Osmanlı’da medresenin tahtına mektebin geçirilişi Tanzimatla başlıyor. Mekteb-i İbtidaiyye’den Hendese-i Hümayuna kadar tesisini tamamlayan mektebe karşı, medreseden bilinçli olarak fen ilimlerinin çıkarılışının ve klâsik dinî ilimler ile başbaşa bırakılışının sebep ve tarihçesi, hakikaten uzun araştırmaların konusudur. Bu saha ile ilgilenen araştırmacılarımızın makaleler ve tebliğler halinde neşredilen irili ufaklı eserlerinin dışında, ülkede yenilik hareketlerinin fermanlarda zikredildiği zamandan, Osmanlı’nın gurubuna kadarki dönemi bitamamiha aydınlatacak bir eser henüz telif edilmedi.
Bediüzzaman Hazretleri, “Risâle-i Nurlar medreseden çıktığından, evvela ehl-i medrese sahip çıkmalı” diyor. Henüz sekiz, on yaşlarında tedrise başlayan Molla Said’de medresede talimden ziyade bir muslih haliyle karşılaşıyoruz. Zamanın hurafeler şeklinde medresenin üzerine boca ettiği yanlış uygulamayı mütemadiyen sorgulayan ve hatalı cihetlere itiraz eden Seyda’nın, saadet asrıyla kucaklaşacak medrese projesinin, nüveler halinde, henüz on iki yaşında iken dünyasına düştüğünü Tarihçe-i Hayatı’ndan öğreniyoruz. Hantal, ezberci, izzet-i ilmiyeye namünasip, tefekkürü inciten, taassuba giriftar ve hayattan kopuk o günkü medresenin ıslâhı fikrinin hiçbir zaman Bediüzzaman’ın hayatından çıkmadığını ‘ahir-i hayat’ındaki icraatlarından ve devletin üst kademesi ile olan yazışmalarından anlıyoruz.
Bediüzzaman’ın müştak olduğu ‘Medrese Projesi’ onu padişahla karşı karşıya getirse, idam ve sürgünlere giden dehşetli yolları gösterse ve nihayet akıldan istifa edenlerin diyarına düşerse de, o; Medreset’üz Zehra namını verdiği meşhur medresesinin peşi sıra Urfa’daki son demine kadar koşacaktır. Ahir zaman fitnesinin dehşetli hançerleri ile vefat eden tekyenin müdafaası gibi, Âlem-i İslâm medreselerinin müdafaa ve mücadelesi de Bediüzzaman’a kalmıştır. Osmanlı Devleti mektebin ‘nifak cereyanı’ ile işbirliği sonucu malûm hanedanca öldürülünce, Bediüzzaman Anadolu’nun merkezindeki meşhur ‘mezar taşına’ çıkar, bir taraftan hilâfetin ve saltanatın, diğer taraftan tekye ve medresenin akıbetlerine uzun süre göz yaşı döker.
Şu ayrıntıyı da vermeden geçmek istemiyoruz. Bediüzzaman Hazretleri uzun süre mecbur edildiği hapishane ve zindanlara ‘Medrese-i Yusufiye’ dediği halde Abdülhamid’e Şark Darülfünûnu müracaatı neticesinde düşürüldüğü Toptaşı Tımarhanesi ile Selaniklilerin tuzaklarıyla tutuklandığı 31 Mart mevkufiyetine ‘Mektep’ diyor. Yukarıda da arz ettiğimiz gibi, ‘Mekteb’i genel anlamıyla menfî görmüyoruz. Felsefenin Kur’ân’la barışık olan ve olmayanı nasıl ikiye ayrılıyorsa, Mektebin de Kur’ânî ilimlerle nurlanan ve nurlanmayan diye ayrılması gerekir. Kastamonu’da, lise talebelerine verdiği dersi Meyve Risâlesinde neşrederken de Üstadımız bu hususa açıklık getiriyor. Bediüzzaman’ın gaye-i hayali Medreset’üz Zehra’nın mahiyetini anlatmaya çalışan; pedagojik, didaktik ve metodik olarak fen ve din ilimlerinin mecz olmuş haliyle verilmesi öngörülen bu projenin mânâsını izaha gayret eden eserler az da olsa meydana çıkmaya başladığından, hadisenin bu cihetini ilgililere bırakıyoruz. Toptaşı Tımarhanesi’nde bile, Leyla gibi peşini bırakmadığı ve başhekime ders verdiği medresenin maddî boyutlarla sınırlı olmadığını müteaddit defalar anlatmaya çalışır. Fatimî’lerin Fatımat’üz Zehra’ya atfen Kahire’deki meşhur medreseye ‘El-Ezher’ demeleri gibi, Bediüzzaman Hazretleri de sarihan bu alâkayı beyan etmese de, hadiseye ‘mesleğimizde Âl-i Beyt muhabbeti esastır’ adesesinden baktığımızda, yine ismen mü'minlerin annesine izafeti söz konusu oluyor. İsmin müennes, yani dişi olarak kullanılması da dikkatimizi çekiyor. Zira terbiye daha ziyade mürebbiyelerin işidir. En büyük mürebbiye annelerdir. Mü'minlerin sevgili validesine ismen alâka bu noktadan gelebilir. Ayrıca Bediüzzaman’ın Medreset’üz-Zehra’sına Cami’ül Ezher’in kız kardeşi ifadesi de bu mânâya kuvvet veriyor. Günümüzde, Ürdün’ün bizzat ‘Al-i Beyt Üniversitesi olarak kurduğu üniversitenin de çok güzel ve hayırlı çalışmaları olduğu halde, mahiyet olarak söz konusu ‘medreseden’ hayli uzak kaldığı kanaatindeyiz.
Tanzimatla birlikte Reşit Paşa’nın kolundan tutarak medresenin önüne geçirdiği mektebin resmiyetiyle birlikte, İslâm âleminde ‘ikili sistem’ başlamış oluyordu. Avrupaperestlerin, müsteşrik ve müstagriplerin ortak çalışmalarıyla süreç, mektebin hayatına ve medresenin mematına doğru işlemişti. Onun katlini ve terekesini yağmalayan hadisenin ise harf inkılâbının yanlış tatbiki olduğunu burada belirtmek lâzım. Mektep ile Medrese rekabet içerisine girmeden yaşayamazlar mıydı? Ülkenin ve bilhassa insanımızın ikisine de ihtiyacı yok muydu? Bin senelik bir birikimin bir gece içerisinde dünyanın en dehşetli ve derin okyanusunun dibine atılmasına hangi vicdan razı olurdu? Maveraünnehir ve Bağdat-Basra’yı harap eden, kütüphanelerini Dicle’ye atan Moğollar mı, yoksa bin seneden beri medrese yoluyla gelen bin senelik tarih, kültür, ilim ve hafızamıza el koyanlar mı tarihe daha önce geçeceklerdi? Yâdında milletin yarasından taze kanların aktığı bu hadiseyi de ilgili araştırmacılara bırakmak gerekiyor. İnşaallah tarihten ders alınarak hatalar bir an önce tamir edilir ve milletin sızısı böylece sürüp gitmez.
04.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|