen ve bir türlü çözülemeyen tesettür problemi var ya! Bu yaranın çözümü orada. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri Tesettür Risâlesi isimli eserinde, mahremler arasında bile tesettüre dikkat edilmesi gerektiğini vurgular.
“İnsan hemşire misüllü mahremlerine karşı fıtraten şehevânî his taşıyamıyor. Çünkü mahremlerin simaları karabet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i meşrûayı ihsas ettiği cihetle, nefsî şehevânî temayülatı kırar. Fakat bacaklar gibi şer’an mahremlere de gösterilmesi caiz olmayan yerlerini açık saçık bırakmak süflî nefislere göre gayet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir. Çünkü mahremin siması mahremiyetten haber verir ve namahreme benzemez. Fakat meselâ açık bacak mahremin gayri ile müsâvîdir. Mahremiyeti haber verecek bir alâmet-i fârikası olmadığından hayvânî bir nazar-ı hevesi bir kısım süfli mahremlerde uyandırmak mümkündür. Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir!”
Bu ölçüleri önümüzdeki çalışmalarda daha da açabilme temennisiyle…
mahrem: Nikâh düşmeyen, evlenilmesi yasak olan.
muhabbet-i meşrûa: Şeriata uygun ve müsait sevgi.
nâmahrem: Nikâh düşen, evlenmeleri şer’an mümkün olan.
10.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|