“Şişe ve elmas” imtihanı
Aziz, masum evlâtlarım,
Kur’ân’ı öğrenmek için ders almaya çalışıyorsunuz. Sizin bildiğiniz yeni harfte noksanlar olduğu için, mümkün oldukça yeni harften okunmamak lâzım gelir.
Hem Kur’ân’ı okumanın faydası, yalnız hafız olmak ve dünyada onunla bir makam kazanmak, bir maaş almak değil; belki herbir harfi, hiç olmazsa on hayrından ta yüze, ta binlere kadar Cennet meyvelerini, ahiret faydalarını vermesini düşünüp ve ebedî hayatın rahatını ve saadetini temin etmek niyetiyle okumak lâzımdır.
Evet, mekteplerde, dünya maîşeti, ya rütbeleri için fenleri ders okumak, bu kısacık dünyevî hayatta derecesi, faydası bir ise; ebedî hayatta, Kur’ân ve Kur’ân’ın kudsî kelimelerini ve nurlu ve imânî mânâlarını öğrenmek binler derece daha kıymetlidir. Onlar şişe hükmünde, bunlar elmas hükmündedir.
Emirdağ Lâhikası, s. 207
***
Evet, elması bildiği (ahiret ve iman gibi) halde, yalnız zaruret-i kat’iye sûretinde şişeyi (dünya ve mal gibi) ona tercih etmek ruhsat-ı şer’iye var. Yoksa, küçük bir ihtiyaçla veya hevesle veya tamâh ve hafif bir korkuyla tercih edilse, eblehâne bir cehalet ve hasârettir, tokata müstehak eder.
Kastamonu Lâhikası, s. 24
***
“Onlar dünya hayatını, seve seve ahirete tercih ederler” (İbrahim Sûresi, 14:3.) âyetinin sırr-ı işârîsiyle, ahireti bildikleri ve iman ettikleri halde dünyayı ahirete severek tercih etmek ve kırılacak şişeyi bâki bir elmasa bilerek rıza ve sevinçle tercih etmek ve âkıbeti görmeyen kör hissiyatın hükmüyle, hazır bir dirhem zehirli lezzeti, ileride bir batman sâfi lezzete tercih etmek, bu zamanın dehşetli bir marazı, bir musibetidir. O musibet sırrıyla, hakikî mü’minler dahi bazan ehl-i dalâlete taraftar olmak gibi dehşetli hatada bulunuyorlar. Cenâb-ı Hak, ehl-i imanı ve Risâle-i Nur şakirtlerini bu musibetlerin şerrinden muhafaza eylesin. Âmin.
Kastamonu Lâhikası, s. 151
***
Bu acip asrın bu acip hastalığına ve dehşetli marazına karşı Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın tiryak misâl ilâçlarının nâşiri olan Risâle-i Nur dayanabilir ve onun metin, sarsılmaz, sebatkâr, halis, sadık, fedakâr şakirtleri mukavemet edebilir. Öyleyse, herşeyden evvel onun dairesine girmeli, sadakatle, tam metanet ve ciddî ihlâs ve tam itimadla ona yapışmak lâzım ki, o acip hastalığın tesirinden kurtulsun.
Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve duâ ediyoruz.
Kastamonu Lâhikası, s. 74
Lügatçe:
maîşet: Geçim.
zaruret-i kat’iye: Kesin ihtiyaç, kesin zaruret.
ruhsat-ı şer’iye: Dinin izin vermesi, şer’î izin.
tamâh: Açgözlülük, hırs.
eblehâne: Aptalcasına.
hasâret: Zarar.
|
Üniversite bir dönem...
Bu şehre ilk defa adımımı atıyordum, bin bir hayalin eşiğinde… Benliğimi yeni bir şehirde okumanın hazzı sarmıştı. Kaydımı yaptırmak üzere üniversite kapısına yaklaşmaya başladığımda, yoğun bir kalabalık karşılıyordu beni… Kalabalığın büyük bir bölümünü “Nur”lu insanlar teşkil ediyordu. Nur Sûresi’nin Nur’unu büyük bir “iftiharla” taşıdıkları, Rab’lerinin Ahzab Sûresi’nde emrettiği “Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin hanımlarına söyle, evlerinden çıktıklarında dış örtülerini üzerlerine alsınlar” âyetini uyguladıkları belli oluyordu.
Erkeklere nedense(!) bakmayan ve uyarmayan polis engelinden geçtikten sonra, kaydımı yaptırmak için gerekli işlemlerimi halledip üniversiteye kayıt olmanın heyecanıyla dışarı çıktım. Lâkin sevincim fazla sürmedi… Kapıda bir müddet etrafa göz gezdirmenin akabinde ayaklarımın merdivenlerden yavaş yavaş aşağı inmesiyle, sevincim, heyecanım da inmeye başladı.
Çevreye göz attığımda Ahzab Sûresi’nin emrini ifâ eden o insanların sadece yarısı gözüküyordu! Anlaşılan o ki, kalanlar kaybolan yarısının velilerini oluşturuyordu. Kalbim kendini hesaba çekmeye başlarken, aklım Risâle-i Nur Külliyatındaki 24. Lem’a Birinci Nükte’ye doğru kaymaya başladı. “…O şefkatli valide… Bütün malını verir, hafız mektebinden alır, Avrupa’ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor. Ve dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor; Cehennem hapsine düşmesini nazara almıyor...”
Tahsil etme durumunu iyi tahlil etmek gerekir. Nerede, nasıl bir tahsili İslâm emrediyor? Her mü’min için ilim şart. Fakat nasıl ve ne şekilde öğrenilecek bir ilim? İslâm’ın farzlarından taviz vererek yapılan bir ilmi Cenâb-ı Hak nasıl karşılayacak? Bu ve buna benzer sorulara, Tarihçe-i Hayat’ta Bediüzzaman’ın Barla hayatı, şöyle bir müjde veriyordu: “Hanımlar, sırf Allah rızasını tahsil için, safvet ve ihlâsla, Risâle-i Nur’daki parlak ve çok feyizli Kur’ân nurlarına bağlanmış ve kalplerinde sönmez bir muhabbet ve sevgi besleyerek dünya ve ahirette bahtiyar olacak bir vaziyete kavuşmuşlardır.” Bu cümlenin akabinde gelen Said Nursî’nin duâsı da bir o kadar manidardı: “İnşallah, ekserî hanımların böyle olmasını, rahmet-i İlâhîden kuvvetle îtikad ve ümit ve niyaz ediyoruz.”
“Tarih, tekerrürden ibarettir.
İbret alınsaydı hiç tekerrür eder miydi?”
1900’lü yılların başlarına bakıyoruz, bu zamanda olan başörtüsü yasağının bir benzerini o zamanda şapka kanunu olarak görüyoruz. Bildiğiniz üzere şapka zorunlu tutulmuş ve bu uğurda birçok İslâm uleması asılmıştı. Bu metanetli insanlar, bırakın şapka giymeye, başlarında İslâm’ın şiârı olan sarığı çıkarmaya dahi tenezzül etmemişti. Meselâ İskilipli Atıf Hoca, hayatı boyunca bu zorlamayla mücadele etmiş, daha sonraları başını vererek dâvâsındaki samimiyetini göstermişti. Öyle ki, bu samimiyet, rüyasında Peygamber Efendimiz’i (asm) görerek, Efendimiz’in “Niçin hâlâ müdafaa karalıyorsun?” müjdesine nâil olmasına vesile olmuştu. Bu müjdeye binâen, müdafaalarını bir çırpıda yırtmış, Peygamber Efendimiz’in (asm) yanına gitmek için darağacına çıkmıştı.
“Bu başörtüsü bu başla çıkar” diyebilmek…
Bediüzzaman Said Nursî’ye baktığımızda, “Bu sarık, bu başla çıkar” sözünü söylediğini görürüz. Sarığı dahi ne pahasına olursa olsun başından çıkarmayan metaneti okuruz hayatından… Bırakın farz olan başörtüsü meselesini, sarık sarmaktaki hassâsiyettir gösterilen... İleride gelecek olan nesle bu tavırlarıyla numune-i imtisâl olmuştu bir bakıma... Kaldı ki, Bediüzzaman, tesettür meselesine önem vermiş, Risâle-i Nur Külliyatı’nın birçok kısmında temas etmiştir. Hayatına baktığımızda, sadece Tesettür âyetinin tefsirinden dolayı 11 ay ceza aldığını görürüz. Bu tür kanunları “lastikli kanun” olarak ifade eden Bediüzzaman, verilen cezayı da cezasını çekerek ödüyordu. Zira her tarafa çekilebilecek bu tür lastikli kanunlar, adeta kişilerin dâvâlarındaki metanetlerini ölçüyordu. Aynı, İskilipli Atıf Hoca’nın sarık yüzünden gösterdiği metanet gibi… Aynı, sadece bu konudan dolayı çeşitli cezalara tutulan Bediüzzaman’ın, çizgisini kırmayarak gösterdiği sebat gibi…
Sebatkâr, metanetli, sarsılmaz, sıkıntıdan usanmaz, samimî gibi sıfatları kazanmak kolay olmamalı zaten… Hani derler ya “Her kişinin değil, er kişinin…” meselesi… Rabbim, samimiyetimizi muhafaza etsin…
Üniversitede ilk gün…
Kısa bir süreden sonra okula başladığımda, sınıfıma girerek yerime oturdum. Sınıftaki arkadaşlarla tanıştıktan sonra, ders bitiminde çıkışa doğru yol tutmaya başladım. İlk gün oldukça hareketli geçmişti. Okulun giriş ve çıkışında sıkıntılı/stresli insan sayısının çok olduğu her şekilde anlaşılıyordu. Bu sıkıntıları yaşayanlar, yeni kayıt olanlardı. Başımı öne eğerek, o hâlin verdiği asabiyetle evin yolunu tutmuştum. İki kişinin, sıkıntılı bir şekilde sınıfın bir köşesinde oturdukları aklıma geldi. Yasağın ne kadar kuru bir yasak olduğunu düşünmeye başlamıştım. İnsanlar, bir başörtüden korkar hale gelmişler, “yazık!” diyordum. Sistemi ve o sisteme ayak uyduranları uzun uzun düşündüm. İlk haftalarım bu karmaşa içinde geçmişti.
Değişim başlıyor…
Dönemin ortaları gelmişti… Okuluma iyice adapte olmuş, bir öğrenci olarak gidip geliyordum artık… Sistemin değiştirdiği kesim, anlaşılan sadece tesettürlü kızlar değildi. Bizleri de değiştirdiği aşikârdı. Çünkü ilk başlarda olaylar karşısındaki sıkıntılı hâlim, artık yerini, olayları sıradan bir hâl olarak görmeye bırakmıştı.
İlk başlarda, en fazla sisteme yüklenirken, daha sonraları bu serzenişim sisteme ayak uyduranlara karşı daha ağır bastı. Çünkü sebep olan, yapan gibiydi. Eğer çoğunluk bu sisteme uyarsa, sistem tutar ve değişmesi zor hâle gelirdi.
Değişim her yönüyle devam ediyordu. Giriş ve çıkışlarda oluşan sıkıntı, artık oluşmuyor gibiydi insanlarda… Artık onlar için de, eskisi gibi önem taşımayan bir hâl almıştı bu yasak.
***
Dönem sonuna yaklaştığım günlerde, durumun nasıl olduğunu az çok tahmin etmişsinizdir. Giriş-çıkışlar sadece bir “açma-kapama” yeri gibiydi. Artık bir tanesi, okula da başörtülü gelmiyor. Değişimin her zaman devam edeceği aşikâr...
Günümüzde lastikli bir kanunla yapılan “kuru bir yasak” sandığım bu yasağın, birçok planı da içinde barındırdığını idrak ettim.
Öte yandan, Nur Sûresi’nin nurunu her gün kapıda bırakıp da içeriye yalnız olarak girmeyen, o nuru bir şeref ittihaz edip nurunu iftiharla taşıyan, “Bu başörtü, bu başla çıkar” diyebilecek samimiyet ve sadakati bulunan, Allah rızasını tahsil etmek için dinî değerlerinden taviz vermeyenler geldi aklıma. Onların bir takdire, iltifata, tebrik edilmeye ihtiyaçları yoktu! Zira onları, Yaradan takdir eylemiş, yaratılana ne hâcet…
Her saniye “Altın mıyız, yoksa bakır mı?” diye vurulduğumuz Cenâb-ı Hakkın mihenk taşlarında altın çıkabilmek duâsıyla…
Not:
Yazımdaki hislerin oluşumunda bana yardımcı olan ve böyle bir yazı yazmam için beni teşvik eden iki ablama teşekkür ediyorum.
|