Geçenlerde bir öğretim üyesi basına da verilen bir mektubunda “Dünyanın yedi günde yaratılması, Nuh tufanı ve Hz. Âdem masalları” diyerek kendi yasakçılığına ve baskıcı anlayışına mazeret bulmaya çalışıyordu. Aslında tek dünyalı insanların makam ve mevki mücadelesinde işgal ettikleri güya mevzileri savunma iç güdüsüyle söylediklerini dikkate almamak en doğrusudur. Ancak benzeri lâfların yeni olmaması ve tahrif edilen İncil ve Tevrat’taki izahlara itiraz şeklinde Batı aydınında oluşan tereddütlerin yaygın olması sebebiyle ele almakta fayda var. İtirazlar çok şeyde olduğu gibi Batıdan çalmadır, kopyadır. Kur’ân’ı ya da bu zamandaki tefsiri olan Risâle-i Nur’u okumuş olsalardı, hakikatın daha farklı oluğunu göreceklerdi.
Evet Kur’ân’a ve diğer semavî kitapların yüksek hakikatlarına “masal” diyenler yeni değil. İnkârcılar bin dört yüz sene önce de hatta daha önceki dönemlerde de yetişemedikleri bu hakikatlara aynı şeyleri söylemişler. Onların “masal” demekten başka bir masalları zaten yok… Kur’ân, onların söylediklerini naklederek masallarını yüzlerine çarpar, hesap günü için akıl sahiplerini şahit tutar.
Mü’minun Sûresinde, haşir ve hesap gününü inkâr edenlerin gerekçe olarak “Bu ‘esatirü’l evvelin’den başka bir şey değil” sözlerini nakleder ve devam eden âyetlerle cevap verir, yerin ve göğün ve içindekilerin sahibini sorar.
Aslında burada zamanımızın en büyük tehlikesi olan, fen ve felsefeden kaynaklanan inkârcılığın merkezi Batı’ya ince bir cevap daha vardır. “Esâtir” bütün Batı dillerinde de çok yaygın olarak kullanılan story ve history gibi hikâye ve tarih mânâsında kullanılan bir kelimedir ve kökeni aynıdır.
Şimdi itirazların çıkış noktasına gelecek olursak: Musevilerin Tevrat, Hıristiyanların da Eski Ahit olarak kabul ettikleri kitapta Tekvin ve Çıkış bablarında “Allah altı günde gökleri ve yeri yarattı, yedinci günde istirahat etti” şeklinde yaratılış anlatılır. Cumartesi günü mabede gelenlerin sayısını arttırmak gibi gerekçelerle “yedinci günde istirahat etti” ifadesinin eklenerek tahrif edilmesiyle; “gün” kavramı haftanın günleri ile sınırlandı ve pek çok konuda olduğu gibi Tevrat ve İncil itirazlara açık hale geldi.
Eski rahipler yer ve göğün yaratılışında bir çok hikmete binaen uzun devirler olduğunu bilselerdi, belki de bu tahrifatı yapmaya cesaret edemezlerdi. Onlar da şimdiki bilim adamları gibi kendi bilgilerinin nihaî nokta olduğunu, daha keşfedilecek bir şey kalmadığını düşünüyorlardı. Halbuki ilim ve teknolojide bilinmeyen, bilinenden her zaman çok daha fazladır. Kıyamete kadar da bu gerçek değişmeyecektir. Evet âciz ve câhil beşer karışınca karıştırıyor. Acz ve kusurdan münezzeh olan Âlemlerin Rabbine yorgunluk ve istirahat isnat etmeleri bu kâinatın yaratılışını ve içindeki dakik nizamı hiç fark etmediklerini ve hikmetten hiç bir şey anlamadıklarını gösterir. Batı’daki ilim adamları engizisyondan bu yana kavgalı oldukları kiliseye karşı bu fırsatı kaçırmadılar. Onların buradaki şubelerine gelince; hem mazisi temiz, hem de mahza hikmet olan, içinde hiç bir tenakuz bulunmayan, aklı ve düşünmeyi her zaman teşvik eden “İslâma karşı Batılıların Tevrat ve İncil’e karşı söyledikleri aynı nakaratı aynı masalı tekrarlamaları gerçekten gariptir.
Neyse Kur’ân’a gelecek olursak, Cenâb-ı Hak A’raf Sûresinde: “Altı günde gökleri ve yeri yarattık” buyurur. Başka yerlerde de benzer mânâda âyetler mevcuttur. Bediüzzaman Hazretleri, On Dördüncü Sözde, bu âyetlerdeki “gün” ifadesinin farklı olduğunu ifade eder ve Mearic Sûresinden delil getirerek “bin ve elli bin sene gibi uzun zamandan ibaret olan eyyam-ı Kur’ân’iye” ifadesini kullanır. Yine Bediüzzaman Hazretleri, Dördüncü Söz’deki “elli bin senelik bir mesafeyi bir günde kat’ eder” ifadesiyle de zaman-mekân ve hız hususunda izafiyete kapı açar. Demek ki Kur’ân’da geçen gün kavramı, bizim bildiğimiz Yerküre’nin günü olan yirmi dört saatlik gün değil, devir ve dönem mânâlarını da ihtiva eden ve miktarını ancak Cenâb-ı Hakkın bildiği bir kavramdır.
Risâle-i Nur’un bu izahlarından sonra, son yıllarda Batı’da da buna benzer yorumların yapılması aslında bir tesadüf değildir. Risâle-i Nur’un sadece Müslümanları değil beşeri de küfr-ü mutlaktan kurtarma vazifesinin bir cüzüdür.
Evet zaman, kâinatın yaratılışı ile başladı. Yerküre’nin yaratılışına kadar geçen uzun bir zaman periyodunda, günler henüz ortada olmayan Yerküre saatine göre değil; elbette kâinat saatine göre olacaktı. Ayrıca ilmî araştırmalara göre “büyük patlama” ile yaratılan kâinatın ilk periyotlarında o küçücük ve yoğun mekânlarda zamanın akışı elbette daha farklı olacaktı. Mi'rac ve benzeri bahislerden dolayı İslâm dünyasının âşina olduğu izafiyet kavramının ispat edilmesiyle artık ilim dünyası hadiseye daha sağlıklı bakabilmektedir. İlim adamlarına düşen itiraz değil hikmetlerini araştırmaktır.
Zaman kavramı bile hâlâ esrarını korurken, bize düşen zerrelerden yıldızlara kadar koca âlemi yoktan var eden ve koca kâinatı bütün müştemilatıyla bir an bile kabza-i tasarrufunda hariç tutmayan ve zamanı kudret kalemine bir sayfa ve bir mürekkep hükmüne getiren Âlemlerin Rabbinin âyetlerini tefekkür etmektir, hikmetlerini araştırmaktır.
Başka bir yazımızda da inşallah diğer konuları ele alacağız.
18.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|