Başörtüsü yasağı Türkiye gündemine, Bülend Ulusu başkanlığındaki 12 Eylül hükümetinin imzasını taşıyan iki yönetmelikle girdi.
Bunlardan biri kamu kurum ve kuruluşlarında, diğeri Millî Eğitim Bakanlığına bağlı okullarda kılık kıyafet düzenlemelerini içeriyordu.
Yani, üniversitelerle ilgili bir mevzuat yoktu.
Zaman içinde yasağı bazı rektörler veya dekanlar eliyle üniversitelere taşıma girişimleri olduysa da bunlar mevziî kaldı, yaygınlaşmadı.
Ama buna rağmen rahmetli Özal, üniversitelerdeki yasak uygulamalarına son verme adına bir kanun çıkarmaya kalktı. Ve bu kanun Evren tarafından Anayasa Mahkemesine götürüldü.
Böylece, işin buralara kadar gelmesine yol açan süreç mahkemenin iptal kararıyla başladı.
Bu iptal kararı üzerine Özal bir kanun daha çıkardı. Mahkeme bu defa iptale gerek görmedi, ama önceki iptal gerekçesinin bu kanun için de geçerli olduğunu bildirdi. Buna karşılık, o zaman mahkemede görevli olan Sezer gibi bazı üyeler, bu kanunun da iptali gerektiği yönünde görüş bildirerek karşıoy kullandılar, ama azınlıkta kaldılar. Ve bir hukukî boşluk ortaya çıktı.
Yasal açıdan bakıldığında, kanunlara aykırı olmamak şartıyla yükseköğretimde kılık kıyafetin serbest olduğunu öngören madde hâlâ yürürlükte. Ama uygulama, gerekçeye istinaden, tam tersi istikamette ve buna karşı yıllardır hiçbir şey yapılamadı.
Şimdi, daha evvel denenip de netice alınamayan girişim, anayasa üzerinden tekrar gündeme getiriliyor. Ama bu çabanın da sonuç vermesi zor görünüyor.
Neden? Çünkü bağlayıcı hukukî metinleri hazırlayıp yürürlüğe koyma yetkisi kâğıt üzerinde Meclise ait. Ama temel hukuk belgesi niteliğindeki anayasa, zaman içinde bazı değişikliklere uğramış olsa da, bir darbe ürünü olarak, “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeleriyle” birlikte yürürlükte kalmaya devam ettiği ve anayasayı yorumlama tekeli belli kesimlerin uhdesinde kaldığı sürece, çözüme ulaşmak kolay ve mümkün görünmüyor.
Nitekim anayasanın “değiştirilebilir” maddelerinde yapılan bir düzenlemenin “dokunulmaz maddelere aykırılık” iddiasıyla Anayasa Mahkemesince iptal edilmesinden kaygı duyuluyor.
Bu endişe, bağlayıcı hukuk normları sıralamasında anayasadan sonra ikinci sırada gelen kanun değişiklikleri için çok daha fazla geçerli.
Tüzük, yönetmelik gibi daha alt kademedeki mevzuat düzenlemelerinde ve idarî işlemlerde ise Anayasa Mahkemesinin yerini Danıştay alıyor ve fren fonksiyonunu bu kurum üstleniyor.
Dolayısıyla, yasama ve yürütme organları, “yargı denetimi” adı altında böyle bir kuşatmaya muhatap. Onun için, ilke olarak hukuk adına bir güvence olması gereken yargı denetimini işleyişte “resmî ideoloji cenderesi”ne dönüştüren sistem yine hukuk zemininde, demokrasi kriterleri çerçevesinde ıslah edilmedikçe, anayasa ve yasa değiştirerek sonuç almak imkânsız.
Ama böyle bir sistem reformu bir türlü yapılamıyor. Bir ara konuşulan “Yargıtay’ı küçültme” tasarısı yeniden gündeme gelir gibi oluyor, ama tepkiler üzerine askıya alınıyor. Topyekûn ve kapsamlı bir yargı reformu ise hâlâ ufukta yok.
13.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|