Otuzsekiz seneyi de doldurdu. Belli bir çizgide, zahiren mütevazi bir tirajla, populizmin itirazlarına arkasını dönerek, kimseye minnet etmeden, maddî ve manevî hiçbir beklentiye girmeyerek tam otuz sekiz sene... Neden? Onun rahle-i tedrisinde yetişenler yüzbinlere ve milyonlara seslendiği halde, neden Yeni Asya halen halinden memnuncasına yüksek tirajlara dönüp bakmıyor... Yeni Asya´nın çizgisi, çerçevesi, prensipleri, dayandığı temeller ve hedeflediği esaslar dışarıdan anlaşılamadığından hep sorgulamalara tâbi tutuldu.
Yeni Asya çok zarurî bir ihtiyacın neticesi olarak hayata başlamıştı. Tarihçe-i hayatı tarihin en önemli dört devrini kapsarken, Kur´ân´dan nebean eden eserleri, beş kıta ve yedi iklimde elli lisanda neşredilen Bediüzzaman’ın, dünyayı ve tüm insanlığı kucaklıyan dâvâsının naşir-i efkârı olma gayreti, fitrî bir ihtiyacın neticesi idi. Ekseriyeti fakrul hâle sahip Nur Talebelerinin, Yeni Asya´yı hangi şartlarda çıkardıklarını tarih çok garib hikâyeleriyle birlikte yazacaktır. Bırakınız siyasî cereyan veya holdingleri, küçük bir tüccarı bile arkasında bulamayan Yeni Asya’nın neşir tarihçesini hakikaten ben de merakla bekliyorum.
Yeni Asya’nın garipliklerini çözebilmek için, Bediüzzaman’ın hayatını ve Nur Külliyatını anlamak gerekiyordu. Bu ise kolay değildi. Bediüzzaman’ın bilinen hayatı altı bin küsur sayfalık bir eser Külliyatı içinde eriyerek dağılmıştı. Bu eserin satırları arasına sabır, teslimiyet ve sebatla giremeyenler, ne Said Nursî’yi tanıyabildiler ve ne de Risâle-i Nur’u anlayabildiler. Teslimiyet, sabır ve sebatsız okumalar Risâle-i Nur’un körlerin fil tanımına benzer tarzlarda farklı anlaşılmasını netice verdiğinden Nur Külliyatının ana çerçevesi ile Bediüzzaman’ın asıl gâyesi maalesef ekseriyetçe anlaşılamadı.
Yeni Asya, bayrağı kendisinden devraldığı İTTİHAD gibi, çıkış maksadının zamanın tefsiri Risâle-i Nur’u tebliğ, müdafaa ve neşir olduğunu ilk sayısında ilân etmişti. Gayet büyük, omuzları çökertecek ve Risâle-i Nur’u okuyan milyonların bakış ve takiplerini kendisinde kilitleyecek bir iddia...
Risâle-i Nur yazılı metinlerden oluşuyordu. Dili Anadolu Türkçesiydi. Ve bu eseri başta Alem-i İslâm olmak üzere bütün dünya yüzyıla yakındır tanıyordu. Bu eserdeki prensiplere bağlı kalmayı, Said Nursî’nin yaşadığı hayatı ve karşıtlarının sebep oldukları mahkemelerde müdafaaları çerçevesinde kalarak yayın hayatına devam edeceğini ilân etmişti. Bediüzzaman’ı az-çok tanıyanlar ve Risâle-i Nur´u azıcık okuyanlar Yeni Asya’nın “iddiasının” ne kadar büyük olduğunu iyi bilirler:
‘Zamanımızın ve gelecek zamanların dertlerine, problemlerine ve çaresizliklerine Kur’ân’dan çâre sunan Bediüzzaman’ı adım adım izlemek”
Hakkaniyet ve adalet duygusu uğruna hayatını hakir gören ve kendisini hariçte ve dahilde tehdit eden zındıkaya 1900’lerin başından, onun tarih-i rihleti olan 23 Mart 1960´a kadar pervasızca karşı koyan hür Üstad’ın çığırından ayrılmamanın kolaylığını kim söyleyebilir ki...
İdamla yargılandığı mahkemeleri ders salonlarına çeviren, zalimlerin zulümlerini suratlarına çarpan, yirmisekiz senelik zindan ve 21 defa yapılan zehirlemelere rağmen talebelerine “korkunun” en küçük lerzesini müsaade etmeyen Said Nursî´yi takipçilik iddiası elbette şakacıktan şeyler olmasa gerekti... Zındıka ve komita istibdadıyla birleşerek demokrasiyi kesintilere uğratan 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat darbelerinin suratlarına kırbaç gibi inen Yeni Asya’yı anlamak için; Bediüzzaman Hazretlerini 31 Mart mahkemesinde, İngiliz İşgal Komutanı karşısında, Rus Orduları Kafkasya cephesi komutanı ile mücadelesinde, Mustafa Kemal ile Divan-ı Riyasette, Eskişehir, Denizli, Afyon ve İstanbul Mahkemelerinde takip etmek “anlamanın” olmazsa olmaz şartıdır. Yolundaki dünya menfaatini ayağıyla yana iten bir Bediüzzaman’a söz vermenin hangi mânâya geldiğini bilenler bilir: Küçücük yaşlardan itibaren hürriyetine düşkün olduğu kadar insanlardan istiğnaya da dikkat eden Seyda’nın Medrese iaşesi için dışarıya çıkmaması, Ömer ve Tahir Paşaların konaklarındaki dünyaya dönüp bakmaması, Çerkes Hasan Paşa’nın Boğazdaki yalısından “Şekerci Han”a çekilmesi, Mısır Hidiv’inin, İstanbul’un en mutena yerlerindeki mülkleri -velev ki İslâma hizmet maksadıyla da olsa- reddetmesi ve nihayet yeni hükümetin reisi Mustafa Kemal’in; üçyüz altın maaş, Muş vekilliği, Şark Umumi Vaizliği ve hayatının gayeleri arasında kanat çırpan “Medresetü-z Zehra’nın tesisi” gibi zahiren itirazına hiçbir sebep olmayan tüm teklifleri elinin tersiyle itmesi gibi hadiseler, ilk gününden itibaren Yeni Asya’nın “aslî rotasını” çizmiş oluyordu. 38 senelik bir ömürde, Türkiye gibi demokrasinin gayet topal, kanunların zayıf, idarelerin fevkalâde keyfi ve din başta olmak üzere birçok insanî değerin siyasete alet edildiği bir coğrafyada, Yeni Asya yalnızca mütevazi okuyucusunun himmetiyle yürümüş. Ne devletten, ne devlete sırtını dayamış özel ve tüzel kişilerden, ne hariçten ve ne de dahilden bir tek kuruş almamasını, onun Risâle-i Nur’a ve Bediüzzaman’a sadakatine vermezseniz, hadiseyi anlayamazsınız.
—Devam edecek—
18.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|