|
|
İslam YAŞAR |
II. Abdülhamid Hanın hatıraları |
|
Sultan İkinci Abdülhamid Han.
Tarihin çok konuşulup tartışılan isimlerinden biri.
1842 yılında dünyaya geldi. Babası Sultan Abdülmecid, annesi Müjgân Sultandır.
Şehzadeliği sırasında çok iyi bir eğitim gördü. Kendisini devlet işlerinin, siyaset biliminin yanı sıra ahşap işlerinde de yetiştirdi ve hayatı boyunca meşgul oldu.
1876 yılında padişah oldu. Doksanüç Harbi olarak da bilinen Osmanlı - Rus savaşı, Bosna-Hersek, Girit, Bulgaristan, Ermeni, Filistin Meseleleri, Tunus’un, Mısır’ın işgali, I. ve II. Meşrûtiyetlerin ilânı, Otuz Bir Mart Vak’ası gibi Osmanlı tarihinin mühim hadiseleri onun zamanında yaşandı.
Otuz üç yıllık saltanatı zamanında yaşanan dahilî, haricî, siyasî, içtimâî, iktisadî hadiseler yüzünden hakkında pek çok söz söylendi, lehinde ve aleyhine binlerce yazı yazıldı, yüzlerce eser neşredildi.
Zamanın yabancı devlet ve siyaset adamları tarafından ‘eşine ender rastlanan siyasî deha’ olarak görüldü, bazıları ‘Ulu Hakan’ diye taltif ederken, bazıları ‘Kızıl Sultan’ yaftası takmaya çalıştı.
Bediüzzaman Said Nursî de onu tenkit edenler arasındaydı. Fakat o böyle ifratkâr ve tefritvârî ifadeler kullanmadı. Şahsî kemâlâtını ‘velî’ tabiri ile takdir ederken, siyâsî icraatlarını ‘müstebit’ sıfatı ile tenkit etti.
II. Abdülhamid, kurduğu hafiye teşkilâtı sayesinde hakkında söylenen her sözden ve hareketten haberdar oldu. Muhaliflerini susturmak için genellikle servetini kullandı. Bediüzzaman gibi, ihsan-ı şahanesini reddedip bağladığı maaşı almayan insan pek çıkmadığından, çoğu zaman hedefine ulaştı.
Servetin iş görmediği hâllerde, muhataplarını İstanbul’dan uzaklaştırarak tesirsiz hâle getirmek için devletin bazı makamlarını, imkânlarını kullandı ve kimini susturdu, kimini uzak diyarlara sürdü, ama kimsenin canına kast etmedi.
Otuz Bir Mart Vak’asını müteâkip İttihatçılar tarafından tahttan indirildi ve Selânik’te ikamete mecbur edildi. Balkan Harbi’nin arefesinde tekrar İstanbul’a getirilip Beylerbeyi Sarayı’na yerleştirildi.
Hayatının son yıllarını, bu sarayda hatıralarını yazarak geçirdi.
10 Şubat 1918 tarihinde vefat ettiğinde, geride başarısı dostlarının yanı sıra düşmanları tarafından da takdir edilen uzun saltanat yılları, san’at tarihine geçecek mükemmellikte ahşap san’at eserleri ve ibretli hatıralarla dolu bir de hatıra defteri bıraktı.
“Uzun bir hayat ve uzun bir buyruk çağı geçirdim. Hatıralarım yalnız benim değil, biraz tarihin ve özellikle tarihindir” diyerek yazdıklarının tarihe ait olduğunu söyleyip geleceğe ışık tutmaya çalıştı.
Bu defterdeki bazı hazin hatıralara nazar etmek, hem o tarihî hadiseleri ve şahsiyetleri hakikî yönleriyle tanımaya, hem de Sultan II. Abdülhamid Hanı, vefatının doksanıncı yılında bir kere daha rahmetle anmaya vesile olacaktır.
***
2 Mart 1333 (1917)
“Beni edebiyat düşmanı sanır ve öyle gösterirlerdi. Hayır, ben edebiyatın değil, edepsizliğin, edebiyatçıların değil, edepsizlerin düşmanı idim.
“Ziya Beyi vezirlik ve vekillikle İstanbul’dan uzaklaştırmaya beni iten kuvvet, kamuoyu değil, onun bilgisine ve olgunluğuna olan saygımdı. Mithat Paşa bilgisi ve olgunluğu ile halka daha etkili olduğu halde onu Avrupa’ya sürdüğüm zaman kaç adam sesini çıkardı?
“Ben Ziya Beyi o zaman da sevmezdim, ‘Ziya Paşa’ olduktan sonra da. Çünkü zekâsını iyilikten çok hıncı olan kimselere karşı kullanır, hırslı ve intikam peşinde koşan bir adamdı.
“Ben edebiyata düşman olsaydım, Kemal Beye (Namık Kemal) öldüğü güne kadar kesemden aylık vermez ve oğlunu saray hizmetine almazdım. Ben edebiyata düşman olsaydım, Ekrem ve Ebüzziya beylerin nazlarını çekmezdim.
“Ben edebiyata düşman olsaydım, Abdülhak Hamid Beyi dolgun aylıkla rahat yaşatmaktan başka ara sıra borçlarını da vermek gibi arkalamalarda bulunmazdım. Ben edebiyata ve tarih bilimine düşman olsaydım, bir ara tacımla tahtımla uğraşmak istemiş olan Murad Beyin (Mizancı Murad) her münasebetsizliğine katlanarak, istifa etmiş olduğu halde, etmemiş kabul ederek devlet hizmetinde kalmasına razı olmazdım.
“Hayır, tekrar ederim ki, ben edebiyatçıların gerçek ve şefkatli dostu idim. Eğer onlara düşman olsaydım, benim de sokak ortasında edebiyatçı ve yazar öldürecek adamlarım yok değildi.”
***
“Ben 1324 (1908) yılının Temmuz’unda hükümeti bu mücahitlere, 1325 Nisan’ında da saltanatı şevketlü biraderzadem hazretlerine teslim ettim. Benim zamanımda hududumuz İşkodra’dan Basra Körfezi’ne, Karadeniz’den Afrika’nın kum çöllerine uzanırdı. ‘Almanac de Gothe’nin 1908 yılında yayınlananı ile bugün çıkanı karşılaştırılırsa, benden sonra gelenlere yangın değil, büyük bir ülke, otuz milyonu aşan nüfus ve bir ordu bırakmış olduğum anlaşılır.
“Şöyle böyle on yıl oldu. Yani sürdüğüm padişahlığın üçte biri… Eserlerimin üçte değil, onda birini vücuda getirdiler mi? Hükümranlık makamına geldiğim zaman üç yüz milyon liraya yaklaşan dış borçlarımızı—iki büyük harbin ve bir çok ayaklanmanın gerektirdiği masrafları karşıladıktan sonra—otuz milyon liraya indirmeyi başardım. Yani onda bire.
“Nazım Beyle arkadaşları ise benim bıraktığım otuz milyon borcu bu güne kadar dört yüz milyona çıkardılar. Yani on üç katına. Demek benden sonrakiler yalnız dış borçlarımızı arttırmak konusunda büyük bir marifet ve başarı göstermişlerdir.....
“Savaşın sürüklediği felâketler altında ezilenlerin yardımına yetiştim. O göçmen dindaşları kondurmak ve yaşatmak için mümkün olan her şeyi yaptım. İstanbul’dan Sivas’a, Halep’e kadar bir uçtan bir uca göçmen köyleri kurdum. Bunların bir çoğundaki camilerin masraflarını, Allah’ımın bana emanet buyurduğu kullarına âcizane bir yadigâr olmak üzere kendi kesemden verdim.”
***
4 Mart 1333 (1917)
“Mithat Paşa iyi bir vali, fakat yürüttüğü politika hatalı idi. O zaman padişahın ve vükelânın gözünde şüpheli olan adamlarla sık sık buluşur ve bir Şark padişahını değil, en meşrûtiyetçi hükümdarları bile kuşkuya düşürecek davranış ve konuşmalar, sadrazamın ağzından ve konağından duyulurdu.
“Mithat Paşa hal’ işine karışmakla, idare adamı olmaktan çıkarak ihtilâlcilerin safına geçti. Dünyada hiçbir ihtilâlci görülmemiştir ki, yıkmakta gösterdiği başarıyı yapmakta da gösterebilmiş olsun.
“Bu bir gerçektir ki Mithat Paşa’dan her zaman çekindim. Fakat o kadar ünlü insanı–hatta mahkemeden idamına hükmolunduğu bir zamanda bile—mahkeme kararını icra etmeyecek kadar korumaya lâyık görmüşken, sonra niçin ve ne çıkar umarak öldürteyim? Düşmanımı şehitler sırasına çıkarmak benim menfaatime elbette aykırı olurdu.
“Mithat Paşa Kanun-i Esasi’nin ilân edilmesini istediği zaman hiçbir devletin kanun-i esasisini incelememiş ve bu konuda temelli bir bilgi edinmemişti. Akıl hocası Odyan Efendi idi. Odyan Efendi ise o zaman bile bizde esaslı bir hukukçu değildi. Hele memleketi hiç tanımazdı. Sanırım ki bu anlayış kıtlığı yüzünden Mitpat Paşa ile Taif Kalesine kadar beraber gitti.
“Mithat Paşayı niçin yargılattığımı ve mahkûm ettirmiş olduğumu da ikide birde beni suçlamak için soruyorlar. Ortada uydurulmamış, herkesin bildiği belli bir olay var ki, o da rahmetli amcamın kanlı ölümü idi. Sultan Abdülaziz intihar mı etti, yoksa onu şehit mi ettiler?
“Ben hâlâ o inançtayım ki, Aziz amcam intihar etmiş değil, öldürülmüştür. Önce doktor raporu o kadar lastiklidir ki dünyanın her yerinde en büyük tıp bilginleri tarafından tartışılabilir. İntihara kalkışan bir kimse iki kolunun damarlarını nasıl kesebilir? Bunu daha o zaman doktorlar ortaya koymuş, yazarlar kitaplarına geçirmişti.
“Şimdi mahkeme yargısından da, doktor raporundan da daha kuvvetli bir akıl kanıtını ben de öne sürüyorum: Sultan Aziz’i hal’ etmek fikri en önce Serasker Hüseyin Avni Paşaya gelmişti. Mithat Paşa ile bu işe karışmış öteki devlet adamları olaya âdetâ sürüklenerek karışmışlardır…
“Nefsimi değil, namımı haksız yergilerden korumak için bu satırları yazdım. Dünyada ne kadar kalacağım belli değil. Ölüm bana o kadar yaklaştı ki âdeta adımlarının sesini duyuyorum. Bu gerçeklerin herkesçe bilinmiş olacağı bir günün geleceğine inansam pek rahat bir vicdan ve huzur içinde gözlerimi kapatacağım. Daima iman etmiş olduğum Allah’ın huzuruna adalet ve lütfundan emin olarak çıkacağım.”
***
13 Mart 1333 (1917)
“Ermeni meselesi, Ermeniler meselesi değildir. Rahat bir yürekle söyleyebilirim ki Ermeni kavmi, Osmanlılığı en iyi benimsemiş, onu en iyi temsil etmiş bir kavimdir. Medeniyetimize hizmet etmişler, devletimizin bekasına çalışmışlar, hizmetleriyle ve sadakatleriyle mümtaz Osmanlılar çıkarmışlardır.
“Ermenilerin bizden hiçbir şikâyetleri yoktu. Fakat Ruslar, Bulgaristan üzerindeki emellerine ulaşınca Osmanlı İmparatorluğundan yeni bir parça daha koparmak için Ermenileri parmaklarına doladılar. Gönderdikleri ajanlarla önce papazları, öğretmenleri ele geçirdiler, sonra da buldukları macera düşkünü Ermenileri bizim aleyhimize çevirdiler.
“Hiçbir kavim, bağlı olduğu ülke zayıflarsa rahat durmaz. Bu sebeple Ermenilerin de tek başlarına uslu oturduklarını söylemek istemiyorum. Fakat tek başlarına hiçbir güçleri olmadığı için diğer kavimler gibi onlar da bir süre daha bekleyebilirlerdi. Ancak tahrik ve fitne bazılarını hemen ayaklandırmaya yetti….
“Ben Ermenilerin istiklâl sevdasına kapılmalarına şaşmıyorum, hele büyük devletler tarafından durmadan tahrik edildiklerini bildikten sonra. Fakat Avrupa’ya kaçıp orada benim aleyhime gazete çıkaran bazı jön Türklerin Ermeni komitecilerle işbirliği yapmalarına, hatta onlardan para almalarına hâlâ şaşıyorum…
“İbret alınsın diye bunları yazıyorum; bana düşman olanların, kimlerin dostu oldukları iyi bilinsin diye. Vatanın bugünkü hâline ağlarken bunları düşünmek beni kahrediyor. Onlar Abdülhamid’i yıkmadılar, hayır onlar Osmanlı devletini böylece yıkmış oldular.”
***
26 Mart 1333 (1917)
“93 muharebesi, içimde kırk yıl durmadan kanamış bir yaradır. Önlemek için çok uğraştım, muvaffak olamadım. Sonra kazanmak için didindim, gece uykularımdan, gündüz huzurumdan oldum, kazanamadım. Tarihin şaşırmadan karar vereceği bir hadisedir bu. On binlerce okka evrak arşivlediler. Yazılmış sayısız kitap ortadadır. Bu savaşın içine zorla itilmiş bir padişahın nasıl çırpındığını tarih şaşırmadan yazacaktır.
“93 muharebesi, ibretle bakanlara çok şey söylemiştir. Onda bir şey görmek isteyenler çok şey görmüşlerdir. Fakat hiçbir şey görmemek için gözlerini yumanlar, papağan gibi ezberledikleri sözleri durmadan tekrar etmişler, Abdülhamid, Abdülhamid diye sayıklayıp durmuşlardır.
“Hem bari orduyu politikadan çekebilseydik… Yeniçerilerin bire kadar kırılmasının üstünden kırk yıl bile geçmeden Hüseyin Avni Paşanın ordusu amcam Abdülaziz Hanı tahtından indirdi. Hanedana karşı olanlar, hanedandan yana olanlar diye bölündü yeni baştan ordu, 93 muharebesini kaybettik. Biraderim Murad’ı da, beni de tahttan indiren aynı ordudur. 93 muharebesini niçin kaybettiysek, Balkan Harbini de onun için kaybettik. Tarih değil, hatalar durmadan tekerrür ediyor. Bu gün bir vatan kaybediyorsak, sebebi yine odur.”
***
11 Nisan 1333 (1917)
“Şimdi yeğenim Naciye Sultanın kocası Enver Paşa, akrabası sabık padişah bana akıl soruyordu: Ne yapalım?
“Her zaman ve her hâlde yapılacak bir şey vardır; fakat yapılacak şeyi yapabilecek biri de bulunmak gerektir. O gün de elbette yapılacak bir şeyler vardı, fakat damadımız Enver Paşa ve onun arkadaşları bunları yapabilecek ehliyet ve kiyasette insanlar değildiler. Bu yüzden kendisine hemen hiçbir şey söylemedim…..
“Bir şey konuşmuş olmak için yeğenim Naciye Sultanın sıhhatini sordum, çocuğu ile ilgilendim, bir resmini istedim. Geldiği gibi hürmetkâr, fakat yaralı, yanımdan ayrıldığı zaman ecdadımın elinde bu güne gelmiş devletimin—tıpkı benim gibi—son günlerini yaşadığını anlamanın ümitsizliği içinde yapabileceğim tek şeyi yaptım:
“Secde-i Rahman’a kapandım ve gözlerimden kanlı yaşlar akıtarak sabaha kadar ‘Senden başka imanımız yok Rabbim!’ diye yakardım. Ordularımız bütün serhatlarda perişandı, ric’at ve bozgun hâlindeydiler.
“Bizi ancak Allah kurtarabilirdi artık… Eğer kurtulamayacaksak, Rabbim bana bu ölümden bin beter günleri göstermesin! Son niyazım budur.”
10.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdurrahman ŞEN |
Basında kaç yılım doldu acep? |
|
Geçen hafta, Taceddin Ural kardeşimin mektubundan yola çıkarak bir şeyler söyleyince, çoğunluğu eskiden mesai birliği ettiğim basından dostlarım, sitem bombardımanına tuttular beni…
Bombardımanın ana sorusu; “Niye anılarını yazmıyorsun abi?” ile başlıyor, aynı soruyla bitiyordu…
Okur dostlardan da çok sayıda benzer soru ve dilekler geldi…
“Taceddin Ural başka bir âlemdir tek kelimeyle…” ifadesini açayım o zaman birazcık…
Bu günlerde, geçirdiği başarılı bir operasyon sonucu evinde istirahatta olan, acil şifalar dilediğim sevgili Taceddin kardeşimin hafızasını da ısıtacak kadar geriye, Zaman’a başlayışına gideyim…
Tam 20 yıl kadar öncesi… Zaman gazetesi Kültür Sanat Sayfasını yönettiğim günler… Postadan bir mektup çıkageldi bir gün… Diyarbakır’dan geliyordu mektup ve üzerinde; “Er mektubu-görülmüştür” kaşesi dikkat çekiyordu… Mektuptaki “er”; gazetenin kültür sayfasını özellikle takip ettiğini, sayfada gördüğü eksiklere de işaret ederek, tezkereyi alır almaz gazeteye gelip, bizimle birlikte çalışmak istediğini bildiriyordu…
Özcan Ünlü kardeşimle beraber tebessüm edip mektubu bir kenara bıraktık… Derken kısa bir süre sonra “Er mektubu - görülmüştür” kaşeli mektuplardan bir tane daha… Cevap yazmadığım halde bir süre sonra bir tane daha… Bu “er” kardeşim bir taraftan mektuplarını daha uzun yazıyor, bir taraftan da önerilerini, geldiğinde yapmak istediklerini ciddî ciddî anlatıyordu…
Ayıp olmaması için arada ancak bir cevap yazdığımı hatırlıyorum…
Mektupları da Diyarbakır’daki “er”i de unuttuğum bir gün ziyaretçim olduğu söylendi… “Gelsin” dedim… Gelen kişinin saçlarını görür görmez Özcan’la birbirimize baktık ve; “Bizimki geldi!” dedik… Sarıldık, kucaklaştık… İşe girmişçesine rahat, yapacağı haberleri anlatıyordu hızlı hızlı… Bir iki denemesi de vardı yanında…
Kıpırdayacak, itiraz edecek hâlim kalmadı ve medyanın belki de görüp göreceği en beyefendi insanlardan biri olan sevgili Uğur Beyle yaptığım görüşmeyi müteakip, “Haydi Taceddin kardeşim… Kolları sıva… Muhabirsin artık!” dedim…
Taceddin Ural artık Zaman muhabiriydi… Ta ki kafasına “Ankara” takılana kadar!
Taceddin kardeşimin geçen haftaki mektubunda yer alan; “Sonra ille de Trabzon’dan mı, Giresun’dan mı ne bildiren o, Türk basını adına kaybedilmiş yerel muhabir. ‘Dananın gözüne değnek battu’ haberleri”ni merak edenler de az değildi…
Taceddin’in bahsettiği arkadaş—geçen hafta düzelttiğim gibi—Ordu’dan özelden de özel haberler yollardı gerçekten… “Kendisine hiç bi şey yapmadığı halde yılan gadını soktu” haberine (!) şaşırmıştık ki arkasından onu aratmayacak ne haberler(!) yolladıydı gazeteye…
Bir gün basın anılarımı yazarken, bu muhabir(!) kardeşimin bazı haberlerine(!) daha geniş ve tam metin örnekler verebilirim…
Son zamanlarda basın anılarına biraz fazla değinmeye başladığımdan olacak, şahsıma yönelik aldığım sorular ise; “Basında kaç yılınız doldu?” olarak geliyor bu aralar…
O zaman…
Kendi basın geçmişime yüzeyden bir bakalım da basında kaç yılı geride bırakmışım ona bakalım…
Sene 60’lı yılların sonları…
Gerilerde kalmış bazı yayın organlarına sahip olan inanç sahipleri, seslerini duyuracak, dertlerinin tercümanı olacak yeni soluklar, yeni sesler arıyordu o günlerde...
Biraz Yeni İstanbul ve de özellikle Tercüman vardı ama... Çölü andıran basın dünyasından beklenen ihtiyacı karşılamaya yetmiyorlardı...
Derken Yeni Asya’nın, İttihad’ın, Bugün’ün, Milli Gazete’nin, Babıali’de Sabah’ın, Bizim Anadolu’nun heyecanlarla çıkışlarını hatırlıyorum...
Daha önce bir iki vesîleyle anlatmıştım sanıyorum... Fatih Camii kapısında hâlâ aynı görevini sürdüren âmâ Mustafa Ağabeyin satacağı gazeteleri getirebilmek için Fatih’ten Cağaloğlu’na yürüyerek gider, çoğu zaman yürüyerek de dönerek, akşam namazı çıkışında “yarınki gasteee” sesinin duyulmasını sağlardım... Eğer yetişemeyişimin kusuru bende ise ertesi gün daha hızlı koşmaya gayret ederdim ki... Cami cemaati gazetesiz kalmasın!
Evet... İşe bu tarafından baktığımızda “gazetecilik” denilen mesleğin iki yönünü görüyoruz ister istemez...
Âmâ Mustafa ağabeyin çeşitli sebeplerle olamadığı zamanlarda, ya da kandil gecelerinde, ben de Fatih Camiinin kapısında gazete satardım...
Yani olaya bu noktadan baktığımızda, “gazetecilik” mesleğine başlayışım 40. yılına gitmekte!
Koşarak gazete yetiştirmek hatta satmakla başlayıp bugüne gelen meslek hayatımda; elden dağıtıcılık, satıcılık, musahhihlik, muhabirlik, editörlük, yazı işlerinde ve istihbaratta şeflik, haber müdürlüğü, kültür sanat şefliği, spor servisi şefliği ve sevgili Abdullah Eraçıkbaş kardeşimin ısrarıyla köşe yazarlığı yapageldim…
Bütün bunları yaparken de mecbur kalmadıkça çalıştığım gazeteden ayrılmadım… Aldığım maaşın birkaç katını teklif eden yerlere bile gidemedim… Çalıştığım yerde kaldım. Onun için de geride kalan yıllara rağmen sayıca az gazete değiştirdim… Bizim Anadolu ve Ortadoğu’da yayınlanan yazılar sonrasında profesyonel olarak; Yenidevir, Bulvar, Zaman, Ortadoğu ve Yeni Asya!
Şimdi…
Matbaadan gazeteyi alıp cami kapısındaki satıcıya getirmek ve zaman zaman satışına da yardımcı olmanın tamamı “gazetecilik” sayılmalı mı?
Yoksa ilk yazılarımın hatta şiirlerimin gazetelerde, antolojilerde yayınlandığı 1975 tarihini mi gazeteciliğe başlangıç olarak almalıyım?
Tabiî işi burasında “gazeteci” ile “müvezzi”liğin karıştırılmaması gerektiğini bütün meslek hayatı boyunca savunmuş da biriyim!
Yani…
Şahsımdan örneğini verdiğim, Fatih Camii kapısında gazete satarak yaptığım işin meslekteki esas adı “müvezzî” oluyor... Yani dağıtan... Münhasıran gazete, dergi dağıtan, satan...
Bugün “Basın Sözlüğü” adıyla çıkan bir kitapta kendine yer bile bulamayan bu mesleği “gazetecilik” hayatıma başlangıç alırsam 40. yılın içinde sayılırım…
Yok…
Yazmakla ilgili olmalı ise mesleğe başlama tarihi 1975’den bugüne 33 sene ediyor…
Hepsi bu!
Sahi… Sizce basında kaç yılım dolmuş oluyor?
10.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Anne-baba hukukunu ciddîye almalı |
|
Toplumdaki ahlâkî yozlaşmanın bedelini her kesimden insan çekmekle birlikte, en ağır faturasını yaşlı insanlar ödüyor. Dünyalık değerlerinin ön plana çıkmasının bir sonucu olarak, dinde ve ahlâkta yaşanmakta olan dejenerasyonun karşılığını en çok serîütteessür olan, âdeta çocuk hükmüne gelen yaşlı anneler ve babalar ödüyor.
Para, mal-mülk gibi dünyevî değerlerin ön planda tutulması, âhirete bakan değerlerin unutularak kâle alınmaması, insanlar arasındaki karşılıklı saygı ve sevgi gibi güzel alışkanlıkları ve duyguları törpüledi ve bunun ceremesini de bütün insanlık çekiyor, en ağırını da bîçâre ihtiyar ve ihtiyareler...
Dünyevîleşme illeti bir çok insana Kur’ânî emirleri, ahlâkî kuralları unutturdu. Şahsî çıkarlar, menfaate dayanan ilişkiler ön plana çıktı. Toplumda güçlü olanlar, servet sahibi olanlar hükmetmeye devam ediyor. Ve bütün bunların bir sonucu olarak, sahipsiz, güçsüz ihtiyar ve ihtiyâreler ağlamaya devam ediyor.
İsterseniz, yolunuz bir kimsesizler yurduna veya huzurevlerine düşerse, buradaki yaşlı dedelerin, ninelerin durumunu bir öğrenmeye çalışın. Ya da çevrenizdeki yaşlıların hâlini hatırını sorarak, onların hâlet-i ruhiyelerini, dertlerini, hüzünlerini bir anlamaya çalışın.
Görebildiğim kadarıyla, toplumdaki bakıma muhtaç yaşlılarımızın çok az bir kesimi, şu veya bu şekilde çevrelerinden ilgi, alâka ve yardım görüyor; çok fazla perişan olmadan hayatını sürdürebilme imkânını buluyor. İhtiyarlarımızın kahir ekseriyeti ise, ya kimsesiz veya kimseleri olduğu halde terk edilmiş veya birileri tarafından istenmeyerek kerhen bakımı yapılmaktadır.
Aklımıza hemen şöyle bir suâl geliyor: Bakıma muhtaç yaşlı anne-babaya, ilk etapta öncelikle kim veya kimler bakmakla yükümlü? Hepimizin malûmu olduğu gibi bu, öncelikle evlâd-u iyâlin vazifesi. Hem de hafife alınmayacak derecede bir vazife... Yani diğer bir ifade ile her çocuğun, ebeveyninin bakımını yapması, onlara hiç incitmeden itaat etmesi farz-ı ayndır. Bu mükellefiyetlerini, bilerek veya bilmeyerek yerine getirmemesi, anne-babaya itaat etmemesi, onları şu veya bu şekilde incitmesi büyük günahlardandır.
Allah’ın rızasını kazanmanın yolunun, anne-babanın rızasını kazanmaktan geçtiğini gençlerimiz biliyor mu bilmiyorum. Yine yüce Allah’ın “Anne babadan birisi veya her ikisi yanınızda ihtiyarladığında onlara öf bile demeyin...” ikazından haberleri var mı bilemiyorum. Yine bu konuda Efendimizin (asm) “Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasaydı, belâlar sel gibi üzerinize gelirdi” sözünü, gençlerimiz inşaallah dikkate alıyorlardır.
Bu konudaki tesbit ve müşahadelerimin, beni tekzip etmelerini arzu ederdim. Ama maalesef, tam tersi bir durumla karşılaşmanın acısını, ızdırabını çekiyorum şahsen.
Nasıl olsa haklarını helâl ederler, bizi affederler diyerek onları incitip rencide etmeyi alışkanlık haline getiren gençlerimizin bu hâlleri içler acısı.
En ağır haksızlıklara, olmadık hakaretlere dûçâr kalan gözü yaşlı anne babalar, büyük ihtimalle, ciğerpâreleri olan evlâtlarını affederler, her türlü haklarını da elbette helâl ederler. Ama böyle bir günah-ı kebîreyi işlemeyi alışkanlık hâline getireni Allah affeder mi? Kur’ân affeder mi, bilemiyoruz.
En doğrusu, Kur’ân’ın emrettiği, Efendimizin (asm) ısrarla tavsiye ettiği anne-baba hukukunu ciddiye almalı, onlara şefkat ve merhametle yaklaşarak duâlarını ve rızâlarını kazanmanın gayretinde olmalıyız. Çünkü ancak böyle, mânevî mesuliyeten kurtulabiliriz.
10.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mikail YAPRAK |
Neymiş bu başörtüsü Ya hû! |
|
Ademoğlunun Peygamberler silsilesince dizayn edilen ve insan ve dinin var olduğu her alanda varlığını binler senedir gösteren örtü... Adem ile Havva’nın malum günah sebebiyle Cennetten ihracıyla dünyaya ayak bastıklarında akıllarına gelen ilk sığınak yine örtü...
Kur’ân ve sünnet ile erkek ve kadın her mü’min için mahremiyet sınırlarını belirleyen nesnenin adı da örtü olsa gerektir.
Aynı örtünme fiilinin bir parçası da bülûğ çağına gelen mü’mine kardeşlerimizin başlarını örten nesnenin adı olmuştur. Yani başörtüsü..
Haftalar boyudur ülkemiz gündemini çalkalayan, Avrupa’da ve dünyanın her köşesinde adından çokça söz ettiren şu “başörtüsü” meğer ne muazzam bir meseleymiş, Ya Hû!
Başbakan tarafından İspanya’da “Velevki siyasî simge olsa bile” çarpıcı sözüyle fitili tutuşturulan mesele ülke gündemine öyle bir girdi ki, bütün dengeleri allak bullak etti..Yıllardır kanayan yara, demokrasinin ayıbı, hürriyetlerin ayakbağı, mazlumiyet ve mağduriyetin simgesi olarak çözüm bekleyen “başörtüsü yasağı”, millet adına en yetkili bir merci tarafından “çözüme kavuşturuluyor” sevinci, siyaset arenasında adeta alabora oldu. Tamamen kanunsuz, haksız ve keyfi uygulamanın sona erdirilmiş olmasına en çok sevinme hakkına sahip olanlar bile bu sevinci doya doya hissedemediler. Zamanlı mı, zamansız mı; yerli mi, yersiz mi; usûlünce mi, usülsüz mü; tam mı, eksik mi; hatta çözüm mü, çözümsüzlük mü gibi paradokslar toz dumanında sürüp giden bir meselenin akibetini Allah hayır etsin..
Bu manzara karşısında ah ile vah çekeceğimize, en iyisi derinden bir “Hû” çekelim, Allah diyelim..
xxx
Nedir bu uluorta konuşmalar, ahkâm kesmeler? Nedir bu işkembe-i kübradan fetvalar? Din alimleri, örtünmenin Kur’an ve sünnetteki yerini ortaya koyuyor. Nihat Hatipoğlu gibi beynelmilel ve popüler bir isim, popüleritesine halel getireceği endişesine kapılmadan, milyonlara hitap eden bir TV kanalında, başörtüsünün Allah’ın emri olduğunu haykırıyor.
xxx
Madem ki usûlünce “örtünme” emrinin kaynağı Kur’ân ve sünnettir. Madem ki, bin dörtyüz senedir o emri hiç bir güç kıramamıştır. Öyleyse bu ilahî güce karşı kim durabilir? Kimler nereye ve ne zamana kadar dayanabilir? Yerden göğe kadar haksız olan bu yasakçıların hem dünyada hem Ahirette varacakları yer neresi olur? Hatta bu yasakçılar, ceza kanunlarımıza göre suç bile işliyorlar.
İşte TCK. Md. 188/6: “Bir kimse, gayrimeşru olarak her türlü eğitim ve öğretim kurumlarına veya öğrencilerin toplu olarak oturdukları yurt veya benzeri yerlere veya bunların eklentilerine girilmesine veya orada kalınmasına kişiler veya eşya üzerinde zor kullanarak veya başkalarını tehdit ederek engel olursa yukarıdaki fıkrada gösterilen ceza ile cezalandırılır.” (iki yıldan dört yıla kadar hapis)
Yasal olmayan, keyfi bir yasak uygulaması olsa olsa uygulayıcıların ideolojik amaçlarla uyguladığı bir yasak olabilir. Temel hak ve hürriyetlerden öğrenme ve öğretme hürriyetinin kısıtlanması, engellenmesi, Cumhuriyet Savcılarına doğrudan soruşturma yapma yetkisi vermektedir. Nitekim geçmişte bu yetkilerini kullanma cesaretini gösteren savcılarımız olmuş, örtülerinden dolayı öğrenim hakları ellerinden alınan öğrenciler adına, ilgili rektör ve dekan hakkında kamu dâvâsı açmışlardır.
Yasalara göre başörtüsü serbesttir. Yasaları uygulamayan, keyfi uygulamalar yapan, suç işleyen yasakçılar vardır. Bu yasakçıların yargı önünde hesap vermesini engelleyen, onlara dolaylı da olsa dokunulmazlık zırhı görevi yapan yasalar vardır ve bu yasaları değiştirmek, yürütmenin teklifi ile TBMM’nin yetkisi dahilindedir. Yasakçıların iddia ettiği gibi, yasama, yürütme ve yargı organlarını bağlayıcı nitelikte Anayasa Mahkemesi kararı yoktur. Karar gerekçeleri asla kanun değildir. Demokrasi varsa, hukuk devleti isek yasal olmayan başörtüsü yasağını kaldırmaktan daha tabii bir şey olamaz. Sonuç olarak, başörtüsü mağdurları yasal haklarını istiyor. Yasa dışı yasak uygulamaları sona erdirilip, hukuka ve yasalara direnenler de hak ettikleri müeyyideler uygulanabilseydi mesele kalmazdı zaten..
xxx
Acaba, Türkiye Cumhurbaşkanının, başbakanının ve bazı bakanların eşlerinin başörtülü olması, mevcut haksız yasağı kaldırmada bir avantaj olduğu düşünülüyor mu? Eğer bu bir avantaj ise, Türkiye nüfusunun yüzde doksandokuzunun Müslüman olması daha büyük bir avantaj ve gerekçe olmaz mıydı?
Her neyse mektubumu, Avrupa medyasında başörtülülerin bir sloganı haline gelen bir cümle ile bitireyim: “Benim başım bana ait.”
10.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Tenbellik ve vazifedarlık |
|
Hayatlarını Kur’ân’ın talebesi ve hizmetkârı olarak tanzim etmeyi kendilerine en önemli misyon olarak seçen hizmet ehlinin imtihanları da bu misyonun ağırlığıyla mütenasip şekilde zaman zaman çok ağır ve çetin olabiliyor.
Onun içindir ki, bu çok yönlü, çok çeşitli ve çok boyutlu imtihanlarla ilgili olarak Risale-i Nur’da son derece ciddî ikazlarda bulunuluyor.
Münhasıran böyle ikazlara tahsis edilmiş çok önemli bahislerden biri de 29. Mektubun Altıncı Kısmı olarak yazılan ve bir lâhikada İhlâs ve İktisat Risaleleriyle beraber zaman zaman müştereken okunması tavsiye edilen Hücumat-ı Sitte Risalesi. (Kastamonu Lâhikası, s. 172)
“İns ve cin şeytanlarının altı desise”sinin anlatıldığı bu bahisteki “altıncı desise,” “tenbellik, tenperverlik ve vazifedarlık damarı” üzerinden ehl-i hizmete kurulan tuzakları deşifre ediyor.
Önce bu tuzakların hedefindeki hizmet erbabının vasıfları şöyle sıralanıyor: “Metin kalbli, sadâkati kuvvetli, niyeti ihlâslı, himmeti âlî...”
Demek ki, hizmet noktasında kalbin sağlam, sadâkatin kuvvetli, niyetin ihlâslı ve idealizmin yüksek olması, sahibini, tenbellik, tenperverlik ve vazifedarlık damarıyla kurulması muhtemel tuzaklardan muhafaza etmek için kâfi gelmiyor.
Ve söz konusu tuzak şöyle işletiliyor:
Hizmetle ilgili meşguliyetleri aksatmak ve hizmetten usandırmak için, tenbellik ve tenperverlik ile vazifedarlık damarından istifade taktiğine başvuruluyor.
Ehl-i hizmette tenbellik olur mu? Demek ki oluyor. Çünkü herkes nefis taşıyor. Nefis de tenbellik ve rahata düşkün. Muzır manileri çok olan hizmet çoğu zaman çile ve sıkıntıdan hâlî olmadığı için, fırsat kollayan nefis, yakaladığı en ufak boşlukta sahibinin tenbellik ve rahata düşkünlük meylini değerlendirmek istiyor.
Burada çok dikkat çekici olan bir nokta, iç disipliniyle tenbelliğe prim vermemeyi itiyad haline getirmiş olan cevval fıtratların da, ters köşe tuzağıyla vazifedarlık ve çalışkanlık damarları işletilerek hizmetten alıkonulmaya çalışılmaları.
“Haberleri olmadan, (hizmet ehlinin) bir kısmına fazla iş buluyorlar, tâ ki hizmet-i Kur’âniyeye vakit bulmasın. Bir kısmına da dünyanın cazibedar şeylerini gösteriyorlar ki, hevesi uyanıp, hizmete karşı bir gaflet gelsin ve hâkezâ.”
Tek tek her birimizin bu iki cümlede ifade edilen tuzaklar karşısındaki konumumuzu dikkatli bir şekilde gözden geçirmemiz gerekiyor.
Hizmete ayırabileceğimiz veya ayırmamız gerektiği halde başka iş ve meşguliyetler için sarf ettiğimiz vakitlerimiz var mı? Ne kadar?
Ve dünyanın cazibedar şeylerine kapılarak hizmete karşı gaflet durumuna düştüğümüz oluyor mu? Oluyorsa, bunun önüne geçmek ve tekrarını önlemek gibi bir gayretimiz var mı?
Üstadın bu çok tehlikeli tuzaklara dikkat çektikten sonraki şu seslenişi ne kadar anlamlı:
“Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz. Vazifeniz kudsiyedir, hizmetiniz ulvîdir, her bir saatiniz bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki, elinizden kaçmasın.” (Mektubat, s. 414)
İşte, meselenin püf noktası bu. En kıymetli sermayemiz olarak bize bahşedilen ömür dakikalarını nasıl kullanıyoruz? Fâni ve gelip geçici iş, meşguliyet ve heveslere mi; yoksa ebedî bir hayatı kazandıracak manevî hizmetlere mi?
10.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
İşçiye düşen |
|
Dünkü makalemizde işverene düşen görevler üzerinde durmuştuk. İşçilerine sevgi ve şefkatle yaklaşan işveren işçisinden de olumlu karşılıklar bulmakta gecikmeyecektir.
Patronundan bu ilgiyi gören iyi niyetli işçi, sorumluluk duygusu içerisinde hareket edecek, üzerine düşen görevleri hakkıyla yapmaya çalışacaktır.
İşçi herşeyden önce üstlendiği işi üstünkörü, baştansavma kabilinden değil de en güzel bir biçimde yapmaya gayret edecektir.
Çalıştığı işyerindeki iş ve eşyalar işçiye birer emânettir. Kendisine emanet edilen makine ve âletleri kendi malı gibi koruyup gözetecek, zarar vermeyecektir. Herkes emri altındakilerden sorumlu olduğuna göre işçi de üstlendiği işin, eşyanın, emanetlerin çobanıdır, onları kollamak, telef etmemekle mükelleftir. Alnının teri kurumadan ücretini aldığı gibi aldığı ücreti hak etme, helâl ettirme gayret ve şevki içerisinde olacaktır.
Hz. Musa (as), Hz. Şuayb’ın (as) bölgesine geldiğinde kızlarından birisi Hz. Musa’yı (as) kastederek, “Babacığım, onu ücretli tut. Ücretli tuttuklarının en iyisi bu güçlü ve güvenilir adamdır”1 demişti. Demek adama göre iş değil, işe göre adam seçilmeli, yani işin ehli ve becerikli olmasına dikkat edilmeli, hepsinden önemlisi güvenilir bir kişi olmalı ve işini zorakî değil, severek yapmalıdır. Bir hadis-i şerifte, “Gönül rızası ile görevini yerine getiren veznedar, Allah rızası için sadaka verenlerin ecrini alır”2 buyurulması işçinin görevini, nasıl aşk ve şevkle yapmasına vesile olacak önemdedir.
Peki, ya işçi aldığı parayı hak etmez, işi geçiştirir, vakit doldurmaya çalışırsa ne olur?
İşveren buna bir-iki sabreder, üçüncüsünde kapı dışarı eder.
Eğer kişide Allah korkusu, sorumluluk duygusu yoksa onu bir noktaya kadar kontrol etmek mümkün olur. Kimsenin görmediği yerde yine yapacağını yapar. Her güzel, faydalı şeyin ortaya çıkmasında önemli bir yeri olan hikmet, Allah korkusunun da başı değil midir?3
İşçi üstlendiği işi elbette üstünkörü, gelişigüzel yapamaz. Kâinatın Efendisi (asm) buyuruyor ki: “İnsan işinde kusur ederse, Allah da onu sıkıntıya uğratır.”4
Sonra işçi bile bile ihmal ve hatası sonucu bir zarara sebep oluyorsa bu zararı da tazmin etmek zorundadır.
Kısacası işçi de işveren gibi vicdan sahibi olacak ve işini en güzel şekilde yapmaya çalışacaktır.
Dipnotlar:
1- Kasas Sûresi: 26.
2- Buhârî, 37 İcare.
3- Keşfü’l-Hafa, 1:421 (Hadis no: 1350.)
4- Sirâcü’l-Münîr, 1:167 (Müsned, Kitabü’z-Zühd bölümünden.)
10.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Bu da İsveç modeli laiklik… |
|
Başörtüsü yasağının üniversitelerde “fiyonk usûlü” formülüyle kalkması konusundaki tartışmalar devam ederken yabancı ülkeler de bu tabloyu dikkatle izlemekteler.
Bu ülkelerden bir tanesi de İsveç.
Geçtiğimiz günlerde İsveç Parlamento heyetinden Ankara’ya gelen bir grup, ülkelerindeki durumu değerlendirince bize de iki tabloyu yorumlamak düştü.
İsveç’te kamusal hizmet alan-veren ayrımı yoktu. Özel ve devlet kurumlarında herkes dilediği gibi giyinebildiği gibi eğitim alanında ve okullarda da başörtüsü takan kadınlar bulunmaktaydı. Türban tartışmaları, tabiî karşılanmalıydı. Bu tartışmalar demokrasinin işlediğinin bir göstergesiydi… Parlamentolarındaki yedi partinin yedisi de Türkiye’nin AB üyesi olmasını istiyordu. (7 Şubat 2008, Yeni Asya)
İsveç modeli demokrasi insan fıtratına uygun, dolayısıyla İslâm’a çok yakın… İşte bunun delillerinden bir kaçı:
Avrupa’da benzeri olmayan bir uygulama bu ülkede mevcut.
Biliyorsunuz İsveç, para karşılığı zinayı şiddetli cezalarla kanunen yasaklamıştı. Erkeklerin en büyük korkusu sicillerine bu suçun işlenmesi. Kötü yola düşmüş kadınların rehabilite edildiği, fuhuş sektörünü organize edenlerin on seneye kadar hapis cezasıyla yargılandığı, fuhuşun zararlarının okullarda ders olarak verildiği İsveç’te halk ve idareciler durumdan memnun. Hatta komşu Finlandiya bile aynı uygulamaya başlamayı düşünüyor!
İsveç’te Müslümanların, camileri sosyal hayatlarının ana merkezleri olarak kabul etmelerini hükûmet de onaylıyor. Camilerin masraflarının bir kısmını devlet “sosyal giderler fonundan” ödüyor.
Gelin de Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin yıllar önce İçişleri Eski Bakanı CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran’a ve bütün siyasilere ders niteliğindeki mektubunu hatırlamayın!
“Bu asrın Kur’ân’a şiddet-i ihtiyacını hissetmekte İsveç, Norveç, Finlandiya’dan geri kalmamak size elzemdir. Belki onlara ve onlar gibilere rehber olmak vazifenizdir” (Emirdağ Lâhikası, s. 191)
Evet, kulaklarımızı hakikatlere ne kadar tıkasak da, Kur’ân kâinatı okuyor.
Dinleyelim!
Anneler hayatı etkiler…
Annelerimizin ilk eğitimcilerimiz olarak hayatlarımızı etkiledikleri bir gerçek. “Yumurtadan çıkmış, kabuğunu beğenmemiş” misâli gençlik yıllarında onları eleştiri yağmuruna tutsak da anne olup da çocuklarımızı hayata hazırlama safhalarını yaşadığımızda bir gün aniden fark ediveririz ki, bir zamanlar beğenmediğimiz hareketleri yapmaya, hatta savunmaya başlayıvermişiz.
Şimdi eleştiri yağmuru sırası çocuklarımızdadır artık!
Anneler yetiştirdikleri küçük insanların akıllarına, ruh ve kalplerine, kabiliyetlerine çocukluktan sonraki hayat safhalarını etkileyecek çekirdekleri ekerler.
İslâm tarihi ve Osmanlı tarihi bunun sayısız örnekleriyle doludur. Sözgelimi, Yavuz Sultan Selim’in annesinin ok, yay ve kalkan modeli oyuncak grupları oluşturarak daha küçücük bir bebekken onu eğitmeye başladığını okumuştum bir yazıda.
Abdülkadir Geylânî’nin annesinin de oğlundan hayatında hiç yalan söylememek üzere söz alarak ilim öğrenmeye yönlendirmesi de ibret verici bir olay olarak İslâm tarihinde yer alır.
Şimdi vereceğim örnek de Batı dünyasından. Amerikan siyaset tarihinde önemli bir yer tutan Kennedy ailesi ile ilgili.
John F. Kennedy (1917-1963) ABD’nin 35. başkanı olduğunda Robert ve Edward adlı iki kardeşini de hükûmette önemli görevlere atamıştı. Bunun üzerine muhalefetten “Başka adam yok mu?” şeklinde yoğun bir tepki alınca herkesi susturan şu hatırasını anlattı:
“Onlar Kennedy’dir, farkları vardır! Biz üç erkek kardeş, henüz ilkokul sıralarında iken gazete okumaya başladık. Annem her sabah hepimizden önce kalkar, gazeteleri okur ve çok önemli yazı, yorum ve makaleleri kesip büyük bir panoya iğnelerdi. Biz kalkar, elimizi yüzümüzü yıkar ve panonun önünde o yazıları okuduktan sonra kahvaltı yapmaya hak kazanırdık. Aksi takdirde kahvaltı yapamazdık. Bu hâl üniversite bitene kadar sürdü.”
Kadın programları
Televizyonlarda reyting savaşı(!) veren programlar arasında kadın ve aileye yönelik olanlar hayli yekûn tutuyor. Genelde “Vur patlasın, çal oynasın!” anlayışıyla yapılan ve vıcık vıcık olan bu programlara gözümün bir an takılması bile tahammül edilemez süreçtir benim için.
Tâ ki, geçen akşamki bir kadın programına kadar.
Uzunca bir aradan sonra akşam kuşağında bir programı detaylı bir şekilde baştan sona izleme fırsatım oldu. “Muhafazakârız!” diyerek yola çıkıp da, soluksuz yaya kalan TV kanallarımızın şu andaki içler acısı haline bir misâldi bu program. Aile içi cinsel taciz konusunun en kaba ve açık şekilde katılımcı anne babalarla dile getirilmesi, ama bu kokuşmuş yaraya merhem olarak da bir çözüm sunulmamasıyla ne yapılmaya çalışıldığını anlamak zordu. Bakalım çözüm olarak ne sunulacak diye beklemem boşunaydı!
İlim dünyasında hastalıklı bir hâl olarak tanımlanan “ensest” olayı en azından uzman yardımıyla ele alınabilirdi. Ama daha kolayı tercih edilip anne babalar konuşturuldu, ayıplandı, azarlandı. Program boyunca bu içler acısı kokuşmuş yara bir çomakla kurcalanıp duruldu, derinleştirildi…
Program bittikten sonra müsbet kimliğiyle tanıdığım kadın programcıya içimden şu soruyu sordum: “Sen ne yapmaya çalıştın?”
Ancak Cehennem ateşlerinin temizleyebileceği bu dehşet verici suçları, hayatımıza hayat katan iman hakikatleri olmadan önleyebilmek, tedavi edebilmek mümkün değil. Sözgelimi bu kokuşmuş yaranın merhemi de yine Kur’ân eczanesinde en güzel terkibiyle yer alıyor. Hani çok eleştirilen ve bir türlü çözülemeyen tesettür problemi var ya! Bu yaranın çözümü orada. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri Tesettür Risâlesi isimli eserinde, mahremler arasında bile tesettüre dikkat edilmesi gerektiğini vurgular.
“İnsan hemşire misüllü mahremlerine karşı fıtraten şehevânî his taşıyamıyor. Çünkü mahremlerin simaları karabet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i meşrûayı ihsas ettiği cihetle, nefsî şehevânî temayülatı kırar. Fakat bacaklar gibi şer’an mahremlere de gösterilmesi caiz olmayan yerlerini açık saçık bırakmak süflî nefislere göre gayet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir. Çünkü mahremin siması mahremiyetten haber verir ve namahreme benzemez. Fakat meselâ açık bacak mahremin gayri ile müsâvîdir. Mahremiyeti haber verecek bir alâmet-i fârikası olmadığından hayvânî bir nazar-ı hevesi bir kısım süfli mahremlerde uyandırmak mümkündür. Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir!”
Bu ölçüleri önümüzdeki çalışmalarda daha da açabilme temennisiyle…
mahrem: Nikâh düşmeyen, evlenilmesi yasak olan.
muhabbet-i meşrûa: Şeriata uygun ve müsait sevgi.
nâmahrem: Nikâh düşen, evlenmeleri şer’an mümkün olan.
10.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Muhtelif cevaplar |
|
Bahri Bey:
* “Seferî imamın arkasında namaz kılan mukîm kimseler, imamın selâmından sonra namaza devam ederlerken kıraat yaparlar mı?”
Seferî kimseler imam olabilirler ve seferî olmayan kimselere namaz kıldırabilirler. Seferî imamlar, dört rek’âtli olmayan sabah ve akşam namazlarını kısaltmazlar. Burada bir problem yoktur. Cemaat, mukim olsun, seferî olsun bu namazlarda imama eksiksiz uyar.
Fakat dört rek’âtlı öğle, ikindi ve yatsı namazının farzlarını kıldırmak üzere, seferî bir kişi, mukîm cemaate imam olacaksa, şu hususlara dikkat edilmelidir:
1-Cemaat bilgilendirilmeli, karışıklığa meydan verilmemelidir. Varsa, seferî olmayan bir imam namazı kıldırmalı; yoksa, seferî imam namaza durmazdan önce kendisinin seferî olduğunu, ikinci rek’âtten sonra kendisinin selâm vereceğini, geri kalan iki rek’âti cemaatin kendiliklerinden tamamlamaları gerektiğini cemaate hatırlatmalıdır.
2-Seferî imam ikinci rek’atte kendisi selâm verir, cemaatten seferî olanlar da selâm verir. Cemaatten mukîm olanlar ise, selâm vermeksizin kalkarlar ve kalan iki rek’ati kendileri tamamlarlar. Namazın ilk iki rek’âti imamla kılınmış ve farz okuyuş yerine getirilmiştir. Bundan dolayı son iki rek’âti tamamlamak için kalkan kişiler artık kıraat yapmazlar, yani fâtihâ sûresini okumazlar, bir süre ayakta bir şey okumaksızın dururlar, sonra rükû ve secde yaparak namazlarını tamamlarlar.
Böyle kalan iki rek’âti kendileri tamamlayan mukîm kişiler, lâhik hükümlerini uygulamış olmaktadırlar. Bilindiği gibi, cemaatle namaz kılarken uyku, dalgınlık veya abdesti bozucu her hangi bir nedenle namazdan ayrılan kimseye “lâhik” denmektedir. İmama uyan birisi her hangi bir nedenle abdestini bozsa, namazdan ayrılır, namaza zıt bir şey yapmadan, hiçbir şeyle meşgul olmadan, dünya kelâmı konuşmadan gider, abdestini tekrar alır ve gelir imama ulaştığı yerden yeniden uyar. Böyle birisi, imamla birlikte selâm vermez, kalkar ve kılamadığı rek’âtleri kendisi kaza eder. Fakat ayakta okuyuş yapmaz. Yani fâtiha ve zamm-ı sûre okumaz. Bir süre ayakta durur, sonra rüku ve secde yapar ve böylece namazını tamamlar.
***
Ali Bey:
*“Ehl-i îmân ile ehl-i küfrün saflarının bu zamanda birbirine karışık olması nedendir? Fayda ve zararı nelerdir?”
Bu dünya imtihan yeridir. Bu imtihan yurdunda her an, her yerde, herkesle karşılaşmamız mümkündür. Müslüman, kimle karşılaşırsa karşılaşsın, sahip olduğu iyilikler ve yaşadığı doğrular hususunda başkasını aydınlatır, insanlara iyi örnek olur, başkasının kötülüklerini ise almaz. Kur’ân’ın ısrarla vurguladığı emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker, yani iyiliği emretmek ve kötülükten alı koymak görevini böyle zamanlarda daha titizlikle yapar. Önce yaşayışıyla, sonra sözleriyle doğruluğu önerir, iyiliği tavsiye eder, hakkı anlatır ve Cenab-ı Hakkın emirlerini yumuşak bir üslupla tebliğ eder.
Saflar asıl âhirette ayrışacaktır. Mahşerden sonra Cennet ve Cehennem’in teşekkülü ehl-i îmân ile ehl-i küfür arasını ebediyen ayıracaktır. Fakat bunu bu dünyada beklemek imtihan sırrına uygun düşmez. Bilhassa, yalan ile doğrunun, iyi ile kötünün iç içe geçtiği, ‘aynı dükkânda satılır olduğu’ şu âhir zamanda... Bunlar, hep imtihan dünyasının gerekleridir. Ehl-i iman olarak bize düşen, safların oldukça karıştığı şu zamanda, safımızı doğru belirlemektir.
10.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
İsmet İnönü ve Rıfat Esat |
|
Süleyman Hayri Bolay’ın tespitlerine göre(*), 1968’den beri Gazali’nin kitapları Türkiye’de en çok satan kitaplar arasında. Amerika’da Mevlânâ’nın kitapları nasıl bestseller ise Türkiye’de de Gazali’nin kitapları demek ki öyle. Ama bunun bazı sebepleri ve esbab-ı mucibesi var! Bu satışları yükselten ve kamçılayan faktörlerden birisi İsmet İnönü’nün bir polemik sözüydü. O sıralarda Demirel başbakan ve muhalefet lideri de İnönü’dür. Aralarında kıyasıya ve amansız bir rekabet ve mücadele vardır. İnönü, Süleyman Demirel’i hırpalamak için meclis kürsüsünde bir laf ediyor ve bu laf daha sonra Gazali’nin eserlerinin satışına etki ediyor.
İsmet İnönü din üzerinden Demirel’e vurmak isterken istemeden de olsa Gazali’nin kitaplarının satışını terviç etmekte ve fikirlerini parlatmaktadır. Kime niyet kime kısmet diye herhalde buna denilir! İnönü diyor ki:
“Süleyman Demirel’i destekleyen 3 sac ayak var. Birisi, Said Nursi, birisi Konya Müftüsü birisi de Gazali...” Galiba bu bir cümlede üç yanlış var. Yani cümlenin tamamı özürlü ve yanlış. Bediüzzaman Said Nursi bilindiği gibi 1960 ihtilali öncesinde Urfa’da vefat ediyor. Belki İnönü, Bediüzzaman Said Nursi diyerek muakkipleri olan Nurcuları veya Nurculuk cereyanını kastetmiş olabilir. Bu cihetle haksız sayılmaz. Bununla birlikte, galiba Konya Müftüsü diyerek zamanın ünlü vaizlerinden Tahir Büyükkörükçü Hoca’yı kastetmiş olmalıdır. Halbuki Tahir Büyükkörükçü o sırada Konya müftüsü olmayıp belki Konya’nın ve onun ötesinde Türkiye’nin tanıdığı vaizlerden birisidir. Üçüncüsü ise İmamı Gazali.
Bunlar İsmet İnönü’nün dine ve diyanete ne kadar uzak ve lakayd olduğunu gösteriyor. Halbuki Konya’da ünlü müfessir Hulasatu’l Beyan sahibi Mehmet Vehbi Efendi’nin oğlu da CHP’nin Konya il başkanıdır. O da İnönü’ye destek veriyor ama nafile. Yani İnönü de kendi cephesinden din adamları devşirmiş. Ama aynı etkiyi göstermemiş. Yıllar sonra CHP’nin Yaşar Nuri Öztürk’ü saflarına katması gibi. Konya’ya gidip gelmeler ve mitingler sırasında Mehmet Vehbi Efendi’nin oğlu başarısızlıklarını soran İnönü’ye şöyle diyor: “Konya, malum-u aliniz, dindar bir muhittir. Burada mitinglerde halka konuşurken dinden diyanetten biraz bahsetmeniz yerinde olur.” İsmet İnönü bu teklifi geri çevirmiyor ve ‘hay hay’ diyor. Gerçekten de bir Konya mitingi sırasında veçh-i mutad üzerine bir konuşma irad ediyor ve kürsüden iniyor. Ama yine dinden diyanetten bir bahis yok. Bunun üzerine hayal kırıklığına uğrayan Vehbi Efendi’nin mahdumu ‘Efendim yine dine atıfta bulunmadınız’ diye serzenişte bulunuyor. Buna bir nevi terslenme de diyebilirsiniz. Bunun üzerine İnönü şöyle diyor: “Hayır dinden bahsettim ya. Görmedin mi, miting sonunda Allah’a ısmarladık dedim ya!” Bu cevap karşısında Mehmet Vehbi Efendi’nin oğlunun ne dediğini bilmiyoruz. Muhtemeldir ki, içinden ‘pes doğrusu’ demiş ola!
***
İsmet İnönü de Gazali’ye takanlardan. Ondan beri Gazali hakkında ileri geri konuşanlar çok. Rıfat Esat da Suriye’de başka bir Gazali vakası yaşatır. Bu, İbni Teymiyye üzerinden bir Gazali vak’asıdır veya örneğidir. 1980 öncesi ve sonrasında İhvan ile Esad rejimi arasında kan davası vardır ve bu kan davası Hama katliamıyla sonuçlanmıştır. İhvan-ı Müslimin Esad ailesiyle hesaplaşmak ve Suriye halkının gözünden düşürmek amacıyla İbni Teymiyye’yi referans verir. Esad ailesi bilindiği gibi Nusayri bir geçmişe veya kökene sahiptir. İbni Teymiyye’nin de Nusayriler aleyhinde bir fetvası vardır ve onları tekfir etmektedir. İhvan-ı Müslimin ise onun bu görüşünü Esad ailesiyle ideolojik savaşın kızıştığı sıralarda seferber ederler ve bu fetvayı bildiri halinde tamim eder ve Suriye genelinde yayarlar. Tabii ki bildiri, Esad ailesinin eline de geçer. Küplere biner. Rıfat Esad, o günlerde ‘Savunma Birlikleri/Seraya ed Difa’ başındadır ve Hama’da hesaplaşmayı veya katliamı da o yönetmiştir. İbni Teymiyye’nin bu fetvasını duyan Rıfat Esad’ın kan beynine sıçrar ve bildiriye karşı bir karşı duyuru yayınlar. Duyuru Amerikan literatüründe ‘Wanted’ olarak bildiğimiz bir tarzdadır. ‘Aranıyor’ ilanıdır. İbni Teymiyye’nin tarihi fetvasına mukabil Rıfat Esat ‘aranıyor’ duyurusunda şunları yazar: “İbni Teymiyye’nin ölüsünü veya dirisini getirene 100 bin Suriye Lirası mükafat verilecektir...”
***
Bin Ladin’in kellesine 25 milyon dolar konulması gibi İbni Teymiyye’nin kellesine de 100 bin Suriye Lirası konulur. Ama Bin Ladin ile İbni Teymiyye’nin farkı; birisinin ölü diğerinin ise hayatta olması veya en azından hayatta ve diri olması ihtimalidir. Bu fetvası sebebiyle İbni Teymiyye eski ülkesinde yeniden şöhret bulduğu gibi Rıfat Esad da alay konusu olmaktan kurtulamaz. Maalesef modern çağda Müslümanlar İsmet İnönü veya Rıfat Esad gibi isimler ve şahsiyetlerle ibtilaya maruz kalmıştır. Halen de öyle olmuyor mu? Şah-ı Nakşibendi ile Abdulkadir Geylani’nin Şam’da buluşmaları gibi haberlere rastlanırken bazen de hac mevsiminde gazeteler, ‘Bu yıl da hac kurban bayramına rastladı’ gibi haberler yapabiliyor ve başlıklar atabiliyorlar. Bazıları da Aksaray’dan hacı notları kaleme alabiliyor.
*İslami Araştırmalar dergisi XIII/3-4, s: 538/539
10.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Vehbi HORASANLI |
Yeni bir savaş tekniği |
|
Ocak ayının son günü başlayan ve 4 Şubat’a kadar devam eden bir dizi sabotaj sonucu, özellikle Müslüman nüfusun yoğun olarak yaşadığı ülkelerde internet ve elektronik erişimi kesildi. Bu işi, kim, ne amaçla yapıyor, tam olarak anlaşılabilmiş değil. Fakat günahı biz denizcilere yüklemeye çalışanlar var.
Deniliyor ki; demir atan gemiler bu kabloları kopardı. İyi hoş da, gemiler istedikleri yerlere demirleyemez ki… Haritalarda nerelere demirlenebileceği ve nerelere demir atmanın yasak olduğu işaretlenmiştir. Hele hele kablo geçen yerlere demir atmak hiçbir kaptanın cesaret edemeyeceği bir iştir. Zira demirlerse ağır cezalar alacaktır.
Gemilerin bu kabloları koparmasının imkânsız olduğunu gösteren ikinci bir neden de derinlikle alâkalı olmasıdır. Bir gemi, en fazla 200 metreye kadar demirleyebilir. Zira demir zincirinin boyu en fazla bu kadar olabilir. Demir, hırça mapaya dayansa, yani sonuna kadar verilse bile bu derinlikten sonra gemiyi tutmayacaktır. Dolayısı ile bu derinlikten daha fazla derin sulara demir atmanın anlamı yoktur. Fakat ilginçtir, çok derin noktalarda bu kablolar kesiliyor.
Sabotaj olma ihtimalinin yüksek olmasının diğer bir sebebi de kopan kabloların ardı ardına kesilmesidir. Yılda bir iki defa olan, bazen de hiç olmayan bu tip kazalar, 6 gün içinde cereyan etmiştir. Bakın internet ve elektronik erişimini engelleyen olaylar nasıl oldu.
İlk olarak 30 Ocak’ta Mısır’ın İskenderiye açıklarında iki fiber optik kablo kesildi. Aynı gün içerisinde, yine Akdeniz’de, Fransa’nın Marsilya kıyılarına yakın bir kablo daha kesildi.
Bu işin başlangıcı daha. İki gün sonra, yani 1 Şubat’ta Süveyş Kanalı’ndan geçen kablo kesildi. Bir gün sonra, Basra Körfezi’nde Dubai’nin 55 kilometre açığında bir başka kablo daha kesildi. Ertesi gün, yani 3 Şubat’ta Katar ile Birleşik Arap Emirlikleri (BAE ) arasındaki fiber kablolar kopuyor. Yine ertesi gün, 4 Şubat’ta, Basra Körfezi’nde Bandar Abbas yakınından geçen fiber optik kablo gidiyor. Aynı gün, Malezya’nın Penang Adası açığından geçen fiber optik kablo aynı akıbete uğruyor.
Dünyanın en önemli iletişim hatlarından olan, internetten telefona, bankacılıktan havacılığa bütün iletişimi sağlayan bu hatlar ile ilgili olarak şu ana kadar bilinen dokuz olay var ve daha ne zamana kadar devam edeceği belli değil.
Yeni bir sabotaj olmasa bile, aşağıda isimlerini sayacağım ülkelerin durumu şimdiden vahim durumda. Bakın, çoğu Müslüman olan bu ülkeler, kesintilerden nasıl etkilendi.
İran’ın iletişimi tamamen durdu. BAE’de 1. 7 milyon, Hindistan’da 60 milyon, Pakistan’da 12 milyon, Mısır’da 6 milyon, S. Arabistan’da 4,7 milyon kişinin iletişimi kesildi. Yeni teknoloji ile donatılmış ve interaktif erişim denilen ticarî sistem tam bir kâbusa dönüşmüş durumda.
Bu üst üste kablo kesilmesi olayının bir kaza olamayacağını herkes biliyor. Peki, kim, ne amaçla bu kötülüğü yapıyor ve beklentisi ne?
Tam da on puanlık bir uzmanlık sorusu. Komploculara göre ise, cevap hazır. Gazeteci İbrahim Karagül diyor ki, bu işi ABD-İsrail ikilisi yaptı. Hatta yapan denizaltı bile belli. USS Jimmy Carter isimli dev denizaltı, benzer operasyonlara göre dizayn edilmiş. Şu an nerde olduğu belli değil. ABD Deniz Kuvvetleri’nin sitelerindeki bilgileri silinmiş. Seewolf sınıfı diğer denizaltılara göre çok daha büyük yapılmış ve denizaltı gözetleme ve benzer operasyonlara göre donatılmış.
İster bu görüşe katılın, ister katılmayın ortaya çıkan bir gerçek var. Artık savaşların yeri, şekli, amacı ve yöntemi değişti. Cephe savaşlarının yerine uzaktan kumandalı, tamamen elektronik sistemler üzerine kurulu post modern savaş teknikleri deneniyor.
Ekonomi, siyaset, güvenlik, üretim ve tüketim üzerindeki bağımlılığının en yoğun olduğu bir dönemde, bu bağımlılığın en zayıf halkasını hedef alan elektronik savaşın yeni bir tekniğini görüyoruz.
Daha önce soğuk savaş döneminde ABD, Kuril Adaları civarında Sovyetlerin kablolarını kesmek istemiş, bunun etkileri görmeye çalışmıştı. Şimdi ise, Rusya’nın kendi denizlerindeki kablolarını korumak amacı ile askerî tatbikatlar düzenlediği haberlerini duyuyoruz. Önümüzdeki günlerde, İran’ın, ABD dolarının geçersiz olacağı yeni bir petrol borsasını açacağı söyleniyor. Petrol zengini ülkelerden oluşan Körfez İşbirliği Konseyi, ortak para birliğine geçme kararı aldı. ABD’nin petrol zengini müttefikleri ise, dolar rezervlerini azaltma kararı almış.
Görüldüğü gibi, ABD dolarının geleceği en fazla konuşulan konuların başında geliyor. Ne dersiniz, her şey paraya kumanda etmek için mi yapılıyor yoksa?
10.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
‘Köprü’ler kurmak |
|
Merhum Cemil Meriç’in, ‘dergi’leri anlatan klasikleşmiş bir tesbiti vardır: Özetle, ‘Dergiler, hür tefekkürün kalesidir’ der merhum Meriç.
İşte bu “kal’a”lardan biri de, 100. sayısını yayınlayan “Köprü” dergisidir. “İlme, irfana, ümrana” diyerek yayın hayatına başlayan Köprü, gerçekten de bu mânâya hizmet eder şekilde yayın hayatını sürdürdü.
Uzun sayılabilecek bir dönem Köprü dergisinde çalışmış olmamız ve ‘gazeteciliği’ de bu dergide öğrenmiş olmamız, bizi ayrıca mutlu eden bir durum. Derginin 100. sayısı elimize ulaştığında gayrıihtiyari geçmişi yad etmek gerekti.
Köprü dergisiyle, yayınlandığı ilk sayılarından itibaren ‘okuyucu’ olarak tanıştık. Derginin 1980’den önceki sayılarının mütevazî imkânlarla yayınlandığı anlaşılıyordu. 1980 sonrası muhtevası sürekli değişerek gelişti. Köprü’nün 1990 öncesi sayılarının kamuoyunda meydana getirdiği müsbet etkiyi de yad etmek lâzım. Risale-i Nur’un prensipleri ışığında aktüel hadiseleri değerlendiren sayılar, bugün de okunsa tazeliğini kaybetmediği görülür.
Aradan yıllar geçti ve Köprü, 1990’ların ortalarına doğru yeni bir form kazandı. Hem muhteva, hem de yayın periyodu olarak ‘aylık dergi’den ‘üç ayda bir’ yayınlanan dergi haline geldi. Bu yenilenmeden sonra daha yoğun bir şekilde Risale-i Nur’u gündeme taşımaya başladı. Yılda 4 sayı yayınlanan Köprü, bu tarihten sonra da ‘temel prensipler’inden taviz vermeden yayın hayatını sürdürdü ve bugün 100. sayıya ulaştı. (Köprü [100. sayı, Güz 2007], irtibat tel: 0-212-513 11 10, internet adresi: www.koprudergisi.com)
Köprü dergisine emeği geçen ve bu günlere gelmesi için emek verenlerin de elbette söylecek sözleri vardır. Köprü, pek çok kişinin birlikte anmaktan çekindiği “İslâm ve demokrasi” konularında da öncü yayınlar yaptı. Elbette asıl değerlendirmeyi Türkiye’nin siyasî tarihini araştıranlar yapacaktır...
Köprü’nün 100. sayısında ‘Köprü’ hakkında söylenmesi gereken sözler de söylemiş. Gerek, “Editör”ün kaleme aldığı “Türkiye’de fikir dergiciliği ve Köprü” başlıklı yazı, gerek Selim Sönmez imzasıyla yayınlanan “Yeni bir ilim manifestosu olarak Köprü” ve gerekse Hakan Yalman’ın kaleme aldığı “”Köprü” başlıklı yazılar, hem Köprü dergisinin ‘tarihi’ni anlatıyor, hem de yarınına ışık tutuyor.
Köprü’nün 100. sayısı, sadece ‘yüzüncü sayı’yı anlatmıyor elbette. “Esma-i Hüsna’ya Risale-i Nur penceresinden yeni bir bakış”, “Anarşiyi önlemede Risale-i Nur örneği”, “Müceddidlik ve Bediüzzaman”, “Laiklik ilkesinin amacı ve bir ikame teklifi”, “İslâm-Hıristiyan diyaloğu”, “Bediüzzaman’ın düşüncesinde savaş ve barış”, “Eski Said ışığında istibdat” başlıklı yazılar özellikle dikkat çekiyor.
Mevcut haliyle her sayısı bir ‘kitap’ hüviyetinde olan Köprü’ye; ilim, irfan ve ümran yolcuğunda muvaffakiyetler dilerken, bu güne kadar emeği geçen ‘kahraman’ları da hatırlayalım. Allah hepsinden razı olsun.
“Köprü”ler kurmaya devam...
10.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|