Meclis'in gündeminde hararetli bir madde var: Üniversitelerde başörtüsüne "kısmî serbestlik" hakkı tanıyan kànun tasarısı...
Bu mesele Türkiye'nin başını çok ağrıttı; öyle anlaşılıyor ki, ağrıtmaya da devam edecek.
Zira, bu mesele maalesef esastan da, usûl yönünden de tam bir ucûbe haline sokularak Meclis'e taşınmış oldu.
Dolayısıyla, taraflar arasında yaşanan kavga ve tartışmalar da, tam bir kör dövüşü döngüsünde cereyan ediyor.
Partilerin meseleye yaklaşım tarzına bakıldığında, bu kısır döngünün kolaylaştırmak yerine işi daha da zora sokacağını görmek pekâlâ mümkün.
Görünen şu garabet tablosu, başkaca bir kılavuz istemez:
Anamuhalefet partisinin görüş ve yaklaşımını anlamak hiç de zor değil. Onlar, "başörtüsü serbestisi"ne şiddetle karşılar. Başörtülü (veya türbanlı) vatandaşları devletin resmî hiçbir kurum ve kuruluşunda görmek istemezler. Hatta, ellerinden gelse sokaktaki başörtülülere dahi müdahale etmekten çekinmezler. (Geçmişten örnekler var.) Bu meyanda sağlanacak her çeşit özgürlüğün, mahiyetini dahi bilmedikleri laikliğe zarar vereceğini, ilke ve inkılâpları berhava edeceğini iddia ediyorlar.
Netice itibariyle, bunlar dinî inkişâftan hoşlanmazlar; dolayısıyla, dine dayalı bir örtünme tarzına da şiddetle, yer yer hiddetle muhalefet ettikleri gayet açıklıkla söylenebilir.
Böyle "harbî" denecek bir tutum ve davranış, inananları aldatmaktan, yanılmaktan uzak olduğu gibi, hukukun üstünlüğüne sahip çıkanları da safına çekmekten haylice uzaktır.
* * *
Şimdi dönüp kavganın diğer cenahına bakalım...
Meclis'teki iki partinin (AKP–MHP) üzerinde uzlaştıkları formül şudur: "Başörtüsüne serbestlik hakkı sağlayan bu kànunî düzenleme, kesin olarak üniversite öğrencileriyle sınırlıdır. Örtünme, 'çene altı' şeklinde olacak. Bu serbestliğin dinle, yahut siyasetle bir bağlantısı yok; bu tamamen başörtülü öğrencilerin mağduriyetini gidermeye yönelik bir hukukî düzenlemeden ibarettir."
Âlâ... Demek ki, ortada herhangi bir "dinî hassasiyet" gerekçesi yok.
Esas gerekçe, bir mağduriyeti gidermek... Öyle mi?
Oysa ki, başörtüsünü takanların yüzde doksan dokuzunun esas gerekçesi "dinî hassasiyet" merkezlidir.
Siyasîlerin son şeklini vermiş oldukları kànun tarsarısında ise, bu gerekçenin esâmisi dahi okunmuyor.
Geriye kalıyor, kànunî yahut hukukî gerekçe...
Açıkça ifade edelim ki, meselenin bu yönü de ciddiyetten ve tatminkârlıktan uzaktır.
Çünkü, başörtüsü mağduriyeti sadece üniversite (o da hizmet alanlar) ile sınırlı değildir. Başka yerlerde ve başka alanlarda da aynı türden had safhada mağduriyetler var. Ki, maalesef bunlar söz konusu "kànunî hakkın" dışında tutulmuş durumdalar.
Oysa ki, din umumun mukaddes malı olduğu ve tahsis kabul etmediği gibi, hak ve hukuk da herkese eşit oranda yansımalı ve dahi yansıtılmalıdır.
Bütün bunların gözardı edildiği bir düzenlemenin, bize göre iler–tutar bir tarafı yok.
Hâsılı, hiç kimse dinî veya hukukî hak ve imtiyazdan mahrûm edilemez, edilmemeli.
GÜNÜN TARİHİ 6 Şubat 1937
Sonunda "laik"imizi bulduk
Tek partili Meclis'te bir gün önce kabul edilen 3115 sayılı kànunla, laiklik prensibi Anayasanın 2. maddesine dahil edildi.
1924 Anayasasında "Türkiye Devletinin resmî dili Türkçedir; makarrı Ankara şehridir" şeklinde yer alan 2. madde, 6 Şubat 1937 tarihi itibariyle şu hale getirilmiş oldu: "Türkiye Devleti cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılâpçıdır. Resmî dili Türkçedir. Makarrı Ankara şehridir."
Bu metinde yer alan 6 madde, esasında CHP'nin amblemindeki "Altı ok"u temsil ediyor.
Zira, bu maddeler henüz anayasaya girmeden evvel CHP'nin tüzüğüne dahil edilmiş ilkeler şeklinde duruyordu. Aynı ilkeler, İsmet Paşa ve altı partidaşının teklifiyle, anayasanın "değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen" 2. Maddesi haline getirilmiş oldu.
* * *
Türkiye, bu tarih itibariyle yeni bir kargaşanın içine sürüklenmiş oldu: "Laiklik dinsizlik midir, değil midir?" kargaşası.
Aynı mânâdaki sıkıntı hâlâ bitmiş değil. Bunun önemli bazı sebepleri var. Bir kısmını şu şekilde sıralamak mümkün:
1) Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrı ve bağımsız şekilde yürütülmesi anlamına gelen laiklik, Türkiye'de tek yönlü bir şekilde tatbik edildi: Din, devlet işlerine karıştırılamaz; ancak, devlet istediği kadar din işlerine karışabilir. Bu tarzdaki uygulama, halen de berdevamdır.
2) "Dindara da, dinsize de ilişilmemesi" prensibini güden laiklik, Türkiye'de yine tek yönlü bir baskı unsuru şeklinde istimal edildi: Dinsize alabildiğine serbestiyet tanındığı halde, dindara görülmedik baskılar uygulandı. Bir mü'minin hususî ibadetine varıncaya kadar, her hal ve hareketine müdahale edildi. Zorakî müdahale, halen bitmiş değil.
3) Türkiye'deki laiklik uygulamasının, dünya üzerinde ikinci bir örneği bulunmuyor. Laikliği güyâ ithal ettiğimiz Avrupa'nın hiçbir ülkesinde meselâ kilise yönetimine müdahale edilmiyor; giyim–kuşam veya ibadet tarzına herhangi bir baskıda bulunulmuyor.
06.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|