Geçen hafta, Taceddin Ural kardeşimin mektubundan yola çıkarak bir şeyler söyleyince, çoğunluğu eskiden mesai birliği ettiğim basından dostlarım, sitem bombardımanına tuttular beni…
Bombardımanın ana sorusu; “Niye anılarını yazmıyorsun abi?” ile başlıyor, aynı soruyla bitiyordu…
Okur dostlardan da çok sayıda benzer soru ve dilekler geldi…
“Taceddin Ural başka bir âlemdir tek kelimeyle…” ifadesini açayım o zaman birazcık…
Bu günlerde, geçirdiği başarılı bir operasyon sonucu evinde istirahatta olan, acil şifalar dilediğim sevgili Taceddin kardeşimin hafızasını da ısıtacak kadar geriye, Zaman’a başlayışına gideyim…
Tam 20 yıl kadar öncesi… Zaman gazetesi Kültür Sanat Sayfasını yönettiğim günler… Postadan bir mektup çıkageldi bir gün… Diyarbakır’dan geliyordu mektup ve üzerinde; “Er mektubu-görülmüştür” kaşesi dikkat çekiyordu… Mektuptaki “er”; gazetenin kültür sayfasını özellikle takip ettiğini, sayfada gördüğü eksiklere de işaret ederek, tezkereyi alır almaz gazeteye gelip, bizimle birlikte çalışmak istediğini bildiriyordu…
Özcan Ünlü kardeşimle beraber tebessüm edip mektubu bir kenara bıraktık… Derken kısa bir süre sonra “Er mektubu - görülmüştür” kaşeli mektuplardan bir tane daha… Cevap yazmadığım halde bir süre sonra bir tane daha… Bu “er” kardeşim bir taraftan mektuplarını daha uzun yazıyor, bir taraftan da önerilerini, geldiğinde yapmak istediklerini ciddî ciddî anlatıyordu…
Ayıp olmaması için arada ancak bir cevap yazdığımı hatırlıyorum…
Mektupları da Diyarbakır’daki “er”i de unuttuğum bir gün ziyaretçim olduğu söylendi… “Gelsin” dedim… Gelen kişinin saçlarını görür görmez Özcan’la birbirimize baktık ve; “Bizimki geldi!” dedik… Sarıldık, kucaklaştık… İşe girmişçesine rahat, yapacağı haberleri anlatıyordu hızlı hızlı… Bir iki denemesi de vardı yanında…
Kıpırdayacak, itiraz edecek hâlim kalmadı ve medyanın belki de görüp göreceği en beyefendi insanlardan biri olan sevgili Uğur Beyle yaptığım görüşmeyi müteakip, “Haydi Taceddin kardeşim… Kolları sıva… Muhabirsin artık!” dedim…
Taceddin Ural artık Zaman muhabiriydi… Ta ki kafasına “Ankara” takılana kadar!
Taceddin kardeşimin geçen haftaki mektubunda yer alan; “Sonra ille de Trabzon’dan mı, Giresun’dan mı ne bildiren o, Türk basını adına kaybedilmiş yerel muhabir. ‘Dananın gözüne değnek battu’ haberleri”ni merak edenler de az değildi…
Taceddin’in bahsettiği arkadaş—geçen hafta düzelttiğim gibi—Ordu’dan özelden de özel haberler yollardı gerçekten… “Kendisine hiç bi şey yapmadığı halde yılan gadını soktu” haberine (!) şaşırmıştık ki arkasından onu aratmayacak ne haberler(!) yolladıydı gazeteye…
Bir gün basın anılarımı yazarken, bu muhabir(!) kardeşimin bazı haberlerine(!) daha geniş ve tam metin örnekler verebilirim…
Son zamanlarda basın anılarına biraz fazla değinmeye başladığımdan olacak, şahsıma yönelik aldığım sorular ise; “Basında kaç yılınız doldu?” olarak geliyor bu aralar…
O zaman…
Kendi basın geçmişime yüzeyden bir bakalım da basında kaç yılı geride bırakmışım ona bakalım…
Sene 60’lı yılların sonları…
Gerilerde kalmış bazı yayın organlarına sahip olan inanç sahipleri, seslerini duyuracak, dertlerinin tercümanı olacak yeni soluklar, yeni sesler arıyordu o günlerde...
Biraz Yeni İstanbul ve de özellikle Tercüman vardı ama... Çölü andıran basın dünyasından beklenen ihtiyacı karşılamaya yetmiyorlardı...
Derken Yeni Asya’nın, İttihad’ın, Bugün’ün, Milli Gazete’nin, Babıali’de Sabah’ın, Bizim Anadolu’nun heyecanlarla çıkışlarını hatırlıyorum...
Daha önce bir iki vesîleyle anlatmıştım sanıyorum... Fatih Camii kapısında hâlâ aynı görevini sürdüren âmâ Mustafa Ağabeyin satacağı gazeteleri getirebilmek için Fatih’ten Cağaloğlu’na yürüyerek gider, çoğu zaman yürüyerek de dönerek, akşam namazı çıkışında “yarınki gasteee” sesinin duyulmasını sağlardım... Eğer yetişemeyişimin kusuru bende ise ertesi gün daha hızlı koşmaya gayret ederdim ki... Cami cemaati gazetesiz kalmasın!
Evet... İşe bu tarafından baktığımızda “gazetecilik” denilen mesleğin iki yönünü görüyoruz ister istemez...
Âmâ Mustafa ağabeyin çeşitli sebeplerle olamadığı zamanlarda, ya da kandil gecelerinde, ben de Fatih Camiinin kapısında gazete satardım...
Yani olaya bu noktadan baktığımızda, “gazetecilik” mesleğine başlayışım 40. yılına gitmekte!
Koşarak gazete yetiştirmek hatta satmakla başlayıp bugüne gelen meslek hayatımda; elden dağıtıcılık, satıcılık, musahhihlik, muhabirlik, editörlük, yazı işlerinde ve istihbaratta şeflik, haber müdürlüğü, kültür sanat şefliği, spor servisi şefliği ve sevgili Abdullah Eraçıkbaş kardeşimin ısrarıyla köşe yazarlığı yapageldim…
Bütün bunları yaparken de mecbur kalmadıkça çalıştığım gazeteden ayrılmadım… Aldığım maaşın birkaç katını teklif eden yerlere bile gidemedim… Çalıştığım yerde kaldım. Onun için de geride kalan yıllara rağmen sayıca az gazete değiştirdim… Bizim Anadolu ve Ortadoğu’da yayınlanan yazılar sonrasında profesyonel olarak; Yenidevir, Bulvar, Zaman, Ortadoğu ve Yeni Asya!
Şimdi…
Matbaadan gazeteyi alıp cami kapısındaki satıcıya getirmek ve zaman zaman satışına da yardımcı olmanın tamamı “gazetecilik” sayılmalı mı?
Yoksa ilk yazılarımın hatta şiirlerimin gazetelerde, antolojilerde yayınlandığı 1975 tarihini mi gazeteciliğe başlangıç olarak almalıyım?
Tabiî işi burasında “gazeteci” ile “müvezzi”liğin karıştırılmaması gerektiğini bütün meslek hayatı boyunca savunmuş da biriyim!
Yani…
Şahsımdan örneğini verdiğim, Fatih Camii kapısında gazete satarak yaptığım işin meslekteki esas adı “müvezzî” oluyor... Yani dağıtan... Münhasıran gazete, dergi dağıtan, satan...
Bugün “Basın Sözlüğü” adıyla çıkan bir kitapta kendine yer bile bulamayan bu mesleği “gazetecilik” hayatıma başlangıç alırsam 40. yılın içinde sayılırım…
Yok…
Yazmakla ilgili olmalı ise mesleğe başlama tarihi 1975’den bugüne 33 sene ediyor…
Hepsi bu!
Sahi… Sizce basında kaç yılım dolmuş oluyor?
10.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|