MHP’li Deniz Bölükbaşı’nın sözleri, partisinin başörtüsü meselesinde AKP ile işbirliği yapma gerekçesini bir kez daha açığa çıkarıyor.
MHP, AKP’ye şimdiye kadar hak etmediği bir puan kazandırdığına inandığı “mazlum edebiyatı”nı bitirip bu partiyi Türkiye’nin gerçek gündemiyle yüzleştirmek için böyle yapıyormuş.
Cumhurbaşkanı seçiminde AKP’nin önünü açan tavrının arkasında da bu düşünce varmış.
Mâlûm, 27 Nisan sürecinin bilinen ortamında gerçekleşen 22 Temmuz seçiminde AKP oylarını tırmandıran en önemli sebeplerden birinin “Dindar cumhurbaşkanı seçtirmediler” propagandası olduğuna dair yaygın bir kanaat var.
Benzer bir düşünce, başörtüsü meselesi için de geçerli: “AKP bu sorunu çözmek için çabalıyor, ama sürekli engellendiği için yapamıyor...”
İşte MHP’liler bu iki konudaki politikalarını, AKP’nin elindeki kozları almayı hedefleyen manevralar olarak izah ediyorlar. Yani, işin arkaplanında hasbî ve samimî bir yaklaşım yok, siyasî hesaplar var. Nitekim MHP’li Toskay’ın, “Biz ne yaptığımızı biliyoruz, bunun maliyetini de taşırız, hasadını da toplarız” sözü gayet açık.
Gerçi Toskay bilâhare yaptığı açıklamada “hasat” sözünün çarpıtıldığını ifade ile, “Biz ülke sorunlarını istismar edip siyasî rant hesabı yapan bir parti değiliz” diyerek, oluşan algılamayı düzeltmeye çalıştı.
Ama tablo açıkça ortada.
Başörtüsü bir kez daha partilerin siyasî hesaplarıyla irtibatlandırılan bir mesele olarak gündeme oturdu.
Diyelim ki, bu, siyasetin tabiatında olan birşey. Partiler bir sosyal sorunun çözümü için hangi adımı atsalar, bu çeşit değerlendirmeler kaçınılmaz şekilde yapılacak. Böyle olacak diye partiler hiçbir soruna el atmasınlar mı?
Elbette ki, hayır. Ancak başörtüsü gibi, orasından burasından çekiştirilerek iyice siyasallaştırılan, dahası Erdoğan’ın Madrid’den yaptığı “velev ki siyasî simge olsun” çıkışıyla tümden siyasî tartışmaların içine çekilen bir konuda çözüm için adım atarken çok daha dikkatli olunmalıydı.
Gerek AKP’nin konuyu gündeme getiriş tarzında, gerek MHP’nin yaklaşımında, gerekse iki partinin uzlaşma yönteminde ve uzlaştıkları formülün içeriğinde bu dikkat ve itinanın gösterildiğini söylemek ne yazık ki mümkün değil.
Sorunun ilk çıkışında da, bu noktaya gelişinde de, “siyasallaştırma” olgusunun son derece olumsuz etkileri kesinlikle gözardı edilmemeli.
Bu olumsuzluk o boyutta ki, geçtiğimiz günlerde yasakçı rektörlerin Üniversitelerarası Kurul aracılığıyla deklare ettikleri hukuk dışı direnişe karşı, akademisyen camiasından yükselen ve şimdiye kadar görülmemiş bir destek bulan özgürlük çağrısına dahi gölge düşürebiliyor.
Son yılların en önemli gelişmelerinden biri olarak görülmesi gereken bu inisiyatif, söz konusu imza kampanyasında öncülük yapan bazı isimlerin iktidar partisiyle içli dışlı olmalarından hareketle karalanmak ve yıpratılmak isteniyor.
Tabiî ki, yasakçı cephenin bu çeşit demagoji ve saptırmalarına kesinlikle prim verilmemeli.
Ama gerek geçmişte, gerekse şu günlerde yaşanan tecrübeler, özgürlük mücadelesinin siyasetten de bağımsız tümüyle sivil zeminlerde yürütülmesi gerektiği dersini bir kez daha veriyor.
Siyasetin öne çıkması, çözümü de tıkıyor.
06.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|