|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Ey Peygamber! Allah'ın emir ve yasaklarına uymakta sebat et; kâfirlerin ve münâfıkların arzularına tâbi olma. Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yapar.
Ahzâb Sûresi: 1
|
04.02.2008
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Kıyâmet Gününde azabı en şiddetli olan, ilmi kendisine fayda vermeyen âlimdir.
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 606
|
04.02.2008
|
|
Hem fikir hürriyeti, hem muâhaze
Ey paşalar, zabitler!
Şimdi suâllerime de cevap isterim. İslâmiyet ise, insaniyet-i kübrâ; ve şeriat ise, medeniyet-i fuzla (en faziletli) olduğundan, âlem-i İslâmiyet, medine-i fazilet-i Eflâtuniye olmaya sezâdır.
Birinci suâl: Gazetelerin aldatmalarıyla meşrû bilerek buradaki görenek ve âdete binaen cereyan-ı umumîye kapılan safdillerin cezası nedir?
İkinci suâl: Bir insan yılan sûretine girse, yahut bir velî haydut kıyafetine girse, veyahut meşrutiyet, istibdat şekline girse, ona taarruz edenlerin cezası nedir? Belki, hakikaten onlar yılandırlar, haydutturlar ve istibdattırlar.
Üçüncü sual: Acaba müstebit yalnız bir şahıs mı olur? Müteaddit şahıslar müstebit olmaz mı? Bence kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdat münkasım olmuş olur. Ve komitecilikle tam şiddetlenir.
Dördüncü sual: Bir mâsumu idam etmek mi, yoksa on câniyi affetmek mi daha zarardır?
Beşinci sual: Maddî tazyikler, ehl-i meslek ve fikre galebe etmediği gibi daha ziyade nifak ve tefrika vermez mi?
Altıncı sual: Bir mâden-i hayat-ı içtimaiyemiz olan ittihad-ı millet, ref-i imtiyazdan başka ne ile olur?
Yedinci sual: Müsâvâtı ihlâl ve yalnız bazıları tahsis ve haklarında kanunu tamamıyla tatbik etmek, zahiren adalet iken, bir cihette acaba müsavatsızlıkla zulüm ve garaz olmaz mı? Hem de tebrie ve tahliye ile mâsumiyetleri tebeyyün eden ekser mahbusînin, belki yüzde sekseni mâsum iken, acaba ekseriyet nokta-i nazarında bu hal hükümferma olsa, garaz ve fikr-i intikam olmaz mı? Divan-ı harbe diyeceğim yok, ihbar edenler düşünsünler.
Sekizinci sual: Bir fırka kendisine bir imtiyaz taksa, herkesin en hassas nokta-i asabiyesine daima dokundura dokundura zorla herkesi meşrûtiyete muhalif gibi gösterse ve herkes de onların kendilerine taktığı ism-i meşrûtiyet altında olan muannid istibdada ilişmiş ise, acaba kabahat kimdedir?
Dokuzuncu sual: Acaba bahçıvan bir bahçenin kapısını açsa, herkese ibaha etse, sonra da zâyiat vuku bulsa, kabahat kimdedir?
Onuncu sual: Fikir ve söz hürriyeti verilse, sonra da muâhaze olunsa, acaba biçare milleti ateşe atmak için bir plân olmaz mı? Böyle olmasaydı, başka bahaneyle mevkî-i tatbîke konulacağı hayale gelmez miydi?
Divân-ı Harb-i Örfî, s. 47-49
Lügatçe:
muâhaze: Azarlama, paylama, çıkışma, kınama.
insaniyet-i kübrâ: En büyük insanlık.
medine-i fazilet-i Eflâtuniye: Eflatun’un “Faziletli Şehir”i.
sezâ: Lâyık, münasip.
münkasım: Kısımlara ayrılmış.
mâden-i hayat-ı içtimaiye: Sosyal hayatın kaynağı.
ref-i imtiyaz: İmtiyazın, ayrıcalığın kalkması.
müsâvât: Eşitlik.
nokta-i asabiye: Sinirlilik sınırı.
|
04.02.2008
|
|
Sepetteki servet
Bazen tatile ya da yolculuğa çıkarken, ihtiyaç olur düşüncesiyle yanımıza birçok gereksiz eşya alırız. Döndüğümüzde bavulumuzdan, hiç giymeden geri getirdiğimiz kıyafetlerimizden tutun da, hiç kullanmadan geri getirdiğimiz ütüye kadar fazladan eşya çıkar. Çektiğimiz zahmet ise yanımıza kâr kalır.
Peki ya dünyadaki yolculuğumuzdaki ihtiyaç dışı eşya ve mal varlığımız? Açtığımız zaman üzerimize yığılacak gibi olan gardroplarımız… Araba ve mobilya modelleri değiştikçe, öncekini yenisiyle değiştiren marka ve model meraklılarımız…
Oysa Allah Resûlü Aleyhissalâtü Vesselâm, hadis-i şeriflerinde “Sen dünyada bir garip veya bir yolcu gibi ol” buyuruyordu. Bu ahir zamanda hangimiz tam olarak bir garip ya da bir yolcu gibi yaşamayı başarabildi bilmiyorum. Ama hem garip, hem de her an yolculuğa hazır olarak yaşamış bir adam tanıyorum. Zamanın bedîsi Bediüzzaman Said Nursî.
Dünyaya ehemmiyet vermez, zarûrî ihtiyacından fazla bir şeye sahip olmazdı. Peygamber Efendimiz (asm) dünya ile ne kadar ilgilendi ise, dünyaya ne kadar rağbet etti ise, o da ancak o kadar ilgilenmişti. Sünnet-i seniyye ve hadislerin mânâsına uygun olarak yaşarken bize de her haliyle dersler veriyordu. Dünyada bir misafir olduğumuzu, misafir olan insanın beraberinde götüremeyeceği bir şeyi sahiplenemeyeceğini lisân-ı hâliyle de anlatıyordu. Dünyadaki mal mülk sahipleri ancak o malların hizmetkârlığını yapıp, anahtarlarını taşırken; o iman hizmetkârlığı yapıp Kur’ân’a ait düsturların anahtarlarını taşıyor, herkese de dağıtıyordu.
Evlâtlarıma kalır düşüncesiyle arsa ve ev üstüne ev alan zamane babalarının aksine o, evlâtlarının hâkikî istikbalini teminat altına almak için, onları alevler arasından kurtarmak için uğraşmıştı. Onun bütün çabası mânevî evlâtlarına Kur’ân’dan süzülen Nur’dan hazineler bırakmaktı. Yeryüzüne cennetâsa baharlarda açacak olan rengârenk çiçek tohumlarını atarken de, din ve fen ilimlerinin bir arada okutulacağı medresesinin planını yaparken de hep gelecek nesilleri, yani evlâtlarını düşünüyordu. İşte yeryüzünde en çok evlâda sahip olan ve hepsine yetecek bir serveti olan en zengin baba!
Hem “Dünya kendini ucuza satmıyor” der Üstad. Zira dünyadan bir parçacık, üstelik de geçici olan bir şeyi satın almak için günlerce, belki yıllarca çalışırız. Bu bir nev’î esarettir. Oysa öyle ahiret hazineleri vardır ki, belki bazen bir anlık bir tebessümle kazanılır, ya da bir şükür, bir tefekkür ile.
Anlıyoruz ki hakikî zenginlik ve kuvvet; ilim, iman kuvvetindedir. Güç maddiyâtta ya da kılık kıyafette değil; ırk, cins ve renkte değil; mâneviyatta, fende, bilimde, san’attadır…
Bediüzzaman bu dünyadan ebediyete göç ettiğinde, terekesi bir sepet içinde taşınacak kadardı. Bütün serveti, bir termos, bir iki kıyafet, çaydanlık, seccade, tesbih, saat gibi zarûrî eşyalardan ibaretti. Fakat asıl serveti, hiçbir dünyevî zenginlikle ölçülemeyecek kadar büyük olan Risâle-i Nur Külliyatı idi. Bu eserlere bütün insanlığın ihtiyacı olduğu için, mirasçıları da bütün insanlardı. Bugün 30’dan fazla dile çevrilen eserlerinden insanlık istifade etmektedir. İşte en fakir insanın bıraktığı en büyük servet budur.
|
Mehtap Yıldırım
04.02.2008
|
|
BİR KISSA, BİN HİSSE
Hamamdan yeni çıkan Bayezıd-ı Bestâmî Hazretleri sarığını ve cübbesini giyerek, gönlünde tefekkür ve dilinde zikir ile bir evin yanından geçiyordu. Birden bire evin üst kısmından aşağıya, başına doğru bir leğen sıcak kül döküldü. Sıcak külün tesiriyle canı yandı, sarığı ve cübbesi bembeyaz kül içinde kaldı.
Üstünü başını silkeleyen, cübbesini ve sarığını temizleyen Bayezıd Hazretleri, hiç kimseye kızmadan, hiç kimseye bağırıp çağırmadan, üzerine kül dökeni araştırmadan, oradan usulca geçip gitti.
Giderken de: “Şükürler olsun Allah’ım!” demeye başladı.
Kendisine: “Ya Şeyhim! Ne dikkatsizler var şu dünyada! Kül dökene kızmadığın gibi, bundan dolayı şükrediyorsun! Bunun hikmeti ne ola?” diye soranlara şöyle cevap verirdi:
“Öyle demeyin. Kimseyi gıybet etmeyin. Ben küle değil, ateşe lâyık birisiyim. Allah, başımdan aşağıya ateş de döktürebilirdi. Şükür ki, şimdilik kül ile kurtuldum! Bu gün beni ateşten kurtaran Cenâb-ı Allah, umdum ki, ahirette de beni ateşten kurtarır. Bağışlayıcı olan Allah’ın merhametini üzerimde hissettiğim için, şükrettim.”
|
Süleyman KÖSMENE
04.02.2008
|
|
|
|