|
|
Saadet Bayri FİDAN |
“Başkaları ne der?” |
|
Merakıyla kurduğumuz kâğıttan evlerin içinde yaşıyoruz. Her an başına bir şey gelir korkusuyla nefes alıyoruz. En ufak bir harekette ya da sözde yıkıp yenisini yapıyoruz.
Hiç bıkmadan, usanmadan başkalarının memnuniyeti için yaşıyoruz.
Böyle davrandıkça da kurma hayatlarımızın içinde emanet duruyoruz.
Bu emanet içinde de yapılan tavırlar, davranışlar, sözler ve mutluluklar yapmacık olup birkaç beden büyük geliyor.
Ortada kalıp yitip gidiyoruz kendi ellerimizle.
İnsanın kendine ettiğini âlem gelse edemezmiş ya…
Biz öyle şeyler yapıyoruz ki, kendimiz bile şaşıp kalıyoruz karşısında. Karşılaşmaktan korkup, itirafları erteledikçe tanımadığımız bir çehre yansıyor aynadan gözlerimize.
Birkaç kişi memnun olur gibi görünse de, esas memnun edilecek kişi olan kendimizi göz ardı ediyoruz.
Oysa bu hayat sadece bizim iken sırf birilerinin memnuniyeti için bize yabancılaşıyor.
Kimbilir gidenin ardından koşup “dur” diyecekken, içimizdeki o ses durduruyor adımlarımızı.
Sonra oturup ağlıyoruz geriye bakarken.
Bu ses hayatımıza o kadar ipotek koyuyor ki…
Bir ömre bedel oluyor.
Bir daha geriye dönme imkânımız kalmıyor.
Ve pişmanlık geldiğinde çok geç kalınmış oluyor.
İstediğiniz bölümde okuyamıyorsunuz,
İstediğiniz mesleği seçemiyorsunuz,
İstediğiniz kişiyle evlenemiyorsunuz.
İstediğinizi sevemiyorsunuz.
Ve daha birçok şeyi siz isterken başkaları istemiyor diye yapamıyorsunuz.
Öyle ki, istediğiniz kıyafeti bile alıp giyemiyorsunuz. Ya arkadaşınız beğenmemiştir ya da satıcı kız “yakışmadı” demiştir.
Yani en küçük zevklerimiz bile kayıp gidiyor arada.
Oysa hayatta bazı kararlar vardır ki, kurşun gibidir; çıktı mı namludan bir daha geriye dönmesi imkânsızdır.
İmkânsız olanı imkân dâhiline katmak, sadece kendi sesine kulak veren başarılı kişilerin harcıdır.
Unuturuz.
Karar aşamasındayken çevremizde birçok kişi buluruz. Hayatımız ilerleyip verilen kararın ardındaki mutsuzluk ve başarısızlığı kimse sahiplenmez.
Korkunun diğer adı: Başkası ne der?
İnsanlar, gemimizi karaya getirip getirmediğimize bakar. Karaya gelirken ne ile karşılaştığımız ne engeller aştığımız bizim sorunumuzdur.
Öyleyse neden bütün sıkıntılarını çektiğimiz bir hayatın başlangıcını başkalarına bırakalım?
Ve neden hüzünlü sonlarda tek başına kalırken, kararlarımızı alırken birilerinin sözleri çok önemli olur?
Başarılı insanların hayatlarını gıptayla takip ederken, neden bizde onlardan biri olmak için uğraşmayız?
**
Başkası için değil, kendi için yaşayanlar mutlu olanlardır.
İnanmıyorsanız bir kaç tane başarı kitabı okuyun.
Bana hak vereceksiniz.
13.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Anchorman meydan savaşı |
|
Yaşları hayli geçkin olmalarına rağmen onlar ekranlardan kopamıyor.
Biri; Mehmet Ali Birand.
O kadar televizyoncu yetiştirdi, ununu eleğini asması gerekiyordu. Ama yapmadı. Tuttu, en zor ve altından kalması zor bir işe talip oldu. Kariyeri pahasına ana haber sunmaya başladı. Çuval dolusu eleştiri almasına rağmen ne hırstır ki bu, gözünü kırpmadan işini yapmaya devam etti. İyi mi etti kötü mü? Bilemeyiz.
Bir diğeri de: Uğur Dündar… Şimdi Star ana haber bölümüne geçti… Mart ayında "anchorman"lık yapma hayaline tekrar kavuşacak. "Araştırmacı gazeteci," "Soruşturmacı gazeteci" sıfatından sonra "anchorman"lık sıfatını da üstlenecek.
Peki nedir "anchorman"lık?
Bildiğimiz "erkek spikeri"dir.
Aslında anchorman diye bir kavramın dünya literatüründe bir karşılığı yok.
Ali Kırca Amerika'dan döner dönmez bir "anchorman"lık kavramı sokmaya çalıştı Türkiye'ye. Ağzına yakışıyor olmalı "Anchorman" aşağı, "anchorman" yukarı diye ha babam söyledi. Biz de yuttuk. Hakiki haber sunucularına sorun, sizi mikrofonla kovar.
Görülüyor ki, Ali Kırca, Mehmet Ali Birand ve Uğur Dündar gibi yaşlı "erkek sunucuların" arasındaki rekabet kızışacak gibi görünüyor. Kanal 1'deki genç Fatih Altaylı'nın yaşı avantaj… Ama ya tecrübesi? Tecrübesini bir yana bırakın, diksiyon ve sunumunda bir "sorun" var. Sadece agresif görüntü çizmekle olmuyor bu işler.
CUMHURİYET MUHAFAZAKÂRI
Yorum Farkı (NTV) son buluyormuş… Sebeb: Başörtüsü!
Yorum Farkı'nda bildiğiniz gibi Emre Kongar ve Mehmet Barlas ikilisinin karşıt fikirlerle sundukları bir program… İki gazeteci, bir çok meseleye farklı bakış açısı ile yaklaşıyor. Kongar "ak" diyorsa, Barlas "kara." Yahut tam tersi de olabiliyor. Belki bu yüzden olacak Barlas, bu programdan sıkıldığını ve kısa sürede biteceğinin işaretini vermiş.
Gerekçe şu: Lâfın dönüp dolaşıp, laiklik ve türbana geliyor… Barlas takılıyor hatta, "Bir arkadaşım Kur'ândan sabır âyetini okudu ve 'Cenneti garanti ettin' dedi" demiş.
Programa nasıl hazırlanıyorsunuz sorusuna şöyle diyor Barlas: "Tüm gün gündemi takip ediyoruz. Saat 19.00 gibi buluşuyoruz. Sadece haberleri izliyoruz ve konuşacağımız konuyu belirliyoruz. Ama ne yaparsak yapalım yine türbana geliyoruz."
Çünkü diyor, Kongar, "Benim açımdan o, cumhuriyet muhafazakârı…Cumhuriyet muhafazakârı olduğunuz zaman bazı şeylere farklı bakarsınız."
Yani, laikliği rejimin bir aracı olarak görür… Yani "Ya adam günde beş vakit namaz kılıyorsa, ya bir gün Cuma günleri tatil olsun derse. Namaz saatlerinde çalışmazsa, devleti de namaz saatlerine göre ayarlamaya çalışan müstakbel bir şeriatçı olursa' diye bakarsınız. Ben herkesin inandığı gibi, düşündüğü gibi yaşamasından yanayım. Kimsenin kılığına, kıyafetine bakmam. Bu, Batı'da da böyledir."
Barlas'ın kastettiği nokta önemli. Şunu demek istiyor olabilir. Bunlar paranoyadır. Bu tip deli saçması işlerle uğraşanlar bir paranoyanın içinde kendini buluyor.
Tedavisi mi? Yok. Yani bu tür paronayaların tedavisi yok. Diğerlerin zaten tıbben mevcut. Kurtulma şansı yüzde yüz…
Ama diğerlerin ise hiç şansı yok.
13.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Sami CEBECİ |
Yüzüncü yılında Meşrûtiyetten Cumhuriyete Demokrasi serüveni |
|
İnsanlık tarihine baktığımız zaman, aşîret, kabile, derebeylik, krallık ve padişahlık yönetimlerinden; nihâyet meşrûtiyet ve cumhuriyet yönetimlerine geçildiği görülür. Bu merhalelerden, hürriyet ve demokrasiye geçinceye kadar uğrunda çok kanlar döküldüğü ve büyük bedeller ödendiği tarihî bir gerçektir.
Demokrasinin beşiği olarak gösterilen İngiltere’de ilk hareket, 1215 yılında yaşanan Magna Karta olayıdır. Halk, verdiği vergilerin nereye kullanıldığını kraldan sormakta ve cevap istemektedir. Yönetilenlerin, yönetenlere harcamaları nasıl yaptığını sorması, Batı toplumlarında bir ilktir.
1776 Amerikan İstiklâl Beyannamesi ve 1789 Fransız Büyük İhtilâliyle başlayan hürriyet ve cumhuriyet dalgaları, sirayet teorisi gereği Osmanlı Devletini de etkilemiş ve 1839 Tanzimat Fermanı ile ilk kıvılcımlar parlamış, 1876’da ilân edilen 1. Meşrûtiyet ile ülke gündemine girmiştir. Ancak, 1877 Osmanlı-Rus Savaşının patlak vermesiyle kapatılan parlamento, 33 senelik bir aradan sonra, 23 Temmuz 1908’de tekrar açılmış, 2. Abdülhamid Han tarafından Hürriyet ve Meşrûtiyet resmen ilân edilmiştir.
Üzerinden tam yüz sene geçen meşrûtî parlamenter sistemin ilânından bu yana, aydınlar arasındaki tartışmalara katılan ve bir din âlimi sıfatıyla muhtelif gazetelerde fikirlerini söyleyen Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin görüşleri hâlen tazeliğini koruyor.
“Meşrûtiyet ‘Ve emruhum şûra beynehum. Ve şâvirhum fil emr’ âyet-i kerimelerinin tecellîsidir ve meşveret-i şer’iyedir. Meşrûtiyet, hâkimiyet-i millettir. Adâlet, meşveret ve kanunda inhisâr-ı kuvvetten ibârettir.” “Asıl, Şeriatın meslek-i hakikiyesi, hakikat-ı meşrûtiyet-i meşrûadır. Demek meşrûtiyeti delâil-i şer’iye ile kabul ettim.” “Hakâik-ı meşrûtiyetin sarâhaten ve zımnen ve iznen dört mezhebden istihracı mümkün olduğunu dâvâ ettim.” (D.H.Ö.)
31 Mart 1909 hâdisesi münasebetiyle muhâkeme edildiği Divan-ı Harb-i Örfî Mahkemesinde meşrûtiyet lehindeki fikirlerini tekrarlayan ve Hürriyet ilânının ikinci gününde Beyazıt Meydanında ve daha sonra Selânik Hürriyet Meydanında irticâlen irâd ettiği “Hürriyete Hitap” adındaki nutkuyla din nâmına meşrûtiyet ve hürriyeti sahiplenen Bediüzzaman, Cumhuriyet döneminde de “Ben dindar bir cumhuriyetçiyim” diyerek, dört halife döneminin dindar bir cumhuriyet uygulaması olduğunu söylemiştir.
Cumhuriyet rejiminin içini dolduran ve onu tâçlandıran demokratik değerlerdir. İçinde demokrasi olmayan cumhuriyetler, mutlak bir istibdat ve baskı uygulamasından ibârettir. Altın bir tasla içirilen zehirden farkı yoktur.
Demokrasi bir hayat tarzıdır. Devlet için var olan bir sistem değildir. Bir hayat tarzını gerçekleştirmek için devleti teşkilâtlandırma işidir. Demokrasi, toplumun iç âhengini sağlayan ve sosyal barışı temin eden, herkesin kendi inanç ve hayat felsefesinden başka sâir insanların da inanç ve hayat tarzlarına hoşgörülü ve saygılı olmayı netice veren, böylece toplumun uyumlu ve barış içinde yaşamasını hedefleyen bir sistemdir. Demokrasinin ideolojisi olmaz. Herhangi bir ideolojiyi dayatmaz. Belli bir dünya görüşünü benimsemeye kimseyi mecbur etmez. İnsana ve kâinata âit bir düşünce ve teoriyi sunmaz. Şahıslara nasıl yaşaması ve nasıl giyinip kuşanması gerektiğini empoze etmez. Farklı inanç ve değerleri, farklı hayat tarzlarını kendileri seçmiş fertler ve gruplar bir arada yaşamak durumunda oldukları zaman, demokrasi toplumun uyum içinde yaşamasını sağlayan bir araç olarak müsbet bir fonksiyon ifa eder.
Demokrasi, herkesin istediği işi tutabilmesi, istediği fikri düşünüp söyleyebilmesi, istediği yere gidebilmesi, istediği inanca sahip olabilmesi, istediği şekilde ibâdet edebilmesi, maddî ve mânevî cepheleriyle hür olabilmesinin adıdır. Hak arama yollarının sonuna kadar açık olması ve güvenlik içinde huzurla yaşanmasıdır. İdâre edenlerin, halkın hür irâdesiyle seçilmesi, yine halkın irâdesiyle gelip gitmesidir. Eğer başka güçler bu irâdeye müdahale ediyorsa, bu, milletin hakkını gasptır. Güvenlik güçleri, demokrasilerde sivil idârenin emri altında olmak zorundadır. Hülâsa demokrasi, hakkın, hukukun, adâlet ve meşveretin hâkim olduğu rejimin adıdır.
Allah’ın haklarıyla insan haklarını en ince detaylarıyla ele alan, hattâ hayvan haklarını bile ihmâl etmeyen İslâm dininin temel kaideleriyle, demokrasinin prensipleri arasında oldukça benzerlik ve paralellik vardır. İslâm vahyin, demokrasi ise insan aklının ürünüdür. Vahiy her zaman insan aklının ilerisindedir. Kur’ân’ı ve Asr-ı Saadetteki uygulamaları dikkate alan Bernard Shaw “Demokrasinin bir adım ötesi İslâmiyet’tir” deme kadirşinaslığını göstermiştir.
Netice: İslâmiyet, demokrasiyle idâre edilen yönetim ortamında en yüksek yerini alacak ve onun yüceliği herkes tarafından kabul edilecektir. Mükemmel mânâdaki demokrasi de, ancak İslâm’ın fiilen yaşandığı ortamda gerçekleşecek ve hayatiyetini devam ettirecektir.
Asya-Nur Kültür Merkezinde yüze yakın kalabalık bir katılımcıyla paylaştığımız ve çok kısa bir özetini vermeye çalıştığımız seminer programı, dinleyenleri ziyadesiyle memnun etmiş, soru-cevap bölümüyle paylaşım iyice renklenmişti. Bediüzzaman’ın fikirlerinin yüz sene sonra hâlâ tazeliğini koruyor olması ise, katılanları hayran bırakmıştı.
13.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zafer AKGÜL |
Aya bak, yıldıza bak - 1 |
|
Çocukluk yıllarımda radyolarda duyduğum bir türkü vardı: “Aya bak, yıldıza bak, şurda duran kıza bak.” Vallahi devamını hatırlamıyorum. Aya bakıyordum gerçi geceleri. Özellikle dolunayda bir harikaydı. Sokak lambalarından daha parlak gelirdi bana. İlkokul kitaplarında ayın adı “dede” idi. Aydede… Niçin ihtiyarlıkla özdeşleştirmişlerdi, hâlâ anlamış değilim. Oysa ki ay dünyamızla hemen hemen aynı yaşta sayılabilirdi. Güneş ise, daha ihtiyar olduğu halde, nedense güneşi bir genç kadın, bir taze bayan yüzüne benzetirlerdi. Güneşi de severdim. Hele de baharın kara kışı kovaladığı Mart, Nisan aylarında daha bir severdim. Şarkıda geçen “kıza bak” cümlesine gelince, şöyle bir etrafıma bakacak olsam başı örtülü, yaşmaklı kadınlar görürdüm. Belki komşumuzun kızıydı, belki komşumuzun misafiri veya akrabası bir kız. Hemen hepsi de mübalâğasız oyalı yazmalarla, kenarları dantel dantel işlenmiş, çivit mavisiyle çitilenmiş rengârenk çiçek desenleriyle bezeli başörtüleriyle kadınlarımız, analarımız, bacılarımız gözükürdü gözlerime. Bazı bazı başı açık bayanlar, kızlar da gelirdi oradan, buradan. Onlar da başörtülü olmamasına rağmen, evlerimizde saygıyla, sevgiyle karşılanır, ağırlanırdı. Onlarda da asil bir ağırbaşlılık, hanımefendilik görürdüm. Seviyeli konuşmalar, edepli oturmalar, kibar hareketler… Biz böyle büyüdük. Ne kavga, ne tersleme, ne dışlama, ne bölme, ne bölücülük, ne ayıplama., ne karalama…
Annem, babam, teyzem, halam ne bileyim, bütün çevremdeki kadınlarımız ilk mektep bile okumamışlardı. Ama onların değerini, insanlığını, hoşgörülerinin genişliğini bu yaşımda türban tartışmaları üzerine kadın olsun, erkek olsun, okumuş, yüksek tahsilli, hatta üniversitelerde profesörlük titriyle âleme ilim, ahlâk, medeniyet, hak, hukuk öğreten kişileri görünce daha iyi anlıyorum. Bu iş tahsille ilgili değil galiba. İlim, irfanla hiç ilgili değil. Bu tamamen kişiliğini belli kalıplarla hapsederek, kendi önyargılarıyla, ya da heva ve hevesinin kurnazlıklarıyla doğrudan ilişkili bir şey…
“Bölücülük, kavga, mücadele, hançer saplama, bombalama. infilak, idam, ihtilâl, ip, ateş, barut” bu kelimeler okumuş aydın geçinen bir kısım entelektüelimizin ve bir kısım medyamızın türban konusunda kaç gündür kullandıkları kelimelerden sadece bir kaçı. Hiçbirinde hoşgörü, hak, hukuk, ilim, bilimsel ve hukukî gerekçe görülmüyor. “Derslere girmem.”, “Notlarını kırarım, sınıfta bırakırım” diyen koca koca hocalar, proflar. Bunların hiçbirinin konuşması bir bilim adamının konuşması değil.
Bir akıllı medya organı da başlık atıyor. “Türbanı bırak, yağa bak..” Ayçiçeği yağlarının fiyatı yüzde şu kadar artmış da… Türbanın sırası mıymış da… “Hak ve özgürlüklerin bu kadar çok konuşulduğu çağda, bir hak/hukuk sorunu olan türban-başörtüsü meselesi gündeme gelmişken, ekmekten, yağdan bahseden şu anlayışa tarihte rastlamak doğrusu zordur. Çok uzak değil, bir zamanların Amerikasında Kunta Kinte’lerin kölelikten kurtulma mücadelesi verirken ekmeği değil, hürriyeti önceleyen anlayışının binde birini bile bunlar gösteremiyorlarsa, vay halimize. Bediüzzaman Hazretlerinin “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” görüşünün yanından bile geçemeyecek kadar hak ve hürriyetler anlayışından mahrumlar maalesef. Bir de üstüne üstlük Şark kurnazlığı... “Türbanı bırak yağa bak..” Hani şu “Cambaza bak, cambaza…” meselesinin aynısı... Yağ için bırakalım bu tartışmaları. İlerde belki tekrar gündeme gelince, bu defa turşu fiyatlarının fırlamayacağı ne malûm? Şeker, un zaten her zaman sırada… İşte böyle aziz okuyucular. Sıralarını bekleyecekler birileri. Ömür yeterse. Hele şu yağ meselesi bitsin. Şeker, un, gaz, tuz, bez… Sonra konuşuruz hak ve özgürlükleri. Acelesi ne? Hem acele işe şeytan karışmaz mı? Değil mi ya? En iyisi bir eüzu besmele okuyalım şimdi. Haa unutmayalım; “Tahsil cehaleti alır………” Siz getirin gerisini..
13.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
İlk namaz |
|
Zümer Sûresinin 10. âyetinde sabredenlere hesapsız mükâfat verileceği vaadilmektedir.
Demek sabır sıradan, kolayca yapılabilen bir iş değil. Bayağı gayret, emek ve titizlik ister. Öyle olmasaydı bu kadar büyük mükâfat verilir miydi?
Kılınan namazlar, tutulan oruçlar, verilen zekâtlar ciddî bir sabır işi ve birer zafer aslında. Nefis ve şeytana, şeytanın vesveselerine karşı hakta sebatla kazanılmış bir zafer.
İnanıp sonra da bunları yeme, içme, yürüme gibi kolayca yapılabilen fiiller hâline getirme o mânevî iklimi soluyan insanlar için fazla zor olmasa gerek. Ne kadar zor olsa da bir kısım alışkanlıklar da öyle değil midir?
Ya İslâm dairesine girip namaz gibi bir ibadete ilk başlayanlar için. Bunun gerçekten büyük bir zafer olduğunu o zaman daha iyi anlıyor insan.
İşte bir örneği! Amerika’nın muhtelif üniversitelerinde görev yapan matematik Profesörü Jefri Lang, İslâm’a kapağı atanlardan. “Melekler Soruncaya Kadar” isimli eserinde İslâma giriş hikâyesini anlatmış. İlk namaza başlayışı da oldukça ilginç. Birgün cami imamı, namazın kılınışıyla ilgili bir kitap verir kendisine. Ancak Müslüman talebeler, “Acele etme, rahat ol, zamanla yavaş yavaş yaparsın” derler. Prof. Lang kendi kendine, “Namaz bu kadar zor mu?” der ve talebeleri duymazlıktan gelir, hemen vaktinde beş vakit namaz kılmaya karar verir. O gece, loş ve küçük odasına çekilerek kitaptan abdest ve namaz hareketleri egsersizlerini yapar, namazda okunacak bazı sûrelerin Arapça okunuşlarıyla İngilizce anlamlarını ezberlemeye çalışır. Bu çalışmalar saatlerce devam eder. İlk namaz denemesi için kendine güven gelince yatsı namazını kılmaya karar verir. Vakit gece yarısıdır. Kitabı alıp banyoya girer. Kitabı açarak, mutfaktaki ilk yemek denemesi yapan aşçı gibi kitapta anlatılanları dikkat ve incelikle bir bir uygular.
Abdest bitince odanın ortasında durup, kapı ve pencerelerin kilitli ve kapalı olmasından emin olduktan sonra kıble olarak bildiği tarafa yönelir, derin bir nefes alır ve elini kaldırarak alçak bir sesle “Allahu Ekber” der. “Kimsenin beni işitmemesini ve görmemesini umuyordum, yavaş yavaş Fatiha Sûresi ile kısa bir sûreyi Arapça olarak okudum. Öyle zannediyorum ki herhangi bir Arap beni dinlemiş olsaydı benim okumamdan bir şey anlamayacaktı” demekten kendini alamaz.
İkinci bir tekbir alarak rükûa gider, fakat rükûda biraz tedirginlik hisseder, “Çünkü hayatımda hiç kimseye eğilmemiştim” der. Namazı böyle farklı duygular içinde kılmaya devam eder. Bakalım devamını nasıl getirmiş? Bunun üzerinde de inşaallah yarın duralım.
13.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Demokrasi, İslâmiyetle bağdaşır mı? |
|
Başlığı bazıları tuhaf bulabilir. Oysa, Kur’ân ve Sünnet, baştan ayağa, insan hak ve hürriyetleri ile doludur. İnsan hak ve hürriyetlerini en mükemmel şekilde vaz eden İslâmiyettir.
Demokrasi İslâmiyetle bağdaşır mı; Kur’ân, hak ve hürriyetlere, demokrasiye hangi göz ile bakmaktadır?
Bu meselenin diğer cephesine de baktığımızda, şu gerçek ile karşı karşıya kalırız. Bir kısım Müslüman düşünürler derler ki:
“Demokraside çoğunluğun dediği olur. İslâm’da doğrular tektir ve sayı çoğunluğu ile tesbit edilemezler.”
Her düşünce sisteminde, ideolojide ve her dinde olduğu gibi; İslâm’da da temel esaslar, nasslar, hükümler vardır. Bunlar hiçbir zaman azınlığın veya çoğunluğun reyine sunulmaz. Demokrasi ve insan hakları normları, anayasalar gibi. Bunlar kabul edildikten sonra oya sunulmamaları ve tartışılmamaları gibi... Peygamberlere bile, inanç ve fikir açısından herhangi bir baskı, zorlama hakkı verilmemiş:
“Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?”1
“Vazifemiz size gerçeği bildirmekten ibârettir.”2
“Kıyamet gününde, ‘Biz bundan habersizdik’ demeyesiniz diye Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ Onlar da, ‘Evet şahit olduk’ dediler.”3
“De ki: Ey kâfirler! Sizin taptıklarınıza ben ibadet edecek değilim. Benim ibadet ettiğime siz de ibadet edecek değilsiniz. Ben zaten sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim ibadet ettiğime ibadet etmezsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana.”4
İslâmiyetçe inanç hürriyeti, din hürriyeti her şeyin üstünde tutulmuştur. Ve hiçbir sûrette, hiçbir otorite ve yetki tarafından sınırlanmasına müsaade edilmemiştir:
“Dinde/inançta zorlama yoktur, doğruluk sapıklıktan, iman küfürden iyice ayrılmıştır...”5
Allah, kullarının, inanç hususunda, yani ister hidayet yoluna gitmek, ister dalâlete sapmak tercihinde serbest olduğunu bildirmiştir:
“Sizi yaratan Odur. Böyle iken, kiminiz kâfir olur, kiminiz mü’min. Allah ise yaptıklarınızı hakkıyla görendir.”6
İman etme hususu, yine insanların tercihine bırakılmıştır:
“De ki, bu Kur’ân, Rabbinden gelen bir haktır. Dileyen iman etsin, dileyen kâfir olsun.”7
Demek, İslâm’a göre, isteyen istediği gibi inanır, kimse müdâhale edemez.
Hiç kimse, hiç kimseyi, hiçbir zaman, düşünce ve inançlarından dolayı kınayamaz. Ancak, ona gerçeği, gayet yumuşak ve güzel bir şekilde anlatabilir. Yaşayış mevzuunda da, yine başkaları, ne sözlü, ne fiilî herhangi bir şiddete mâruz bırakılamazlar!
Hanefî hukukunda, mahkeme ve görevliler dışında, hiçbir şahıs, başkasının yanlışını, “kuvvet, şiddet” kullanarak düzeltme hakkına sahip değildir.
Şâyet buna teşebbüs ederse, suç işlemiş olur! Ancak, herkes görüş, düşünce, din ve inancını yaşama ve yayma hakkına sahiptir! Bunu da “medenî” şartlar içinde yerine getirecektir.
Zaten, AB’nin de kabul ettiği “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”nin 2. ve 18. Maddeleri, bu çerçevededir.
Dipnotlar:
1- Kur’ân, Yûnus, 99.; 2- Age, Yâsin, 17.; 3- Age, A’raf, 172.; 4- Age, Kâfirûn, 1-6.; 5- Age, Bakara, 256.; 6- Age, Teğabun, 2.; 7- Age, Kehf, 29.
13.02.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Şahıs velî, dâhî olsa bile... |
|
Her türlü hak ve hukukun tecellisinde "Suçun şahsîliği" prensibi esas alınır, olmazsa olmaz şartlardan biri olarak kabul edilir. Dolayısıyla:
1) Cumhuriyet'in ilk 27 yılında din ve mukaddesatı temelinden yıkmaya kadar varan dehşetli tahribatın sorumlusu "cumhuriyet rejimi" değildir; en büyük günahkâr, bu rejime "mutlak istibdat" şeklini veren şahıslardır.
2) On–on iki yıllık (1908–1920) Meşrûtiyet döneminde işlenen iç ve dış cinayetlerin, ihanetlerin, hata ve günahların faturası, hiçbir şekilde "meşrûti sistem"e yüklenemez. Günahlar, derecesine göre suç işleyen şahıslara aittir.
3) Otuz yıllık (1878–1908) Mutlâkıyet rejiminin bütün suç ve günahı Sultan Abdülhamid'e yüklenemez. Ona yüklemek, büyük insafsızlık olur. Zira, onun etrafını kuşatan sadaret (hükümet) ve mevzuatın (bürokrasi) çeşitli kademesinde bulunan bir dizi gaddar, müstebid, yalaka tabiatlı adam var. Bununla beraber, devletin bütün çarklarının işleyişini kendi şahsına bağlayan Sultan Abdülhamid, bu "tekelci rejim"in sorumlu olarak, yapılan idarî hatalarda elbette ve hiç şüphesiz ki ciddî oranda sorumluluk sahibidir.
Bu hatırlatmadan sonra, şimdi asıl meselenin detaylarına bakalım.
Her muhalif kişi aldanmış mı sayılır?
Sultan Abdülhamid'in idarî politikalarına muhalefet eden herkesi "aldanmışlar" kategorisinde görmek, bize göre katmerli bir aldanıştır.
Zira, Sultan Abdülhamid'in tatbik ettiği tarz–ı siyaset, hatadan, kusurdan, günahtan vareste değildir.
Dahası, o tekelci siyasetin başına meselâ Sultan II. Mahmud gibi garp hayranı, gaddar ve şerîr bir padişahın da gelip geçebileceğini bir türlü düşünemiyorlar, böyle bir ihtimali hesaba katamıyorlar.
Oysa, böylesi bir mutlâkıyet rejiminin başına, kıyafet dayatması sebebiyle on binlerce insanı katleden Sultan Mahmud gibi bir adam, hatta ondan beteri de gelip geçebilir.
Demek ki, burada şahıs gibi sistem de güvenilir bir durum arzetmiyor. Zira, bilhassa bu zaman "şahs–ı vahit" zamanı değil, belki "şahs–ı mânevî" zamanıdır.
Şahıs veli de olsa, hatta dâhî derecesinde bile olsa, şayet bir heyete, bir meclise, yani bir "şahs–ı mânevî"ye dayanmazsa, kıymeti de, kameti de, hükmü de kocaman bir hiç derecesine düşebilir, gerileyebilir. Şahsın yakıp yıkması da, yıkılıp gitmesi de ân meselesidir; dolayısıyla güvenilmez ve ona bel bağlanılmaz.
1920'lerde telif etmiş olduğu Sünûhat isimli eserinde, bu hususla ilgili şunları ifade ediyor, Üstad Bediüzzaman: "Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs–ı vâhit (tek adam) idi. ...Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim (ise), ruh–u cemaatten çıkmış ...metin bir şahs–ı mânevîdir ki, şûrâlar (meclisler) o ruhu temsil eder." (Age, s. 51)
Çağın değişen ve gelişen bu açık gerçeğine rağmen, yine de kafası basmayan ve geçmişe takılıp kalarak hâlâ "Peki, Sultan Abdülhamid gibi kudretli bir padişah gelmeyecek mi, yani eski hâl olmayacak mı?" tarzında sorular soranlara ise, Üstad Bediüzzaman ezberlenmeye lâyık şu cevabı verir: "...Eski hal muhal; ya yeni hal veya izmihlâl."
Ayrıca, bu veciz cevabın, siyah kıl çadırlarda yaşayan göçebeler tarafından dahi kolaylıkla anlaşılabilmesi için şu misâli verir: "Acaba sizin şu siyah çadırnız parça parça edilip yandırılırsa havaya savrulursa o külden yeniden çadır edip içinde oturmak kâbil midir?" (Münâzarât, s. 52)
Diktanın mahsülleri
Tek adam merkezli totaliter rejimler, kategorik olarak belli başlı üç tip insanın türemesine sebebiyet verir. Bunlar:
1) Düşman, muhalif, saldırgan, tetikçi ve işbirlikçi tipler.
2) Üst tabakaya karşı yalaka, yağcı, yaranmacı; alttakilere karşı ise haşin, gaddar, müstebid tipler.
3) Pasif, "nemelâzım"cı tipler.
Mutlâkiyet dönemlerinde, piyasada bu karakterdeki insanlar mebzul miktarda bulunmuştur.
Son olarak, 1878–1908 yılları arasındaki istibdat rejiminin işleyişi hakkında fikir edinmek maksadıyla, neşriyat sahasından bir misâl vererek meseleyi noktalayalım.
Diyelim ki, o dönemde bir dergi, yahut bir gazete çıkarmak istediniz. Bırakınız İstanbul veya Anadolu'nun herhangi bir şehrini, Kahire'de, Şam'da, Bağdat'ta, yahut Üsküp'te de olsanız, uymak zorunda kalacağınız prosedür şudur: Önce, bulunduğunuz vilâyetin valisine maksadınızı açıkça izah eden bir dilekçeyle müracaat ediyorsunuz. Valinin mülâhazasından geçen bu dilekçe, ardından Dahiliye Vekâletine (İçişleri Bakanlığı), oradan Mâbeyn Kâtipliğine (Saray Sekreterliği) ve oradan da geçerek—o da geçebilirse—padişahın tetkik ve iradesine arz olunur.
Hür neşriyat için zaten kolayca izin çıkmadığı o dönemde, ayrıca çok ağır işleyen bürokrasinin, müracaat sahibine kaç zaman sonra cevap vereceği de meçhûldür.
Şimdi, tekrar başa dönüyor ve istibdat rejiminin bugünkü meddahlarına soruyoruz: Siz, ciddî bir niyet ve gayretle, gezete yahut mecmua çıkarma teşebbüsü karşısında, şayet siz bu tarz bir muameleye tâbi tutulacak olursanız, acaba tepkiniz nice olur(du?)
Muhtemelen, ya tam yalaka, ya da birden düşman ve isyankâr olup çıkardınız. Mutedil kalamaz, vasatta duramazdınız.
Evet, tarih, meddahların saf ve çizgi değiştirerek, aniden eski dosta düşman kesiliverdiklerinin örnekleriyle doludur.
GÜNÜN TARİHİ 13 Şubat 1878
İlk Meclis'in kapatılması ve sonrası
İlk Osmanlı parlamentosu olan Meclis–i Mebusan, Sultan II. Abdülhamid'in iradesiyle feshedilerek süresiz şekilde kapatıldı. (Meclis, 69'u Müslüman, 46'sı gayr–ı müslim olmak üzere toplam 115 üyeden müteşekkil idi.)
26 üyeden oluşan Meclis–i Ayana (Senato) dokunulmadığı gibi, Anayasa (Kànun–i Esasî) de yürürlükten kaldırılmadı. Ancak sistem de pasifize edildi ve adeta işlevsiz bırakıldı.
İlk Osmanlı Meclis'i, 20 Mart 1877'de çalışmalarına başladı. 28 Haziran'da dağıtıldı. 13 Aralık'ta yapılan seçimler sonucu yenilenen Meclis, 13 Şubat'ta bu kez süresiz olarak kapatıldı.
Meclis'in kapatılma gerekçesi olarak, Osmanlıya ağır zayiat veren "93 Harbi", buna mukabil Meclis'in vazifesini hakkıyla ifâ edememesi ve Meclis'te çatlak sesler çıkaran gayr–ı müslimlerin varlığı gibi hususlar gösterildi.
Sultan Abdülhamid, böylelikle bütün dizginleri eline almış oldu. Yönetime hakim olduktan hemen sonra Dolmabahçe Sarayından Yıldız Sarayına taşınan Sultan Abdülhamid, hükümet ve bürokrasiyi de Bâbıâli'den Yıldız'a peyder–pey taşımış oldu.
30 yıl müddetle devleti buradan ve bu suretle tek başına yönetmeye çalıştı. Hemen hiç dışarı çıkmadı; en kuvvetli hafiye (casusluk) teşkilâtını kurmasına rağmen, kendini adeta İstanbul'a, dolayısıyla Yıldız'a hapsetmiş oldu.
Kurmuş olduğu "Mutlâkıyet sistemi" sayesinde, farklılık arzden fikrî ve siyasî hiçbir harekete fırsat vermedi, müsamaha göstermedi. Şefkatli olması hasebiyle kimseyi idam etmedi, kimseyi öldürtmedi; ancak, sansür ve sürgün kànununu bütün katılığıyla uygulamaktan da kaçınmadı.
Bunda, elbette ki çoğu vehham ve müdahaneci (yalaka, yaranmacı) yakınlarının ve yardımcılarının büyük payı vardı.
Bu zaman yapılan farklı çıkış ve mücadelelerin hemen tamamı ancak yurt dışında sahnelenebildi.
Yerli ve içerden yapılan ilk büyük çıkışın ilmî/fikrî cephesini Bediüzzaman Said Nursî, askerî cephesini ise Enver ve Niyazi Beyler temsil etmiş oldu. (Hürriyet ve Meşrûtiyet'in ilânında hizmeti geçen diğer meşhûrların çoğu hudut haricinde bulunuyordu.)
30 yıl müddetle kapalı kalan Osmanlı parlamentosu, 23 Temmuz 1908'de "Meclis–i Umumî" adı altında yeniden toplandı ve derhal seçimlere gidilmesi kararını aldı... 8–9 ay müddetle "gül gibi" işleyen hürriyet ve meşrûtiyetin nâzenin bedenine, Mart 1909'dan itibaren zehirli dikenler batmaya başladı.
Bu zehirli dikenler yüzünden on yıl müddetle kanayan yaranın müsebbibi bizâtihi meşrûtiyetin kendisi değil, belki içteki ahmaklar ve hainler ile dıştaki gaddar zalimlerin aynı kapıya çıkan fiil ve hareketleri idi.
13.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Adem-i kabul ve kabul-ü adem |
|
Hasan Bey:
*“Adem-i kabul ile kabul-ü adem’i izah eder misiniz? Ayrıca adem-i tasdik ne demektir?”
İmanla küfür, hidayetle dalâlet, doğrulukla yanlışlık, Hak ile bâtıl Hazret-i Âdem’den (as) beri iki ayrı kutup hâlinde, hep birbiriyle mücâdele ede gelmiştir.
Bunlardan iman, hidayet, doğruluk ve hak tarafı, hakikati esas almış; muhtelif ispat, ikna, tesbit, burhan ve delil yolları ile her defasında hakkaniyetini ortaya koymuştur. Meselâ Peygamberlerin her topluma göre farklı biçimlerde tezahür eden mucizeleri saf hakkın, sâfî hakîkatin ve dosdoğru îmânın ehl-i küfre ispatından başka bir şey değildir. Sözgelişi, Hazret-i Salih’te (as) o günün insanlarının fehmine göre “kaya’dan kırmızı deve çıkarmak” şeklinde tecellî eden hakkın ispatı, Hazret-i Muhammed’e (asm) geldiğimizde mucize olarak geleneksel olağanüstü tezahürlerin de devâm etmesiyle birlikte, âhir zaman ümmetinin fehmine uygun olarak kelâmda, sözde, edebiyatta, ilimde, ahlâkta, akılda ve çıplak hakîkatin kendi içinde muhtelif ispat ve delîl yolları tecellî etmiştir. Meselâ Kur’ân’ın hâlâ aşılamayan kelâmî, edebî ve ilmî mucizesi, İslâmiyet’in hâlâ önüne geçilemeyen; bununla beraber, tazeliğinden hiçbir şey kaybetmeyen ve gün geçtikçe gençleşen medenî değerlerinin, insânî ölçülerinin ve evrensel kriterlerinin her zamanda, her mekânda ve her toplumda “geçerliliği ve üstünlüğü” mu’cizesi, iman hakikatlerinin akıl, burhan, ilim, tahkik ve tetkik ile gün geçtikçe kendisine daha zengin ve daha yeni ispat ve delil yollan geliştirmesi ve her geçen gün milyarların temâyülüyle hakkaniyetinin “doğrulanması” mu’cizesi bunlardan sadece bir kaçıdır.
İmanın elinde bulunan bunca kanıta karşı, karşı cepheyi teşkil eden küfrün ve dalâletin elinde ne vardır? Kanıt ve delil var mıdır? Hayır!
Daha açık söyleyelim: İslâmiyet’in dâvâ ettiği ve savunduğu “iman esaslarının” zıddı olan “küfür ve dalâlet fikirleri” henüz aklın, ilmin (bilimin), iz’ânın, insafın vicdanın sağ duyulu ve sâlim ölçüleriyle ispat edilebilmiş değil. Meselâ “Allah’ın varlığı” dâvâsının doğrulanması binlerce delil ve kanıt ile sağlanmış iken; bazı felsefî görüşlerin öne sürdüğü ve bir kısım insanları küfre sürükleyen “Allah’ın yokluğu” iddiâsı bunca yıldan beri zandan, vehimden, şekten, şüpheden, adem-i kabul veya kabul-ü ademden öteye geçebilmiş değil. Yani “küfür, inkâr ve dalâlet” hâlâ ispat, kanıt ve delil bekleyen bir “kör iddiâlar serisi” niteliğinde.
Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri küfrün, inkârın ve dalâletin “keyfiyetini” tahlil ediyor ve iki ana kısma ayırıyor: 1-Adem-i Kabûlcüler. 2-Kabûl-ü Ademciler.
1-Adem-i Kabûl: Adem-i tasdiktir. Yani yalnız kabulün, imanın ve tasdikin olmamasıdır. İmansızlıktır. İman hükümlerini nefiy ve reddetmekten ibârettir. İnanmamaktır. Hakkı kabul etmemektir. Hakikati görmemektir. Doğrudan yüz çevirmektir. Hidayeti terk etmektir.1 Bir lâkaytlıktır. Bir göz kapamaktır. Cahilâne bir hükümsüzlüktür. Aklen hakla uğraşmamaktır.2
Bu yol kolaydır. Çünkü gözünü haktan çevirdin mi, zaten sefahati görürsün. Sefâhet ise nefse hitap eder, ispat ve delil istemez ve çabuk aldatır.
2-Kabûl-ü Adem ise: Dünyada en zor şeydir. Çünkü bu, sadece “inanmamak” değil; “yokluğun kabulüdür.” Îtikâdî ve fikrî bir hükümdür. Yani imanın aksine hükmetmektir. İmanın zıddına bir yol açmaktır. Hakkın aksini ispat etme dâvâsıdır.3 İnkârdır.4
İşte bu yol ispat ve delil ister. Yokluğun ispatının yapılması ise mümkün değildir. Yani “Allah’a inanmıyorum” demek başka; “Allah yoktur” tarzında hüküm vermek başkadır. Birincisi ispat istemez. Kişinin kendi tercihidir. Onun için kolaydır. Ya da kolay gibi gözükür. Ama ikincisi bir hükümdür, bir fikirdir; ispat ister. Binaenaleyh, bu ikinci yoldakiler “yokluğu” ispat edemedikleri zaman “varlığa” inanmak zorundadırlar!
Dipnotlar:
1- Lem’alar, s. 82
2- Mektûbât, s. 302
3- Lem’alar, s. 82
4- Mektûbât, s. 302
13.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Çetelerin ‘çetele’si |
|
“Muasır medeniyet seviyesi” yolundaki yürüyüşümüz, ‘çete’ler tarafından engelleniyor. “Bu iddianın delili var mı?” diye soranlar olabilir. Bu soruya karşılık, “Rüşvetin belgesi olur mu?” şeklinde tarihe geçen meşhur cevabı hatırlatırız. Zaten ‘çete’lerin amacı, belge, bilgi ve delilsiz iş yapmak değil mi?
Bir dönem Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı da yapan Bülent Orakoğlu’nun ‘çete’lerle ilgili beyanlarını duyunca, Türkiye’nin işinin kolay olmadığını anlıyorsunuz. Anlatılanların ‘yarısı’nın doğru olduğu kabul edilse bile, Türkiye’yi ‘idare edenler’in bu iddiaları ciddiye alması ve ‘gereğini’ yapması şart olmuş olur.
Ortada ‘bir’ kişinin değil, neredeyse ‘bin’ kişinin dile getirdiği iddialar var: Malûm, geçmiş yıllarda bütün NATO ülkelerinde faaliyet gösteren ve “Gladio” denilen bir ‘çete’ yapılanmasından bahsediliyor. Başta İtalya olmak üzere, diğer NATO ülkelerinde faaliyet gösteren bu ‘çete’ deşifre edilmiş ve bir anlamda tasfiye edilmiş. Bu tasfiyeden kurtulan iki ülkeden bahsediliyor. Biri ülkemiz, diğeri de Almanya.
Tabiî ki Türkiye’nin bu noktadaki konumu çok farklı. “Gladio” gibi oluşumlar, dünyada aydınlatılırken, aynı ‘çete’nin Türkiye ayağı nedense karanlıkta kalmaya devam etmiş. Bunun böyle olmadığını söyleyen herhangi bir ‘yetkili’ bu güne kadar çıkmadı.
Aynı şekilde, uzun yıllar dünyanın gündemini meşgul eden “Locket skandalı”nın da Türkiye ayağı karanlıkta kalmış. Bu ‘çete’nin de diğer ülkelerdeki ayakları çökertilmiş ve sorumlular az ya da çok cezalarını çekmiş. İş Türkiye’ye gelince nedense ‘çete’ler bilinmez oluyor.
Yine hepimiz, Türkiye’yi ‘idare edenler’in ağzından “JİTEM” diye bir kuruluşun olmadığı sözlerini duymuştuk. Ancak, olmayan bu kuruma mensup kişilerin iş yaptığına, sahte ya da gerçek ‘kimlik’ler aldığına da kamuoyu şahit oldu. Geçmişte, “olmayan bu kurum”a mensup kişilerin ‘öldürüldüğü’yle ilgili haberler de okumuştuk.
“İhanet Çemberi/ PKK’yı Yöneten Türkler” adlı bir kitap yayınlayan Bülent Orakoğlu, bir röportajında şöyle demiş: “CIA’nın 20 yıl önce hazırladığı ve geçenlerde gizliliği kaldırılıp kamuoyu ile paylaşılan ‘Irak, Türkiye, İran: Kürt Ayaklanmaları’ raporunun PKK’nın kuruluş ve gelişimini içeren üç sayfalık bölümü neden karartılmıştı?” (Yeni Aktüel, 7-13 Şubat 2008) Bu iddia doğru ise, araştırılması ve gerçeklerin ortaya konulması gerekmez mi? Acaba, ‘karartılan’ o üç sayfalık belgede neler yazıyor?
Orakoğlu’nun dile getirdiği başka iddiâlar da var: Buna göre, 12 Eylül İhtilâli Öcalan’a ‘gizli güçler’ tarafından haber verildi ve Suriye’ye geçmesi temin edildi. Öcalan’ı Suriye’ye geçiren ‘gizli güç’ler, Suriye’deki kamp yerlerini dahi ayarlamışlar! Başka bir iddia daha: 1991’den sonra PKK’yı Kuzey Irak’ta ABD’nin özel kuvveti olan ‘Delta Force’ eğitmiş!
Yıllar önce yapılan bazı ‘operasyon’larla Türkiye’nin ‘bağırsakları temizleniyor’ denilmişti. Temizlik işinin uzun süreceği söylenebilir. Çünkü ‘iz’ler birbirine karışmış. Allah sonumuzu hayreylesin...
13.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Yargı reformu olmadan... |
|
Başörtüsü yasağı Türkiye gündemine, Bülend Ulusu başkanlığındaki 12 Eylül hükümetinin imzasını taşıyan iki yönetmelikle girdi.
Bunlardan biri kamu kurum ve kuruluşlarında, diğeri Millî Eğitim Bakanlığına bağlı okullarda kılık kıyafet düzenlemelerini içeriyordu.
Yani, üniversitelerle ilgili bir mevzuat yoktu.
Zaman içinde yasağı bazı rektörler veya dekanlar eliyle üniversitelere taşıma girişimleri olduysa da bunlar mevziî kaldı, yaygınlaşmadı.
Ama buna rağmen rahmetli Özal, üniversitelerdeki yasak uygulamalarına son verme adına bir kanun çıkarmaya kalktı. Ve bu kanun Evren tarafından Anayasa Mahkemesine götürüldü.
Böylece, işin buralara kadar gelmesine yol açan süreç mahkemenin iptal kararıyla başladı.
Bu iptal kararı üzerine Özal bir kanun daha çıkardı. Mahkeme bu defa iptale gerek görmedi, ama önceki iptal gerekçesinin bu kanun için de geçerli olduğunu bildirdi. Buna karşılık, o zaman mahkemede görevli olan Sezer gibi bazı üyeler, bu kanunun da iptali gerektiği yönünde görüş bildirerek karşıoy kullandılar, ama azınlıkta kaldılar. Ve bir hukukî boşluk ortaya çıktı.
Yasal açıdan bakıldığında, kanunlara aykırı olmamak şartıyla yükseköğretimde kılık kıyafetin serbest olduğunu öngören madde hâlâ yürürlükte. Ama uygulama, gerekçeye istinaden, tam tersi istikamette ve buna karşı yıllardır hiçbir şey yapılamadı.
Şimdi, daha evvel denenip de netice alınamayan girişim, anayasa üzerinden tekrar gündeme getiriliyor. Ama bu çabanın da sonuç vermesi zor görünüyor.
Neden? Çünkü bağlayıcı hukukî metinleri hazırlayıp yürürlüğe koyma yetkisi kâğıt üzerinde Meclise ait. Ama temel hukuk belgesi niteliğindeki anayasa, zaman içinde bazı değişikliklere uğramış olsa da, bir darbe ürünü olarak, “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeleriyle” birlikte yürürlükte kalmaya devam ettiği ve anayasayı yorumlama tekeli belli kesimlerin uhdesinde kaldığı sürece, çözüme ulaşmak kolay ve mümkün görünmüyor.
Nitekim anayasanın “değiştirilebilir” maddelerinde yapılan bir düzenlemenin “dokunulmaz maddelere aykırılık” iddiasıyla Anayasa Mahkemesince iptal edilmesinden kaygı duyuluyor.
Bu endişe, bağlayıcı hukuk normları sıralamasında anayasadan sonra ikinci sırada gelen kanun değişiklikleri için çok daha fazla geçerli.
Tüzük, yönetmelik gibi daha alt kademedeki mevzuat düzenlemelerinde ve idarî işlemlerde ise Anayasa Mahkemesinin yerini Danıştay alıyor ve fren fonksiyonunu bu kurum üstleniyor.
Dolayısıyla, yasama ve yürütme organları, “yargı denetimi” adı altında böyle bir kuşatmaya muhatap. Onun için, ilke olarak hukuk adına bir güvence olması gereken yargı denetimini işleyişte “resmî ideoloji cenderesi”ne dönüştüren sistem yine hukuk zemininde, demokrasi kriterleri çerçevesinde ıslah edilmedikçe, anayasa ve yasa değiştirerek sonuç almak imkânsız.
Ama böyle bir sistem reformu bir türlü yapılamıyor. Bir ara konuşulan “Yargıtay’ı küçültme” tasarısı yeniden gündeme gelir gibi oluyor, ama tepkiler üzerine askıya alınıyor. Topyekûn ve kapsamlı bir yargı reformu ise hâlâ ufukta yok.
13.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
İslâmiyet, Hıristiyanlığı da kurtaracak |
|
İslâm gerçekten de katalizör bir din özelliği taşıyor. Buna ne şüphe! Zira tazeliğini kaybetmemiş en son mesaj. Günümüzde bazı Hıristiyanlar, İslâm’ın bidayetinde Yahudilerin yaptığı gibi kıskançlıklarından dolayı iki dinin ilişkilerine zarar vermeye çalışsalar da Hıristiyanlığın İslâmiyete iktidadan başka seçeneği ve çaresi yok. Son gelişmeler de yakinen bunu göstermiştir. Başörtüsü de bu göstergede kilit bir rol oynuyor. Bu bağlamda, İslâmiyet Hıristiyanlığı da pozitivizmin labirentlerinden kurtaracaktır. Bu istikamette Müslümanlar Hıristiyanlara öncülük ediyorlar. Deccalizm sahih dinin genlerini bozmaya çalışsa da tam olarak muvaffak olamıyor. Onlar da yeniden dinlerine dönmek için İslâmiyet’ten başka dayanak bulamıyorlar.
Şimdilik üç temel meselede Hıristiyanların Müslümanlara benzemeye çalıştıkları gözleniyor. Bunlardan birisi, Katolik bir rahibin çağırdığı şekliyle, bütün dinlerin ‘tanrı’nın ortak tanımı olan Allah ifadesi ve kavramında birleşmeleri. Ortak olarak lâfza-i celâli kullanmaları. Çünkü yegâne orjinal ifade Allah kavramıdır. Ve diğer dillere çevirisi yoktur. Zatıyla vahid, sıfatlarıyla ehaddir. Dinler ortak Allah kelimesinde buluştukları gibi ortak tanımında da buluşurlarsa ilk defa ilk insandan itibaren insanlık aynı değerler etrafında birleşmiş olacaktır. Hollanda’nın güneyindeki Breda piskoposluk bölgesinde görev yapan Roma Katolik Kilisesi rahibi Tiny Muskens bütün dinlerin inananlarına “Tanrı yerine Allah diyelim” çağrısında bulundu. Hollanda radyosunda belirtildiğine göre Rahip Tiny Muskens gerekçesini şöyle ifade etmiştir: “‘Tanrı’ kelimesi tam anlamıyla anlaşılması gerekeni yansıtmıyor, halbuki; Allah kelimesinin kullanımı farklı dinlerdeki inançların da kuvvetlenmesine vesile olacaktır.”
Emekliliği öncesinde konuşan rahip Muskens, bu fikrinin kısa bir zaman içinde kabul bulmasını beklemediğini de belirtiyor. Rahip Muskens daha önce evli rahiplerin de olabileceğini ve ihtiyaç halinde ekmek çalınabileceğini söyleyerek Vatikan’a karşı gelmişti.
***
İkinci iktida meselesi de İslâm’ın belirgin yanlarından birini temsil eden gufran ayı Ramazan’dır. İslâm anlayışındaki Ramazan ayı paralelinde yine Hollanda’da bir rahip perhiz yerine Ramazan adının kullanılmasını teklif ediyor. Sabah gazetesinin bu yöndeki haberi şöyle: “İngiltere’de Anglikan Kilisesi liderinin ‘şeriat’ önerisinden sonra bu kez de Hollanda’da bir tartışma çıktı. Hollanda Kilisesi, Paskalya yortusu öncesi et ve alkol yenmeyen Büyük Perhiz’in adını değiştirerek ‘Hıristiyan Ramazanı’ yapmak istediklerini söyledi. Müslümanların Ramazan’ı coşkuyla yaşamasına gıpta ettiklerini belirten rahipler, isim değişikliğine gerekçe olarak da ‘Perhizi gençlerimiz anlamıyor. Ancak Ramazan bilinen, popüler bir kelime. Hıristiyan Ramazanı diyerek gençlere ulaşmak istedik’ diye gerekçesini ifade ediyor. Büyük Perhiz’le ilgili Rahip Van Der Kuil Het de ‘Bu İslâmî terimi seçerek Perhiz’i Ramazan kadar saygın hâle getirmek istiyoruz’ diyor. Paskalya yortusu öncesi Hıristiyanlar 40 gün süren ‘Büyük Perhiz’de et yemiyor ve alkol almıyor. Kilise, eskiden sıkı oruçla geçen Perhiz’in şartlarını 70’lerde hafifletmişti...”
Bu olay da İslâm’ın gücünü ve son mesaj olarak revnakını gösteriyor.
***
Üçüncü kademede İslâm’a teşebbüh de başörtüsü meselesinde kendini gösteriyor. Bu defa da Rusya’da bir papaz başörtüsü takmakta Hıristiyan kadınların Müslüman hemcinslerini örnek almaları gerektiğini savunmuştur. Rusya’da Yekaterinburg ve Verkhniaya Tura Başpiskoposu Vikenty kamuya açık yerlerde Ortodoks kadınların çoğunun eşarp takmayı reddetmesini “Tanrının emrinden kaçınma” olarak gördüğünü söyledi. Konuşması Soyuz TV ve Voskreseniye radyosunda yayımlanan başpiskopos “Merak ediyorum, Müslüman kadınların küçüğü genci bile başörtüsü takarken ne korkuyor ve ne de utanıyor. Söyledikleri gibi Allah’ın önünde dikiliyorlar ve Allah’ın emrine karşı gelmekten korkuyorlar. Biz neden Lord’un (Tanrının) cezalandırmasından korkmuyoruz ki?” diye soruyor.
“Başı bir eşarpla örtmenin Tanrının emri olduğunu” hatırlatan Rus başpiskopos Vikenty başörtüsü hakkındaki Hıristiyanlığın hükmünü de veriyor: “Lord ‘bütün kadınlar eşarp giymelidir’ emrini verdi..” Vikenty, “Herkeste Lord (Tanrı) korkusu olursa ve emirlerini yerine getirmek için mücadele ederse, yavaş yavaş hepsi başörtüsü giymeye başlar ve bunda utanılacak bir şey yok” diye meramını aktarıyor. Aynı piskopos daha önce de kadınlara kozmetiklerden sakınmaları ve fıtri güzelliklerini korumaya çalışmaları çağrısında bulunmuştu. Başpiskopos, “Lord bizi güzel yarattı. Biz kendimizi deforme ediyoruz. Biz kendimizi hilkat garibesi yapıyoruz. Bu sahte ve yanlış bir güzellik anlayışıdır. Sadece bir modadır. Sekiz veya dokuz yaşındaki kızlara bakın. Onları bu kadar güzel yapan ne? Melekler kadar güzeller! İnsanları kozmetiklerle bozuyoruz.” diye de modernizmin getirdiği alışkanlıklardan ve deformasyondan yakınıyor.
Başörtüsü tartışması İspanya’ya da sıçradı. Reconquista çizgisindeki muhalefetteki Halkçı Parti (PP) Lideri Mariano Rajoy’un “İktidara gelirsek okullarda türbanı yasaklayacağız” şeklindeki açıklamasına tepkiler yağıyor. Son olarak, çeşitli komünist partilerin bir araya geldiği Birleşik Sol (IU) Genel Koordinatörü Gaspar Llamazares, Rajoy ve yandaşlarını “İslâm düşmanı” ilân ederek “Türbanı yasaklayacaksanız, öyleyse rahibeler de başlarını açsınlar” diye mukabelede bulundu. Anglikan Kilisesi Başpiskoposu Williams da şeriat mahkemeleri tavsiye edince kimi dindaşları: “Bize Kıbleyi gösteriyor, yakında namazı da emreder” demişlerdi.
İslâmiyet sadece Hıristiyanlığa değil Yahudiliğe de öncülük ediyor. Sözgelimi, İskandinav ülkelerinde kimi zaman Müslümanlar ile Yahudiler sünnet âdetini yaşatmak için birlikte mücadele veriyorlar. Bu da İslâmiyetin metbuiyet makamında olduğunu gösteriyor. Ama 32’inci günde meseleyi maklup hâle getirmek isteyen bir genç başörtüsü için ‘Haçlı irticası’ ifadesini kullanıyor ve bu tür saldırılar gözardı edilirken birisinin Necla Arat ile ilgili sözleri başlığa çıkıyor. Bektaşi gibi meseleye istedikleri yandan bakıyorlar. Altan Öymen, Haçlı İrticası gibi sözleri afişe edeceğine birisinin ‘Necla Arat ve benzeri yasakçılar Mussolini gibi yargılanmalılar’ sözünü başlığa çıkarıyor. Seçmeciler işlerine geldiği noktadan bakıyorlar da ondan. Velhasıl, Hıristiyanlık İslâm aynasında kendisini tashih ediyor.
13.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
“Müteharrik-i bi’l gayr” politikalar… |
|
Başşehirde başörtüsü düzenlemeleri üzerindeki tartışmalar yeniden “laik – antilaik” ayrışmasına âlet edilirken, alttan alta bir başka kutuplaşma fitnesinin ateşi alevlendiriliyor.
“Etnik farklılık” üzerinden “kimlik tartışmaları”yla fitne kazanı yeniden kaynatılıyor. Bundandır ki, “bütün harekâtı, bizzat hâriç hesabına geçiyor; çünkü irâdesi hükümsüzdür.” Faraza içinde “iyi niyetliler” olsa da, “menfî zaaf”la “hâriç cereyanın kuvvetine bir âlet-i laya’kıl (akılsız - şuursuz bir âlet) olur” tahlili tezâhür ediyor.
Gerçekten “fikri hezeyanlaştırıp” saçma sapan hale getiren olaylara baktıkça, ecnebilerin uzaktan üflediği “müteharrik-i bi’l gayr (başkasının tahrik edip yönlendirdiği” politikaların amacını su yüzüne çıkarmakta.
“Müteharrik-i bizzat” değil, “bilvâsıta müteharrik siyasetler”in, insanı ne tür bâdirelere sürüklediğinin acı örneği olmakta…(Bediüzzaman Said Nursî, Sünûhat, 64-65)
* * *
Türkiye Barış Meclisi’nin Ankara’daki konferansında konuşan DTP Genel Başkanı Aysel Tuğluk’un, “Kürt kimliği ve kültürü anayasada güvence altına alınmazsa kardeşlik çağrıları işe yaramaz” ifâdesi, “barış” perdesinde “fitneye teşne politikalar”ın ne denli dehşetli ayrışma aracı edildiğinin bir göstergesi.
Bediüzzaman’ın, “Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvim (uyutmakla) telkin eder; biz kendimizden hayal edip, assamâne (sağırcasına, duymazlıktan gelerek) tahribimizde o eser-i telkini icra ederiz” tesbitini te’yid etmekte.
Tuğluk’un “Kürt dili güvence altına alınmadıkça kardeşlik olmaz” deyip, dil ve ırkî farklılığın çok ötesinde, bütün kimlikleri ve kültürleri kuşatan İslâmî kimliği ve kardeşliği hiçe sayması dikkat çekici.
Bediüzzaman’ın, ayrışma ve kamplaşma üzerine kurulan, zihniyetindeki şeytanı “melek”, rakibi meleği “şeytan” yapan siyasetten “şeytandan sığındığım gibi Allah’a sığınırım” demesinin anlamı da bu…
Bin sene omuz omuza cihâd edip Kur’ân’ın bayraktarlığını yapan, Türklerle Kürtlerin ve sâir Müslüman unsurların birbiriyle mecz olmuş ve “tam birleşmiş İslâmî bir milliyet” haline gelen inanç birliği ve kardeşliğini, “kimlik ayrışması”yla ayırmak, küresel şebekelerin tuzağına düşmektir.
Öteden beri medyanın “ılımlı” görüp, “Kemalizmin değişmesi ve dönüşmesi”yle “Kürtlerin Kemalistlerle siyasî ittifak etmeleri”ni gündeme getiren Tuğluk’un, “bölgede dengeler değişiyor; artık federasyon ve ayrılma tartışılabilir” ifâdesi, çoktandır gizlenen “su-i kasd”ın âdeta deşifresi…
Zira ecnebilerin bölge ülkelerini işgal ettiği bir esnada, tıpkı Osmanlının son döneminde olduğu gibi, “Kürtler adına” “demokratik özerklik modeli” paravanıyla “federasyon” ve “ayrıma” tartışmalarını gündeme getirmek, “özerkliği” önermek, başta Kürtler olmak üzere bölgedeki diğer Müslüman milletleri canavarların ağzına atmaktır.
“Kemalizm”in hangi ilkesi, ülkenin demokratik birliğini ve Kürtlerin mutluluğunu sağladı ki, sözde “en akıllı Kürt aydınlar” hâlâ “Kemalizm”in gölgesinde “özerklik modeli”ni “kurtarıcı” görmekteler?
Hangi saik, milyonlarla şehidin kanıyla kaynaşmış Türklerle Kürtlerin birlik ve beraberliğini inanç temelinden koparıp, kuru çürük etnik ayrılıklara dayandırmakta?
İslâm kardeşliği üzerinde bin yıl Türklerle bir ve beraber olmuş Kürtlerin mânevî ve en muhkem birlik bağını, “kardeşlik işe yaramaz” diyerek, ayrılıkçı te’villerle bombalamak, hangi ecnebi politikanın telkini? Yoksa 30 bin insanın katlinden sorumlu “bebek katili” Marksist terör örgütü başının dinden bîbehre “Kürt Kemalizmi”ni “kurtarıcı” görmesinden mi?
* * *
Görünen o ki, sözde “barış” konferansında “önümüzdeki üç ay içinde şimdikinden daha ileri çatışmalar olacağı” ve “kardeş kanının kapkara lekesi” uyarıları, “kavga” ve “iftirak” fitnesinin habercileri. Kürtleri Müslümanlıktan ayırma plânının bir parçası…
Peki Müslüman kardeşlerin birliğini ve bütünlüğünü bütün kimliklerin üstünde gören yüzlerce Kur’ân âyetinin Peygamberimizin buyruklarının anlamı nedir?
“Müslümanlar ancak kardeştir” (Hucûrât Sûresi, 10), “Allah’ın dinine ve Kur’ân’a hep birlikte sımsıkı sarılın” (Âl-i İmran Sûresi,103) âyetlerine karşı, hâlâ “demokratik hakları savunmak” maskesiyle inkârcı teorilerin bozguncu terânelerini seslendirmenin maksadı nedir?
“Muhtariyet” perdesi altında İslâm dünyasını istilâ eden İngilizlerin oyununa gelen birkaç ırkçı kavmiyetçinin “çağdışı mukallitliği” neden? Neden “federasyon” ve “özerkliğin” tıpkı Kuzey Irak’ta olduğu gibi, Kürtleri okyanuslar ötesinden gelen çıkarcı emperyalistlerin kucağına düşüreceği düşünülmemekte?
Yoksa “iftirak meyli”ni uyandırmakla fitneyi azdıranların amacı, 25 “özerk” ve “otonom” devlete bölünmüş Türkiye’nin yeniden ecnebî esâreti altına girmesi mi? “Büyük Ortadoğu Projesi”nin gereği mi? DTP Genel Başkanı’nın “denge” dediği bu mu?
Amerikan kuklası ve İsrail’in uydusu olmuş Kuzey Irak’taki yeni yetme yönetim ne kadar “bağımsız” ve “mutlu”?
Kimse kendini aldatmasın; her şey ortada. Süslü “demokrasi ve özgürlük” lâfları perdesindeki ırkî ayrılıklar üzerine bina edilen fitne açığa çıkıyor…
13.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|