|
|
Mikail YAPRAK |
Avusturya’da “başörtüsü” |
|
Sözü dolandırmaya ne hacet.. Başörtüsünü getirip Avusturya’nın başına sarmadıktan sonra Avusturya’nın başörtüsüne hiçbir sözü yoktur. Bütün Avrupa ülkelerinde bu böyledir. Bir tek Fransa hariç.. Çünkü Fransa, “kaş yapayım derken göz çıkardı.” Başörtüsünü devlet okullarında kanunen yasak etmekle, başörtüsünü (meselesini) devletin başına sardı. Çünkü aynı ülkede, yasağın anayasaya aykırı olduğunu ve bu yasağın ayrımcılığı körükleyeceğini savunanlar var ve haklıdırlar. Öyleyse bu hak yerde kalacak değildir. Öyleyse Fransa bu yasakla kendi başına iş açmıştır. Haksız kanunlar dünyanın hiçbir yerinde ilanihaye devam etmez. Kendi ülkemizde de bu böyle değil midir? Anayasamızda ve kanunlarımızda var olan haksız ve “halk”sız maddeler yıllardır tartışılmıyor mu? Halihazırdaki başörtüsü tartışması, haksız bir uygulamanın, kanunsuz bir dayatmanın sonucu değil mi? Her neyse, biz Avusturya’ya dönelim.
Avusturya’da yaşayan Müslümanlar da başörtüleri ve “hicap”ları yüzünden bazı sıkıntılara maruz kalmaktadırlar. Hem de ilköğretimden üniversiteye kadar eğitim ve öğretimin her kademesinde, kamu ve iş alanlarında herhangi bir yasaklama olmamasına rağmen..
Diğer Avrupa ülkelerinde de, Fransa’daki “sınırlı” yasaklamanın haricinde her alanda başörtüsü yasağı olmamasına rağmen, başörtülü Müslüman hanımlar ile başı açık hanımlar arasındaki “özgürlük” farkı; çoğunlukla ve kendi alanında kaldığı sürece gizli, ara sıra ve farklı alanlara el atıldığında aşikâr bir şekilde göze çarpmaktadır.
Öyleyse teşhisi iyi koymak, hadiseyi güzel okumak lâzımdır. Bunu da en sağlıklı bir şekilde Üstad Said Nursî ortaya koymuştur. Onun Lem’alar adlı eserinden aynen aktaralım:
“Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin hanımlarına söyle, evlerinden çıktıklarında dış örtülerini üzerlerine alsınlar” (Ahzâb Sûresi, 33:59) (ilâ âhir) âyeti, tesettürü emrediyor. Medeniyet-i sefihe ise, Kur’ân’ın bu hükmüne karşı muhalif gidiyor. Tesettürü fıtrî görmüyor, bir esarettir diyor.
“Ben de Adliyenin mahkemesine derim ki: Bin üç yüz elli senede ve her asırda üç yüz elli milyon insanların hayat-ı içtimâiyesinde en kudsî ve hakikatlı bir düstûr-u İlâhîyi, üç yüz elli bin tefsirin tasdiklerine ve ittifaklarına istinaden ve bin üç yüz elli sene zarfında geçmiş ecdadımızın itikadlarına iktidâen tefsir eden bir adamı mahkûm eden haksız bir kararı, elbette rûy-i zeminde adalet varsa, o kararı red ve bu hükmü nakzedecektir.”
Demek ki neymiş.. Bir kere asıl mesele sefih (nefis ve hevayı okşayan) medeniyetin, Kur’ân’ın bu hükmüne karşı çıkmasıdır. Yani insanlığın hayrına ve gelişmesine çalışan, teknolojiyi ve harika icatları insanlığa hediye eden hakikî medeniyet, Kur’ân’a ilişmiyor. Kur’ân da onu koruyor ve gözetiyor. Ama bu sefih medeniyet var ya..
Bediüzzaman’a göre, “Küre-i arzı bir köy şekline getiren şu medeniyet-i sefihe ile gaflet perdesi pek kalınlaşmıştır. Tâdili, büyük bir himmete muhtaçtır. Ve keza, beşeriyet ruhundan dünyaya nâzır pek çok menfezler açmıştır. Bunların kapatılması, ancak Allah’ın lûtfuna mazhar olanlara müyesser olur.”
Birşey daha var ki, yeryüzünde adalet olduğu sürece, Kur’ân’ın hükmünü tefsir edenlerin ve uygulamak isteyenlerin mahkûm edilemiyeceğidir. Öyleyse Avrupa’da var olan da budur. Yani “Ben Kur’ân’ın bu hükmüne uymak istiyorum, örtünüyorum, bu benim inancımdır” diyene ilişmemeyi tercih ediyor. Bunu da adalet namına, hak ve hukuk namına yapıyor. Yoksa Kur’ân namına değil. Ama bu yaklaşım, Kur’ân’ın “hak” ölçüsüyle örtüşüyor. Hem de nelere rağmen bunu yapıyor? Sefih medeniyetin, Avrupa’yı çepeçevre iliklerine kadar kuşatmasına rağmen.. Mensuh olmuş dinlerinin, kendilerini içkili, danslı eğlencelerden men etmediğine inanmalarına ve ara sıra kiliseye giderek günah çıkartmak suretiyle rahatladıklarını zannetmelerine rağmen. Başörtüsünü ve hicabı, kendi “yaşam” tarzlarıyla asla bağdaştıramamalarına rağmen..
***
Yıllardır eğitim ve öğretim kurumlarında görev yapan biri olarak, başörtüsü konusunun ara sıra çeşitli toplantılarda ve okullarda çözüm bekleyen bir madde olarak gündeme girdiğine şahit olmuşumdur. Hatta zaman zaman bizzat şahsımdan bile yardım ve destek talep edilmiştir. Ama her defasında probleme demokratik neşter vurulmuş ve gündemden kaldırılmıştır.
Yıllar önce Avusturya Cumhuriyeti Din İşleri Genel Başkanı merhum Dr. Ahmed Abdelrahimsai’nin söylediği söz, yeri geldikçe hâlâ kulakları çınlatmaktadır. O söz de şudur:
“Eğer ben, Allah’ın izniyle demokratik hak ve hukuk çerçevesinde bu başörtüsü meselesini çözemezsem, şahit olun, başıma başörtüsünü bağlayıp Viyana sokaklarında dolaşacağım.”
Ama problem çözüldü ve merhumun böyle bir eylemi yapmasına gerek kalmadı. Hem de öyle çözüldü ki, Türkiye’den gelen başörtülü kızlarımıza bile yetecek şekilde..
Ne diyelim. Yaşasın hak ve adalet. Yaşasın demokrasi..
18.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Murat ÇETİN |
Sızlayan vicdanların prospektüsü |
|
Şu vicdan ne acayip bir şey…
Bir kere sızladı mı, gerçek isteğinden başka hiçbir şey deva olmuyor.
Koskoca Anayasa Mahkemesi kararını, hem de sayfalar dolusu gerekçesiyle sarıyorsunuz, iyileşmiyor.
Çareyi dışarıda arıyor, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden merhem alıyorsunuz: Olmuyor.
“Siyasî simge” sakinleştiricisini atıyorsunuz, biraz iyi gelecek gibi oluyor, ama sonra yine sızlamaya başlıyor.
Bir sabah uyanıp, “Mahalle baskısı” diye bir ilâç alıyorsunuz. Evet, sanki biraz iyi gibi oluyor, fakat uzun sürmüyor.
Kenan Evrenvari, “Çatışma çıkar” iddiasını enjekte ediyorsunuz, kâr etmiyor.
Arada, “50 yıl önce böyle bir şey var mıydı?”, “Biz annelerimizin örtülerine karşı değiliz”, “Benim anneannem hacıydı, dedem müftüydü, büyük dedem vaizdi, büyük büyük amcam hocaydı” kapsüllerini bir yudum laiklikle yutuyorsunuz, fayda etmiyor.
Bazen kezzapçı çıkarıyorsunuz, bazen başı açıkları almayan taksici. Bana mısın demiyor.
Gitmediğiniz hukukçu, kapısını çalmadığınız siyasetçi, aramadığınız entelektüel, sormadığınız san’atçı kalmıyor.
Hepsi bir iğne, bir hap, bir krem verip gönderiyor.
Hiçbir ilâç işe yaramıyor.
Vicdan sızlamaya devam ediyor.
Siz vicdanınızdan çok vicdan sızılarınızı düşünüyorsunuz.
Vicdanınızdan çok, gücünüzü kaybetmekten korkuyorsunuz.
Hiçbir ilaç gerektirmeyen, hiçbir yan etkisi olmayan, tamamen güvenli ve garantili o çözümü sürekli erteliyorsunuz.
Vicdanınız özgürlük diyor, sesini bastırıyorsunuz.
O sızlıyor, siz ağrı kesicilere sarılıyorsunuz.
Artık vicdanınızı dinleyin ve onu özgürlükle iyileştirin.
Vicdanı ölmüşleri dinlemeyin.
Vicdan muhasebesi diye bir derdi olmayanları hesaba almayın.
Vicdan mı, o da ne diye yüzünüze garip garip bakanları yok sayın.
Siz vicdan sahibisiniz, onu dinleyin.
18.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Hepsi kalburüstü |
|
Sahabeden Âiz bin Amr, birgün idareci Ubeydullah bin Ziyad’a, “Evlâdım, Resûlullahın (asm), ‘İşbaşındakilerin en kötüsü, idaresi altındakileri küçümseyen, onlara kötü muâmele edendir’ buyurduğunu duydum. Bunlardan olmamaya çalış” dediğinde, mağrur Ubeydullah, “Sen otur oturduğun yerde. Sen Resûlullahın Ashabının kalburaltı takımındansın” diye onu susturmaya çalışmıştı.
Üstelik küçümsemişti de Hz. Âiz’i (r.a.). Ama Hz. Âiz cevap vermekte gecikmedi: “Onlarda kalburaltı takımı yoktur. Kalburaltı takımı sonradan ve başkalarından çıktı.”1
Evet, Resûlullahın (asm) Ashabı içerisinde kalburaltı takımı yoktu. Hepsi de kalburüstüydü. Hz. Âiz de onlardandı.
Çünkü onlar Resûlullahın (asm) talebeleriydi.
Bütün zerreleriyle İslâma gönül vermişlerdi.
Allah için yaşar, Allah için konuşur, her iş ve davranışlarında Onun rızasını ararlardı. Allah’ın hatırını her şeyin üstünde tutar, bundan dolayı da saygı görürler, heybetleri karşısında titrenirdi.
Fazilet abideleriydi onlar. Güzel insanlardı. Güzellik insanlarıydı. Sevginin, saygının, şefkatin, kısacası insanlığın sembolleriydiler. Allah, Kur’ân’ında açıkça onlardan razı olduğunu bildirmişti: “Onların Rableri katındaki mükâfatları, içinde ebediyen kalmak üzere, altından ırmaklar akan Adn Cennetleridir. Allah onlardan razıdır, onlar da Allah’tan. İşte bu Rabbinden korkan kimse içindir.”2
Allah Resûlü de (asm), “Benim Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine tâbî olursanız doğru yolu bulursunuz”3 buyurarak onları övmüştü. Sahabîlerine sövülmemesini emretmiş ve “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Uhud Dağı kadar altını sadaka olarak verseniz, Sahabelerimden birinin verdiği iki hurma tanesine, hatta bunun yarısına dahi yetişemezsiniz”4 buyurmuşlardı.
İslâm âlimleri bu ve buna benzer özellikleri sebebiyledir ki, Sahabeden sonraki en büyük evliyanın Sahabenin yanında atının ayağına giren bir toz kadar kalacağını belirtmişlerdir.
Onlar gibi olduğumuz, onlara benzediğimiz sürece Allah’ın rızasını kazanırız.
Dipnotlar:
1- Riyâzü’s-Sâlihîn Terc., 1:233; Hadis no: 190 (Müslim’den.)
2- Beyyine Sûresi: 8.
3- Keşfü’l-Hafa, 1:132 (Hadis no: 381; Beyhakì’den.)
4- Müslim, Fezâilü’s-Sahabe: 221.
18.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Nur’un birinci talebesi veya kumandanı… |
|
Kimi zaman, “‘Falan ağabey Nur’un birinci talebesi, filan kahramanı, falan kumandanı’ gibi iddialara karşı ne yapmalı? Ki, Risâle-i Nur’da bu tâbirler geçtiğine göre; nasıl bir tutum takınmalı?” diye sorulur.
Birincileri, kumandanları, kahramanları tebrik ile duâ etmeli. Ve ardından da Risâle-i Nur’un prensiplerini uygulamalıdır. Tıpkı, “Tıp fakültesinin birincisi; iktisat bölümünün kahramanı ise falandır” dendiğinde tebrik edip, fakültenin prensiplerine riâyet etmemiz gibi…
Bediüzzaman’ın o talebelerini, “Birinci, kumandan, kahraman, fedakâr, sıddık” diye tavsif etmesinin sebebi; onları tebcildir, tebriktir, teşviktir ve Risâle-i Nur’u anlamada, yaymada onları örnek almaktır. Yoksa, onların şahsî meşrepleri ve düşünceleri peşine takılmak değil. Zira, Bediüzzaman “şeyh, hacı, hoca, efendi, ağabey!” endeksli eğitim ve terbiye sistemini kaldırmış; yerine “kitap, fikir, sistem” endeksli bir model koymuş. Bunu da, bizzat kendisini aradan çıkararak yapmıştır:
* Risâle-i Nur’un bir nev’î müceddit olması kaviyyen muhtemel olduğundan, o sıfatlar—hâşâ—benim haddim değil, belki tekraren yazdığım gibi, benim hayatım Risâle-i Nur’a bir nev’î çekirdek olabilir. Kur’ân’ın feyziyle, Cenâb-ı Hakk’ın ihsanıyla o çekirdekten Risâle-i Nur’un meyvedar, kıymettar bir ağaç hükmüne icad-ı İlâhî ile geçmesidir. Ben bir çekirdektim, çürüdüm, gittim. Bütün kıymet Kur’ân-ı Hakîm’in mânâsı ve hakikatli tefsiri olan Risâle-i Nur’a aittir.1
* Ben bir kuru üzüm çubuğu hükmündeyim. Üzümün özellikleri kuru çubuğunda aranmaz.2
* Ehemmiyet ve kıymet, şahs-ı manevîye göre olur. Maddî ve ferdî ve fâni şahsın mahiyeti nazara alınmamalı.3
* Bu zaman, ehl-i hakîkat için, şahsiyet ve enaniyet zamanı değil, zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatten çıkan bir şahs-ı mânevî hükmeder ve dayanabilir.4
* Ferdî şahısların dehası ne kadar harika da olsalar, cemaatin, şahs-ı mânevîsinden gelen dehasına karşı mağlûp düşebilir.
* Âlem-i İslâmı bir cihette aydınlatacak ve kudsî bir dehanın nurları olan bir vazife-i îmâniye, bîçare, zayıf, mağlûp, hadsiz düşmanları ve onu ihanetle, hakaretle çürütmeye çalışan muannid hasımları bulunan bir şahsa yüklenmez. Yüklense, o kusurlu şahıs ihanet darbeleriyle düşmanları tarafından sarsılsa, o yük düşer, dağılır.5
* Hakikat ise, tercüman bir derece telif itibarıyla, o şahs-ı manevîye bir mümessili olmak itibarıyladır. Yoksa hakkım ve haddim değildir ki, ben o kudsî işarete medar olayım...6
* Zaman, şahıs zamanı değil, şahs-ı manevî zamanıdır. Risâle-i Nur’da şahıs yok, şahs-ı mânevî var. Ben bir hiçim; Risâle-i Nur, Kur’ân’ın malıdır. Kur’ân’dan süzülmüştür. Şeref ve güzellik, Kur’ân’ındır. Şahsımla Risâle-i Nur iltibas edilmiş; meziyet Risâle-i Nur’a aittir.
* Yalnız şu kadar var ki, şiddetli ihtiyacıma binâen, Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Hakîm’den bana ilâç ve tiryakları ihsan etti. Ben de kaleme aldım. Her nasılsa, bu zamanda birinci tercümanlık vazifesi bana düşmüş. Ben de, Risâle-i Nur’un talebesiyim. Bir risâleyi şimdiye kadar yüz defa okuduğum halde, yine okumaya muhtaç oluyorum. Ben sizlerin ders arkadaşınızım.7
* Sözler güzeldirler, hakikattirler, fakat benim değildirler; Kur’ân-ı Kerîm’in hakikatinden süzülmüş ışıklardır.8
* Risâle-i Nur, başkalarından ders almaya ihtiyaç bırakmıyor. Herkes yetenekleri ölçüsünde kendi kendine istifade eder.9
Özetlersek; Üstad, kendisini mihenge vurdurduğu gibi; onları da mihenge vururuz. Üstad, kendisini aradan çıkardıysa, biz hangi akla hizmet ederek araya birilerini koyabiliriz ki?
Dipnotlar: 1- Emirdağ Lâhikası,, s. 377.; 2- a.g.e., 376-378.; 3- Kastamonu Lâhikası, s. 8.; 4- Kastamonu Lâhikası, s. 102.; 5- Emirdağ Lâhikası-l, s. 70.; 6- Emirdağ Laâhikası, s. 238.; 7- Tarihçe-i Hayat, s. 605.; 8- Mektubat, s. 358.; 9- Sözler, s. 723.
18.02.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Damara dokundurmadan |
|
Şahsî hayatımıza istikamet veren Kur'ânî prensipleri ihtiva eden Nur Risâleleri, siyasî ve sosyal hayatta da bir nev’i pusula vazifesini harikulâde düstûrları bize ders veriyor.
İşte, çoğu zaman olduğu gibi bilhassa şu günlerde şiddetle ihtiyaç duyduğumuz ve bize âdeta ilâç gibi gelen o müstesna derslerden biri de şudur: "Her dediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu demek doğru değildir. Zira senin gibi niyeti hâlis olmayan bir adam, nasihati bazen damara dokundurur, aksülâmel yapar." (Mektubat, s. 256)
Demek ki, yalana hiçbir şekilde tenezzül etmeyecek ve daima hak ve doğru olanı söyleyeceksin; ancak, bunu yaparken muhatabının damarına dokundurmamaya ve bir aksülâmele yol açmamaya âzami dikkat göstereceksin.
Zira din ve iman hizmeti, bilhassa dahilde "izah, ispat, irşad ve nasihat"ten ibarettir... Ve fakat, bu irşad ve nasihatin dahi zarar vermeden yapılması gerekiyor.
İşte, bu son derece hassas ve bir o kadar da muazzam olan hakikati perçinleyerek (maddeler halinde) izah ve tarif eden veciz bir ders daha:
1) Bu cemiyetin (İttihad–ı Muhammedî, yahut İttihad–ı İslâm cemiyetinin) reisi, Fahr-i Âlemdir.
2) Bu cemiyetin esas mesleği, evvelâ herkesin kendi nefsiyle mücahede etmesi.
3) Yani, ahlâk-ı Ahmediye (asm) ile tahallûk ve sünnetini ihyâ etmesi.
4) Başkalara da muhabbet ve–eğer zarar etmezse–nasihat etmek.
5) Bu cemiyetin kılıçları da berâhin-i katıadır (kat'î delillerdir.) Zira, medenîlere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir. (Bkz: Divan-ı Harb-i Örfi, s. 28)
Aynı mânâ ve mahiyetteki sözlere, daha başka risâlelerde de rastlamak mümkün. Bunlardan kendi payımıza aldığımız en ehemmiyetli mesaj şudur:
1) Din ve imân hizmetinde bulunurken, evvelâ muhatabınızı korkutmayacak, onun evham damarını tahrik etmeyecek, bir üslûp ve ifade tarzını kullanmalısınız.
2) Muhatabınız mü'min ise, onu asla dışlamayacak, dini kendi tekelinizdeymiş gibi davranmayacaksınız.
3) İnandığınız hakikatleri, bağıra çağıra değil, muhatabınızın başına vururcasına da değil, belki gayet medenice ve mutlaka ikna silâhını kullanmak sûretiyle izaha çalışacaksınız.
4) Bu ölçülerle hareket etmediğiniz ve bu prensipler manzumesine uymadığınız takdirde, sizin "din hesabına" galebe çalmanız mümkün görünmüyor.
Demek ki, kudsî hizmetlerde bulunma niyet ve arzusunu taşıyanlar, dahilde sert, haşin ve keskince davranamaz ve öyle "kolaycı bir yol"u ihtiyar edemezler.
Evet, bilhassa içtimaî sahada din adına konuşurken "Ya bendensin, ya karşı taraftan!" efelenmesinde bulunamazsın.
Şayet, böyle patavatsız davranarak hiddet gösterisinde bulunursan, bu yaptığın dine hizmet falan değil, sadece kendi nefsine uymak ve hissiyatını tatmin etmek anlamını taşır.
Hatta öyle ki, senin elinde bulunan şey serâpa nur olsa dahi, bunu rastgele ve lâlettayin bir şekilde gösterme hakkına sahip değilsin.
Başkasının ölçü ve mihengi ayrı olabilir. Fakat, Risâle–i Nur'un düstûr ve mîzanlarına göre durum, vaziyet bundan ibarettir.
Şu son noktayı derinlemesine teyid ve te'kit eden bir suâl ve cevap ile yazımıza nihayet verelim...
Suâl: "Diyorlar ki: 'Madem sizin elinizdeki nurdur, topuz değildir. Nura karşı muaraza edilmez ve nurdan kaçılmaz ve nurun izharından zarar gelmez. Neden arkadaşlarınıza ihtiyatı tavsiye ediyorsunuz, çok nurlu risâlelerin halklara gösterilmesini men ediyorsunuz?'
Cevap: "Bu suale karşı cevabın muhtasar meâli şudur ki: Baştaki başların çoğu sarhoş, okumaz. Okusa da anlamaz, yanlış mânâ verip ilişir. İlişmemesi için, aklı başına gelinceye kadar göstermemek lâzım geliyor. Hem, çok vicdansız insanlar var ki, garaz veya tamah veyahut havf cihetiyle nuru inkâr eder veya gözünü kapar. Onun için, kardeşlerime de tavsiye ediyorum ki, ihtiyat etsinler, nâehillerin eline hakikatleri vermesinler. Hem, ehl-i dünyanın evhâmını tahrik edecek işlerde bulunmasınlar." (Lem'alar, s. 108)
Bu hakikatli ifadelere ekleyecek başka bir söz bulamıyoruz.
GÜNÜN TARİHİ 18/19 Şubat 1405
Timur'dan Mirza Bediüzzaman'a
Büyük "Timur İmparatorluğu"nun kurucusu Aksak Timur, 69 yaşında vefat etti.
Timur'un vefatı, 200 bin kişilik bir orduyla Çin seferine çıkma hazırlığı yaptığı esnada gerçekleşti.
Timur 1336'da Semerkant yakınlarındaki Keş kasabasında doğdu. Babası Barlak aşiretinin reisi idi.
Mâveraünnehir bölgesinde yaşayan Timur, babasının vefatından sonra bölgedeki emirler arasında çıkan çekişmeler sebebiyle siyasete atıldı.
1370’te Emir Hüseyin ile arası açılan Timur, onun ölümünden sonra tek başına Mâverâünnehir’in hâkimi oldu. Semerkant merkezli yeni bir devlet kurdu ve liderliğini ilân etti.
Yedi sene zarfında önce İran’ı, hemen ardından sırasıyla Azerbaycan, Irak-ı Acem, Irak-ı Arap, Harezm ve İdil Irmağının doğu kısmını ele geçirerek hakimiyet sahasını genişlettikçe genişletti.
Daha sonra Hindistan üzerine de sefer açtı. 1398'de Hindistan'a girdi. Delhi'yi, bir sene sonra da bütün Kuzey Hindistan’ı zaptetti. Buralarda yaptığı bütün savaşları kazandı. Tıpkı, Gazneli Sultan Mahmud gibi...
1401-1402 yıllarında Suriye ve Anadolu üzerine büyük akınlar yaptı. Pekçok yerler zaptetti.
1402 yazında Erzurum, Erzincan, Kemah ve Kayseri üzerinden Ankara'ya doğru hareket etti. Ankara'nın Çubuk Ovası’nda yaşanan Savaşta, Sultan Yıldırım Bayezid'i mağlup ederek onu esir aldı.
Ayrıca, Osmanlı topraklarının önemli bir kısmını hâkimiyeti altına aldı. Tâ İzmir'e kadar uzandı.
Böylelikle, Ege Denizi sahilinden tâ Çin Seddine kadar olan pek büyük bir coğrafyaya hükmetmeye başladı... Sıra Çin seferine gelmişti. Ancak, ömrü buna kifâyet etmedi. Sefer hazırlığı esnasında, eceliyle vefat etti.
Timur'un oğulları ve Mirza Bediüzzaman
Timur'dan sonra tahta geçen oğullarının hiçbiri, babalarının ülkesini aynı kudret ve bütünlük içinde koruyamadı. İmparatorluk, oğullar arasında parçalara ayrıldı. Miranşah ve Şahruh gibi... Yönetim ayrı ayrı devletler şeklinde devam etti.
Ana gövdeyi teşkil eden Timurlu Hükümdarlığı 1506'da sona erince, bu hanedanın hakimiyeti de tarihte bir başka şekil almış oldu. Aynı hanedana mensup Zahireddin Babür'ün Hindistan'da kurmuş olduğu Hint–Türk İmparatorluğu daha uzun yıllar ayakta kalmaya devam etti.
* * *
Timur ve oğulları, Çağatay Türkçesiyle konuşur ve yazardı.
Bu arada, Timur'un oğulları ve torunları arasında tarihte iz bırakan, büyük şan ve şöhrete sahip olan bazı şahsiyetler var ki, bu vesileyle onlardan da kısaca söz etmek gerekir.
Şahruh: Devleti 1405–1447 yılları arasında yönetti. Tebriz ve Horasan bölgesini ülkesine katmakla şöhreti ziyadeleşti. Osmanlılarla iyi geçinmeye çalıştı. 1447'de, Rey eyâletine bağlı Peşâver’de vefât etti.
Hüseyin Baykara: 1430–1505 yıllarında yaşadı. Hem devlet adamı, hem de şair bir şahsiyetti. Kendisinin de müdavimi olduğu bir ilim meclisini kurmakla büyük takdir topladı. Meşhûr Ali Şîr Nevai ile Molla Cami de bu meclisin en has şahsiyetleri idi.
Ulûğ Bey: Timur'un torunu, Hüseyin Baykara'nın oğludur. 1393–1449 yılları arasında yaşadı. Matematikçi ve astronom bir hükümdardı.
Ali Kuşçu (1403–1474): Babası Muhammed, Timur'un torunlarından Maveraünnehir Emiri Uluğ Beyin "Kuşçubaşı"sıydı. Kendisine "Kuşçu" lâkabının verilmesi de buradan, yani baba mesleğinden kaynaklanıyor. Ahir ömrünü İstanbul'da matematik ve rasat ilmiyle meşguliyet içinde geçirdi.
Mirza Bediüzzaman: Babası Hüseyin Baykara gibi âlim ve şair bir şahsiyettir. Timur oğullarının son hükümdarıdır. Özbeklere yenildikten sonra Şah İsmail Safevi'ye sığındı ve onun yanında altı yıl kadar kaldı. Daha sonra, tıpkı İdris–i Bitlisî gibi oradan ayrılıp İstanbul'a geldi. Yavuz Sultan Selim'e misafir oldu.
Mirza Bediüzzaman'ın dedesi Timur, Sultan Bayezid'i vaktiyle esir almıştı. Ancak Sultan Selim, Timur'un torununa hürmet gösterdi, ona hakan muamelesi yaptı ve yanına kurdurduğu bir tahta oturttu.
İmâm–ı Rabbânî'nin (ra) Mektubat isimli eserinde, nasihat yüklü iki mektupla hitap etmiş olduğu Mirza Bediüzzaman, 12 Ağustos 1515'te henüz 46 yaşında iken İstanbul'da vefat etti. Mezarı Eyüpsultan Kabristanındadır.
18.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevat ÇAKIR |
Yağmur duâsından kar duâsına |
|
Kuraklık zamanlarında yağmur duâlarını duyuyorduk, ama kar duâsını duymamıştık. İstanbul Valisi Muammer Güler, “Hep beraber duâ edelim, İstanbul’a hızlı kar yağsın. Daha sonrasını düşünürüz” demiş. (1) Evet çare yok, aczi beşeri başka ne yapabilir ki? Demek halisane yapılan duâlar hürmetine aylardır beklediğimiz kar nihayet İstanbul’a da gönderildi.
Başta çocuklar olarak herkes sevindi. Çocuklar diyorum, daha önce bu sütunlarda ‘duman avcısı’ olarak tanıttığım yeğenim Mahmut Cemal, babasına kendisine kar göstermesi için ağlıyormuş. ‘Kar’ı çocukların çok sevmesi belki de onlar gibi temiz olmasından mıdır? “Ve keza bulut ve arz arasında cereyan eden su alış verişine bakınız ki, arz suyu buhar şeklinde buluta veriyor, bulut da kendi fabrikasında lâzım gelen ameliyatı yaptıktan sonra buz, kar, yağmur şeklinde iade ediyor.” (2) “Karı hep baridane ve tatsız telâkki ederler. Halbuki, o barid tatsız perdesi altında o kadar hararetli gayeler ve öyle şeker gibi neticeler vardır ki, tarif edilmez.” (3) Bugünün kimi şehir çocukları ‘kar’a temas edemeden büyüyorlar. Çünkü o ‘beyaz’a insanların “bulaşık eli” engel olmaktadır. Gerçi sadece çocuklar değil, bir yapay oluşum olan şehirlerde normal insanlar da etkilenmektedir. Hopa’dan İstanbul’a iş icabı taşınmak zorunda kalan bir arkadaşım; “İstanbul’da gök gürültüsü olmaz mı?” diye sordu. Belli ki fındık bahçeleri içindeki evini özlediği gibi, gök gürültüsünü de özlemiş. Ne yazık ki köyüne dönmeden evinin bahçesindeki ağaçların dallarındaki kuş sesini duyamadığı gibi, gök gürültüsünü de duyamayacak. Hem araçların ekzos gürültüleri varken nene lâzım sana gök gürültüsü?
Şehirlerin nüfus yoğunluğundan dolayı bacalardan çıkan sıcaklık, yaygan ‘kar’ı yere inmeden suya dönüştürüyor. Beton binalar yaz aylarında dahi şehir sıcaklığını bir kaç derece arttırmaktadır. Böylece insan, kendi eliyle kendisine zarar vermiş oluyor. Evet sünnetteki yapılanma dikey yerine yatay olması gerekir. Bir hadisi şeriflerinde Peygamberimiz, (asm) “Evinin damını yüksek yapma, komşunun rüzgârına engel olursun” diye buyurmuştur. Binaların çarpıklığı hava sirkülasyonunu da engellemektedir. Nitekim bu konu ile ilgili olarak, “İstanbul’u kurutan gökdelenler mi?” başlıklı bir haber vardı. (Vatan, 16 Şubat 2008)
Meteoroloji yüksek mühendisi Gökhan Abur’un şu görüşlerine yer veriliyordu: “İstanbul’da iki hakim rüzgâr vardır. Lodos ve poyraz. Yapılaşmadaki dengesizlik sebebiyle boğaz hattı boyunca kuzey ve doğu kesimleri etkilenecektir. Eskiden Maslak en çok kar yağışı olan yerlerden biriydi, hiç sis olmazdı. Şimdi durum tam tersi. Sebep bu yükseklikleri ve yapı şekilleri birbirinden bağımsız ve dengesiz gökdelenlerin rüzgâr sirkülasyonunu engellemesi. Şehirleri en çok etkileyen rüzgârlar lodos ve poyraz gibi yüzey rüzgârlarıdır. Bu rüzgârlar gökdelenlerin yüzeyine çarpıyor ve tırmanıyor: 9 kat hız alan rüzgârlar aynı hızla yapıların tepesine vardığında yere iniyor ve soğuk artıyor: Şu anda ilk etapta boğaz ve çevresiyle Anadolu yakasını etkileyecektir” demektedir.
Rahat bir nefes almak için yoğunluğu azaltmak ve yatay yapılanmaya geçmek gerekmektedir. Yoksa insanlık kendi yaptığı binaların ağırlığı altında hem ruhu hem de bedeni ezilmeye devam edecektir.
Dipnotlar:
1- Yeni Asya, 17 Şubat 2008;
2- Mesnevî-i Nuriye, s.17;
3- Sözler, s, 211
18.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
İbadete gayretli cahil |
|
İsterseniz Peygamber Efendimizin (asm) konumuz ile ilgili hadis-i şerifini tekrar hatırlayalım: “Dinin felâket kaynakları üçtür: (1) Günah işleyen âlim, (2) Zalim idareci, (3) İbadete gayretli cahil.” Önceki iki yazımda ilk iki gruptan bahsettiğimi hatırlarsınız. Müsaadenizle bugün de, ibadete gayretli cahilin neden dinin felâket kaynağı olduğu konusu üzerinde durmaya çalışalım.
Burada “İlim öğrenmek erkek ve kadın bütün Müslümanlara farzdır” mânâsındaki hadisi hatırlayarak konuyu anlamaya çalışalım. Şüphesiz hadiste geçen ilimden maksat, iman ve İslâm hakikatleriyle ilgili ilimdir. Çünkü Allah’ın emirlerini tam olarak yerine getirmemiz ve yasaklarından tam olarak kaçınmamız için dinimiz konusunda tam bir bilgiye sahip olmamız gerekmektedir. Aksi takdirde cehlimizle hem İslâm’ı anlamayacak, hem de yanlış anlaşılmasına sebep olmuş olacağız.
Hemen ifade edelim ki, hadiste kastedilen ilim dünyayı ilgilendiren ilimler değildir. Gerçi dinimiz Allah’ın san'at eserlerini tanımamıza yardımcı olacak her türlü ilim tahsiline teşvik etmektedir. Ancak herkesin, meselâ Fizik ve Kimya gibi ilimleri tahsil etme imkânına sahip olamayacağını unutmayalım. Bu ilimlerin tahsili mübah olmakla beraber farz değildir.
Buna göre hiçbir Müslüman beşerî ilimleri tahsil etmek için İslâmî şeâirden taviz verme iznine sahip olamaz. Bunu da böylece hatırlamış olalım. Çünkü dünyanın makam ve mevkilerini elde etmek için tahsil hayatına atılan bir çok kişi vicdanını bastırmak için Peygamberimizin (asm) ilmin farziyeti ile ilgili hadisini sıkça kullanmaktadır. Oysa yukarıda da ifade ettiğimiz gibi farz olan ilimler iman ve İslâm ile ilgili ilimlerdir.
Hadiste geçen, ibadete gayretli cahil insanların felâket oluşturabileceği hadisesi ise, dinin yanlış anlaşılmasına sebep olunması ile ilgili olmalıdır. Dinî konular hakkında yeterli bilgi elde etmeden ibadetleri büyük bir gayretle yerine getirmeye çalışan bir kısım insanların dinî hükümlere perde olması ve bundan dolayı da dinin yanlış anlaşılması, insanlık için çok mahzurlu durumların meydana gelmesine sebep olabilmektedir.
Ne yazık ki, “Dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan” şeklinde de ifade edilebilen bir kısım insanlar, dinin yanlış bilinmesine sebep olmakta ve İslâm’a muhtaç gönüllerin İslâm’dan uzaklaşmalarına sebep olabilmektedirler. Bu sebeple Yüce Rehberimiz (asm) “Beşikten mezara kadar ilim tahsil ediniz”, “İlim mü’minin yitik malıdır, nerede bulursa alsın” ve “İlim Çin’de de olsa alınız” gibi bir çok hadisle, ilmin insanın, bilhassa da ehl-i imanın hayatındaki ehemmiyetini ifade buyurmuş ve ümmeti ilim tahsil etmeye ısrarla teşvik etmiştir.
Asrımızın büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Said Nursî de, Risâle-i Nur adlı külliyâtında, biz Müslümanların cehalet, zaruret ve ihtilâf denilen üç büyük düşmanımızın bulunduğunu ve bu üç büyük düşmana karşı marifet, san'at ve ittifak silâhlarını kullanmamız gerektiğini ifade etmektedir.
Bütün bu gerçekler dinimiz hakkındaki bilgilere şiddetle muhtaç olduğumuzu göstermektedir. Dinimiz, inananların itikat ve ibadet ihtiyaçlarıyla birlikte, sosyal hayat ile ilgili ihtiyaçlarını da gidermektedir. Peygamber Efendimizin (asm) aynı zamanda iyi bir psikolog ve iyi bir sosyolog olduğunu ve insanlarla münasebette bizim için çok önemli bir örnek teşkil ettiğini unutmamamız gerekmektedir.
Siyer-i Nebîyi gözden geçirdiğimiz zaman Peygamberimizin (asm) sosyal hayatla ilgili en iyi bir hayat örneğini yaşadığını göreceğiz. Biz inananlara düşen de, gerek Kur’ân-ı Azimüşşanın hakikatlerini, gerekse de Kur’ân’ın müfessiri olan Peygamberimizin (asm) sünnet-i seniyyesini iyi bir şekilde öğrenmektir.
Zamanımızın en büyük cihadı, İslâm’ı doğru bir şekilde öğrenmemiz ve hayatımıza geçirmemizdir şüphesiz. Aksi takdirde “sadîkü’l-ahmak” diye nitelendirilen bir çok kişi gibi bizler de kaş yapalım derken göz çıkarmak bâbından, hizmet edelim derken hezimete sebep olmuş olacağız. Allah, bizleri böyle bir duruma düşmekten muhafaza etsin...
18.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hasan GÜNEŞ |
Altı günde yaratılan kâinat |
|
Geçenlerde bir öğretim üyesi basına da verilen bir mektubunda “Dünyanın yedi günde yaratılması, Nuh tufanı ve Hz. Âdem masalları” diyerek kendi yasakçılığına ve baskıcı anlayışına mazeret bulmaya çalışıyordu. Aslında tek dünyalı insanların makam ve mevki mücadelesinde işgal ettikleri güya mevzileri savunma iç güdüsüyle söylediklerini dikkate almamak en doğrusudur. Ancak benzeri lâfların yeni olmaması ve tahrif edilen İncil ve Tevrat’taki izahlara itiraz şeklinde Batı aydınında oluşan tereddütlerin yaygın olması sebebiyle ele almakta fayda var. İtirazlar çok şeyde olduğu gibi Batıdan çalmadır, kopyadır. Kur’ân’ı ya da bu zamandaki tefsiri olan Risâle-i Nur’u okumuş olsalardı, hakikatın daha farklı oluğunu göreceklerdi.
Evet Kur’ân’a ve diğer semavî kitapların yüksek hakikatlarına “masal” diyenler yeni değil. İnkârcılar bin dört yüz sene önce de hatta daha önceki dönemlerde de yetişemedikleri bu hakikatlara aynı şeyleri söylemişler. Onların “masal” demekten başka bir masalları zaten yok… Kur’ân, onların söylediklerini naklederek masallarını yüzlerine çarpar, hesap günü için akıl sahiplerini şahit tutar.
Mü’minun Sûresinde, haşir ve hesap gününü inkâr edenlerin gerekçe olarak “Bu ‘esatirü’l evvelin’den başka bir şey değil” sözlerini nakleder ve devam eden âyetlerle cevap verir, yerin ve göğün ve içindekilerin sahibini sorar.
Aslında burada zamanımızın en büyük tehlikesi olan, fen ve felsefeden kaynaklanan inkârcılığın merkezi Batı’ya ince bir cevap daha vardır. “Esâtir” bütün Batı dillerinde de çok yaygın olarak kullanılan story ve history gibi hikâye ve tarih mânâsında kullanılan bir kelimedir ve kökeni aynıdır.
Şimdi itirazların çıkış noktasına gelecek olursak: Musevilerin Tevrat, Hıristiyanların da Eski Ahit olarak kabul ettikleri kitapta Tekvin ve Çıkış bablarında “Allah altı günde gökleri ve yeri yarattı, yedinci günde istirahat etti” şeklinde yaratılış anlatılır. Cumartesi günü mabede gelenlerin sayısını arttırmak gibi gerekçelerle “yedinci günde istirahat etti” ifadesinin eklenerek tahrif edilmesiyle; “gün” kavramı haftanın günleri ile sınırlandı ve pek çok konuda olduğu gibi Tevrat ve İncil itirazlara açık hale geldi.
Eski rahipler yer ve göğün yaratılışında bir çok hikmete binaen uzun devirler olduğunu bilselerdi, belki de bu tahrifatı yapmaya cesaret edemezlerdi. Onlar da şimdiki bilim adamları gibi kendi bilgilerinin nihaî nokta olduğunu, daha keşfedilecek bir şey kalmadığını düşünüyorlardı. Halbuki ilim ve teknolojide bilinmeyen, bilinenden her zaman çok daha fazladır. Kıyamete kadar da bu gerçek değişmeyecektir. Evet âciz ve câhil beşer karışınca karıştırıyor. Acz ve kusurdan münezzeh olan Âlemlerin Rabbine yorgunluk ve istirahat isnat etmeleri bu kâinatın yaratılışını ve içindeki dakik nizamı hiç fark etmediklerini ve hikmetten hiç bir şey anlamadıklarını gösterir. Batı’daki ilim adamları engizisyondan bu yana kavgalı oldukları kiliseye karşı bu fırsatı kaçırmadılar. Onların buradaki şubelerine gelince; hem mazisi temiz, hem de mahza hikmet olan, içinde hiç bir tenakuz bulunmayan, aklı ve düşünmeyi her zaman teşvik eden “İslâma karşı Batılıların Tevrat ve İncil’e karşı söyledikleri aynı nakaratı aynı masalı tekrarlamaları gerçekten gariptir.
Neyse Kur’ân’a gelecek olursak, Cenâb-ı Hak A’raf Sûresinde: “Altı günde gökleri ve yeri yarattık” buyurur. Başka yerlerde de benzer mânâda âyetler mevcuttur. Bediüzzaman Hazretleri, On Dördüncü Sözde, bu âyetlerdeki “gün” ifadesinin farklı olduğunu ifade eder ve Mearic Sûresinden delil getirerek “bin ve elli bin sene gibi uzun zamandan ibaret olan eyyam-ı Kur’ân’iye” ifadesini kullanır. Yine Bediüzzaman Hazretleri, Dördüncü Söz’deki “elli bin senelik bir mesafeyi bir günde kat’ eder” ifadesiyle de zaman-mekân ve hız hususunda izafiyete kapı açar. Demek ki Kur’ân’da geçen gün kavramı, bizim bildiğimiz Yerküre’nin günü olan yirmi dört saatlik gün değil, devir ve dönem mânâlarını da ihtiva eden ve miktarını ancak Cenâb-ı Hakkın bildiği bir kavramdır.
Risâle-i Nur’un bu izahlarından sonra, son yıllarda Batı’da da buna benzer yorumların yapılması aslında bir tesadüf değildir. Risâle-i Nur’un sadece Müslümanları değil beşeri de küfr-ü mutlaktan kurtarma vazifesinin bir cüzüdür.
Evet zaman, kâinatın yaratılışı ile başladı. Yerküre’nin yaratılışına kadar geçen uzun bir zaman periyodunda, günler henüz ortada olmayan Yerküre saatine göre değil; elbette kâinat saatine göre olacaktı. Ayrıca ilmî araştırmalara göre “büyük patlama” ile yaratılan kâinatın ilk periyotlarında o küçücük ve yoğun mekânlarda zamanın akışı elbette daha farklı olacaktı. Mi'rac ve benzeri bahislerden dolayı İslâm dünyasının âşina olduğu izafiyet kavramının ispat edilmesiyle artık ilim dünyası hadiseye daha sağlıklı bakabilmektedir. İlim adamlarına düşen itiraz değil hikmetlerini araştırmaktır.
Zaman kavramı bile hâlâ esrarını korurken, bize düşen zerrelerden yıldızlara kadar koca âlemi yoktan var eden ve koca kâinatı bütün müştemilatıyla bir an bile kabza-i tasarrufunda hariç tutmayan ve zamanı kudret kalemine bir sayfa ve bir mürekkep hükmüne getiren Âlemlerin Rabbinin âyetlerini tefekkür etmektir, hikmetlerini araştırmaktır.
Başka bir yazımızda da inşallah diğer konuları ele alacağız.
18.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Başörtüsü yasağının ‘üstad’ları veya bilim tapınakları |
|
Hürriyetin tarifi genellikle şöyledir: “Benim hürriyetimin bittiği yerde başkalarının hürriyeti başlar.’ Şimdi bu tarif de demode oldu. Eski köye yeni adet geldi. Bu kaziyye-i muhkeme değişmiş ve tersyüz ve altüst olmuş vaziyette. Aynen Safinaz Kâzım’ın yazdığı gibi eski tanım yerini, ‘Benim hürriyetim başkalarının hürriyetini bastırmaktır...” anlayışına terk etmiştir. Lübnan’da yayınlanan el-Aman gazetesinin alıntıladığı gibi Safinaz Kâzım şöyle yazmaktadır: İlmaniyyu Türkiye: Hürriyetuna hiye kahri’l aher...” Yani Türkiye’deki kimi laik çevrelerin hürriyet anlayışı şudur: Bizim hürriyetimiz başkalarının hürriyetini bastırmaktır... Yani tez değil anti tez. Devrim değil karşı devrim. Peki dışarıdan bakan birisi bu yargısında haksız mı? Ne gezer! Haksız olmadığını Hürriyet’in manşetinden izleyebiliriz: “411 el kaosa kaldırıldı...”
Sami Selçuk’un ifadesiyle başörtüsüyle ilgili aslında var olmayan ve sanal olan yasağı hem de çoğunluk tarafından kaldırılması, ‘çoğunluk despotizmi’ oluyornuş... Gel de bu işe şaşma ve aklını peynir ekmekle yeme. Bu yargı hakkında ne denebilir? Olsa olsa Ankara mezhebinin mugalata kolu veya meşrebi denebilir. Hasan Cemal gibilerin eleştirdiği bu yargı aslında Karakuşi bir yargı. Belki yeniler bilmezler, Karakuşi yargısı şudur: Selahaddin Eyyübi’nin veziri olan hazretle ilgili doğru yanlış bir sürü fıkra ve hikâye uydurulmuş ve bunlar Arap dünyasında darb-ı mesel haline gelmiştir. Bekri Mustafa gibi. Sözgelimi Karakuşi yargısına bir örnek şudur; Çiftleşen hayvanların zina etti diye kırbaçlanması. Yani insana mahsus olan şer’i hükümlerin hayvana da tatbik edilmesi.
Aslı olmayan yasakların kaldırılmasının çoğunluk despotizmi olduğuna dair Karakuşi yargıyı meğerse Fransız Masonları da paylaşıyormuş. Maşrık-ı A’zam’ın üstad-ı azamları aynen Ertuğrul Bey gibi düşünüyorlarmış. Onlara göre de çoğunluk demokrasiye karşı olabilirmiş. Öyleyse onların anladığı demokrasi azınlık rejimidir. Bu durumda Abdulhamid İbrahimi’nin tesbit ve teşhisini nasıl hatırlamayalım: Bugün bir çok ülkenin iktidar dümeninde jakobenler yani ideolojik azınlık mensupları vardır. Masonlar da işte bu ideolojik azınlık mensuplarındandır. Bu vesile ile başörtüsü yasağının ‘üstad’larını da bilvesile öğrenmiş olduk. Mason biraderler Celal Şengör gibi düşünüyorlar. Sadece bizde değil Fransa gibi ülkelerde de başörtüsünün ilim irfan yuvalarında yasak olması gerektiğini düşünüyorlar. Onlar da Fatih Hilmioğlu gibi düşünüyorlar. Değil 411, 555 bile olsa nafile. Gam değil.. ‘Yasak dedikse yasaktır hemşerim’. Hürriyeti ancak ideolojik azınlık temsil ve tayin eder. Maşrık-ı A’zam’ın Üstad-ı A’zam’ı olan Jean-Michael Quillardet şunları söyleyecektir: “Üniversitelerde kimliklerin temsil ve izhar edilmesine katiyetle karşıyım. Orası gelişme, bilgi ve değişmenin adresi, yuvası ve ocağıdır...”
Yani masonların gözünde bilim tapınakları. Aynı kanıyı Fransız masonları da paylaşıyormuş. Ya Baykal, Özkök ve benzerleri gibi bizimkiler de Fransız Farmasonları ile aynı telden çalıyorlar ya da onlar bizimkilerle aynı frakanstalar. Var bir bit yeniği ama ne! Üniversitelerde başörtüsü yasağının kaldırılması çoğunluk tarafından dahi alınmış olsa bunun demokrasiyle çatıştığını düşünüyorlar. Ve başörtüsü hürriyetini ve serbestisini destekleyen kesimlerin de çoğunluk dahi olsalar haksız olduklarını dermeyan ediyorlar. Böylece sadece hürriyetin değil demokrasinin de tanımını yapıyor ve tepetaklak ediyorlar. Masonik düzende demekki hüriyet ve demokrasi tek yanlı. Kriterlerini çoğunluk değil azınlık ve masonik gelenek belirliyor ve tayin eder. Bu kadarını da bilmiyorduk.
***
Ama bu kadar da değil, onlar laiklik nokta-i nazarından sadece dinin alanını değil neyin dini olup olmadığını da tayin ediyorlar. Bu anlayış Nevzat Tandoğan anlayışıdır. Masonlar aynen Zekeriya Beyaz, Şahin Filiz, Osman Zümrüt veya Ethem Ruhi Fığlalı veya Ruhat Mengi gibi başörtüsünün temellerinin İslâmda da olmadığını söylüyorlar. İslamın ne olup olmadığını yine tayin ediyor. Bu hususta Başbakanın yaptığı gibi Diyanet’e sormak laikliğe aykırı düşüyor. Ama İslâmda olduğu halde olmadığını söylemek laikliğin bir iktizası oluyor. Bir gerçek bu kadar tersyüz edilemez. Fakat bu vesile yaşadığımız dünyanın gerçeklerine de vakıf olmaktayız. Masonluk veya zındıka komitesi veya cereyanı sadece İslâma veya umde ve prensiplerine karşı değil. Bütün dinlere de karşı. Demokrasinin tarifini onlar yaptığı gibi dine karşı oldukları halde yine de dinin tarifini onlar yapıyorlar. Demek ki kendilerini bu kadar güçlü ve zinde hissediyorlar. ‘Avrupa’nın kültürü, köklerini Hıristiyanlıktan alıyor’ dediği için Barroso’ya da takmışlar ve ona haddini bildirmeye karar vermişler. Onlar Avrupa kültürünün köklerini sadece Aydınlanmadan aldığını düşünüyorlar. Barroso’ya bu gerçeği öğreteceklermiş. Bu bana Fahreddin-i Razi ile Kerramiye arasında geçen bir sürtüşmeyi hatırlattı. Razi, bir nev’î haşeviye olan yani aklı devredışı bırakan Kerramiye’yi eleştirmektedir. Ve onlar hakkında eleştirileri sıralamaktadır ama bu konudaki vaaz veya hutbesini vakit darlığından öteki haftaya devreder. Öteki hafta önsaflarda pür silahlı ve de kararlı Kerramiye taifesinin fedailerini görünce bu konudaki konuşmasını iptal etmiş ve silâhları ve gücü kastederek ‘nice bürhanlar gördüm’ diyerek ‘selamet derkenerarest’ demiştir.
***
Masonlar da demokrasi adına demokrasiyi akıl adına aklı iptal ediyorlar. Maalesef devirdikleri köhne skolastik anlayışın yerine bugün kendileri geçmiş durumdalar. Kendileri de böylece neoskolastik akım olmuş oluyorlar. Çünkü tuttukları yol akla ziyan bir yoldur. Çünkü mimar dedikleri yerin ve göğün yaratıcısı yerine, mamuru yani halık yerine mahluku ikame etmekte ve ilimi, alimin yerine geçirmektedirler. Bu kendilerini ilgilendirse de başkalarına da hayat hakkı tanımak istemiyorlar. ‘Benim hürriyetim başkalarının hürriyetini bastırmaktır’ dedikleri için de bu tutumları ister istemez bizi de ilgilendiriyor. Yoksa gölge etmeseler ne halleri varsa görsünler.
18.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şükrü BULUT |
Neden Yeni Asya? |
|
Otuzsekiz seneyi de doldurdu. Belli bir çizgide, zahiren mütevazi bir tirajla, populizmin itirazlarına arkasını dönerek, kimseye minnet etmeden, maddî ve manevî hiçbir beklentiye girmeyerek tam otuz sekiz sene... Neden? Onun rahle-i tedrisinde yetişenler yüzbinlere ve milyonlara seslendiği halde, neden Yeni Asya halen halinden memnuncasına yüksek tirajlara dönüp bakmıyor... Yeni Asya´nın çizgisi, çerçevesi, prensipleri, dayandığı temeller ve hedeflediği esaslar dışarıdan anlaşılamadığından hep sorgulamalara tâbi tutuldu.
Yeni Asya çok zarurî bir ihtiyacın neticesi olarak hayata başlamıştı. Tarihçe-i hayatı tarihin en önemli dört devrini kapsarken, Kur´ân´dan nebean eden eserleri, beş kıta ve yedi iklimde elli lisanda neşredilen Bediüzzaman’ın, dünyayı ve tüm insanlığı kucaklıyan dâvâsının naşir-i efkârı olma gayreti, fitrî bir ihtiyacın neticesi idi. Ekseriyeti fakrul hâle sahip Nur Talebelerinin, Yeni Asya´yı hangi şartlarda çıkardıklarını tarih çok garib hikâyeleriyle birlikte yazacaktır. Bırakınız siyasî cereyan veya holdingleri, küçük bir tüccarı bile arkasında bulamayan Yeni Asya’nın neşir tarihçesini hakikaten ben de merakla bekliyorum.
Yeni Asya’nın garipliklerini çözebilmek için, Bediüzzaman’ın hayatını ve Nur Külliyatını anlamak gerekiyordu. Bu ise kolay değildi. Bediüzzaman’ın bilinen hayatı altı bin küsur sayfalık bir eser Külliyatı içinde eriyerek dağılmıştı. Bu eserin satırları arasına sabır, teslimiyet ve sebatla giremeyenler, ne Said Nursî’yi tanıyabildiler ve ne de Risâle-i Nur’u anlayabildiler. Teslimiyet, sabır ve sebatsız okumalar Risâle-i Nur’un körlerin fil tanımına benzer tarzlarda farklı anlaşılmasını netice verdiğinden Nur Külliyatının ana çerçevesi ile Bediüzzaman’ın asıl gâyesi maalesef ekseriyetçe anlaşılamadı.
Yeni Asya, bayrağı kendisinden devraldığı İTTİHAD gibi, çıkış maksadının zamanın tefsiri Risâle-i Nur’u tebliğ, müdafaa ve neşir olduğunu ilk sayısında ilân etmişti. Gayet büyük, omuzları çökertecek ve Risâle-i Nur’u okuyan milyonların bakış ve takiplerini kendisinde kilitleyecek bir iddia...
Risâle-i Nur yazılı metinlerden oluşuyordu. Dili Anadolu Türkçesiydi. Ve bu eseri başta Alem-i İslâm olmak üzere bütün dünya yüzyıla yakındır tanıyordu. Bu eserdeki prensiplere bağlı kalmayı, Said Nursî’nin yaşadığı hayatı ve karşıtlarının sebep oldukları mahkemelerde müdafaaları çerçevesinde kalarak yayın hayatına devam edeceğini ilân etmişti. Bediüzzaman’ı az-çok tanıyanlar ve Risâle-i Nur´u azıcık okuyanlar Yeni Asya’nın “iddiasının” ne kadar büyük olduğunu iyi bilirler:
‘Zamanımızın ve gelecek zamanların dertlerine, problemlerine ve çaresizliklerine Kur’ân’dan çâre sunan Bediüzzaman’ı adım adım izlemek”
Hakkaniyet ve adalet duygusu uğruna hayatını hakir gören ve kendisini hariçte ve dahilde tehdit eden zındıkaya 1900’lerin başından, onun tarih-i rihleti olan 23 Mart 1960´a kadar pervasızca karşı koyan hür Üstad’ın çığırından ayrılmamanın kolaylığını kim söyleyebilir ki...
İdamla yargılandığı mahkemeleri ders salonlarına çeviren, zalimlerin zulümlerini suratlarına çarpan, yirmisekiz senelik zindan ve 21 defa yapılan zehirlemelere rağmen talebelerine “korkunun” en küçük lerzesini müsaade etmeyen Said Nursî´yi takipçilik iddiası elbette şakacıktan şeyler olmasa gerekti... Zındıka ve komita istibdadıyla birleşerek demokrasiyi kesintilere uğratan 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat darbelerinin suratlarına kırbaç gibi inen Yeni Asya’yı anlamak için; Bediüzzaman Hazretlerini 31 Mart mahkemesinde, İngiliz İşgal Komutanı karşısında, Rus Orduları Kafkasya cephesi komutanı ile mücadelesinde, Mustafa Kemal ile Divan-ı Riyasette, Eskişehir, Denizli, Afyon ve İstanbul Mahkemelerinde takip etmek “anlamanın” olmazsa olmaz şartıdır. Yolundaki dünya menfaatini ayağıyla yana iten bir Bediüzzaman’a söz vermenin hangi mânâya geldiğini bilenler bilir: Küçücük yaşlardan itibaren hürriyetine düşkün olduğu kadar insanlardan istiğnaya da dikkat eden Seyda’nın Medrese iaşesi için dışarıya çıkmaması, Ömer ve Tahir Paşaların konaklarındaki dünyaya dönüp bakmaması, Çerkes Hasan Paşa’nın Boğazdaki yalısından “Şekerci Han”a çekilmesi, Mısır Hidiv’inin, İstanbul’un en mutena yerlerindeki mülkleri -velev ki İslâma hizmet maksadıyla da olsa- reddetmesi ve nihayet yeni hükümetin reisi Mustafa Kemal’in; üçyüz altın maaş, Muş vekilliği, Şark Umumi Vaizliği ve hayatının gayeleri arasında kanat çırpan “Medresetü-z Zehra’nın tesisi” gibi zahiren itirazına hiçbir sebep olmayan tüm teklifleri elinin tersiyle itmesi gibi hadiseler, ilk gününden itibaren Yeni Asya’nın “aslî rotasını” çizmiş oluyordu. 38 senelik bir ömürde, Türkiye gibi demokrasinin gayet topal, kanunların zayıf, idarelerin fevkalâde keyfi ve din başta olmak üzere birçok insanî değerin siyasete alet edildiği bir coğrafyada, Yeni Asya yalnızca mütevazi okuyucusunun himmetiyle yürümüş. Ne devletten, ne devlete sırtını dayamış özel ve tüzel kişilerden, ne hariçten ve ne de dahilden bir tek kuruş almamasını, onun Risâle-i Nur’a ve Bediüzzaman’a sadakatine vermezseniz, hadiseyi anlayamazsınız.
—Devam edecek—
18.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
39. yıla doğru |
|
Geçen hafta hatırlattığımız gibi, önümüzdeki 21 Şubat Perşembe günü, yayın hayatımızdaki 38. yılımızı geride bırakıp 39. yılımıza girmiş olacağız inşaallah.
Her sene olduğu gibi, bu sene de kuruluş yıldönümümüzde okuyucularımıza istifadeyle okuyacakları ve yıllarca saklayacakları orijinal bir armağanımız olacak.
Ki, bununla alâkalı ön bilgiyi de yine geçen hafta okuyucularımıza duyurmuştuk.
21 Şubat 2008 Perşembe günü 13 bin 228. sayısını çıkaracak olan gazetemizin, bu sayıya tekabül eden manşetleriyle verdiği mesajların önemini, Yeni Asya’yı ilk sayısından bu yana takip eden sadık ve vefakâr okurlarımız çok iyi bilirler.
Ancak zamanın hızlı akışı içinde günler, haftalar, aylar ve yıllar birbirini kovalarken, normalde ömrü “bir gün”le sınırlı olan gazetenin, duruma ve şartlara göre bazan güncelin ötesinde kalıcı mesajlar taşıyan manşetleri dahi ister istemez unutuluyor.
Perşembe günü okuyucularımıza sunacağımız “Ses getiren manşetler” ilâvemiz, 90’lı yılların başlarından bugünlere uzanan süreçte attığımız manşetler içerisinde, bilhassa sıcağı sıcağına ses getirip hedefini vurmuş olanlardan derlenerek hazırlandı.
Muhtevasındaki manşetlerin hikâyesinin ve yankılarının da kısaca anlatıldığı ilâvemizi gözden geçiren kadîm okurlarımız hem hafızalarını tazelemiş, hem de gazeteyle verilen hizmetin boşa gitmediğini görmüş olmanın manevî hazzını yaşayacaklar.
Yeni Asya kervanına sonradan dahil olanlar ve genç kuşaklar da, bilmedikleri birçok şeyi öğrenerek aynı hazzı paylaşacaklar.
Sonuçta, Yeni Asya’nın 38 yıldır her hal ve şart altında ve herşeye rağmen kararlılıkla sürdürdüğü “tavizsiz istikrar çizgisi”nin müşahhas bir belgesi olarak bu doküman, tarihin hafızasında gün gün kayda geçirilmiş olan bir hizmetin yansımalarından bir bölümünü komprime halde okurlarımıza ve kamuoyuna hatırlatmış olacak.
Perşembe günü Yeni Asya’yı “Ses getiren manşetler” ekiyle birlikte elinize aldığınızda, gazetenize duyduğunuz güvenin daha da pekiştiğini ve güçlendiğini hissedeceksiniz.
***
Muhteva zenginleşecek
21 Şubat’la birlikte gazete muhtevasını geliştirip zenginleştirme ve farklı ilgi alanlarına da hitap eder hale getirme noktasındaki çalışmalarımız devam ediyor.
Bu çalışmaların neticelerini Perşembe günü ve sonrasında Yeni Asya sayfalarında göreceksiniz. Ve bu süreç, ilerleyen gün, hafta ve aylarda da devam edecek inşaallah.
***
23 Mart hazırlıkları
Üstadın vefatının 48. yıldönümü olan 23 Mart için de hazırlıklarımız sürüyor. Detaylarını bilâhare duyuracağız.
***
Ekrem Kılıç’ın yazıları
Değerli yazarımız Ekrem Kılıç, uzun zamandır ara verdiği yazılarına, geçtiğimiz günlerde yeniden başladı.
Şiir sanatındaki ustalığıyla da bildiğimiz ve bu hasletini de yansıttığı, okunması başlı başına bir manevî haz kaynağı olan nesir yazılarıyla bizleri tekrar buluşturan yazarımıza “Yuvanıza hoşgeldiniz” diyor, teşekkür ediyor, hasretlerimizi dindiren bu güzel kavuşma ve buluşmaların artarak devamını diliyoruz.
18.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
İstikrarsızlığın sebebi |
|
Ekonomik ve siyasî istikrar Türkiye’de yaşayan herkese lâzım; ama sanayici ve işadamlarına biraz daha fazla lazım olduğu da doğru. Bu bakımdan, sanayici ve işadamlarının her fırsatta, ‘Aman istikrar bozulmasın, yoksa işler de bozulur’ demesini makul karşılamak lâzım.
Ancak, istikrarı bozan sebebin iyi teşhis edilmesi gerekir. Aksi halde, asıl istikrarı bozan sebeple değil, ‘sanal sebep’lerle mücadele edilmiş olur.
Bu cümleden olarak, Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ’ın gazetelere akseten bir beyanı dikkatimizi çekti. TÜSİAD Başkanı, “başörtüsü sorununun bugün siyasî istikrarsızlık nedeni haline geldiğini” savunmuş. (Star, 17 Şubat 2008)
Tabiî ki bu tesbit çeşitli şekillerde yorumlanabilir. Yani, iddia edildiği gibi başörtüsü istikrarsızlık sebebi ise, o halde ‘yasak devam etsin’ mi? Bir defa, her hangi bir ‘hak talebi’nin başlı başına istikrarsızlık sebebi olarak görülmesi kökten yanlıştır. Bununla beraber, ‘birileri’nin bu konuyu ‘istikrarsızlık sebebi’ olarak göstermek istediği doğrudur. Ama ‘bu konu istikrarsızlık sebebi oluyor, o halde yasak devam etsin, sona ermesi hiç gündeme gelmesin’ şeklindeki bir tavrın; hürriyetçi ve demokrat olduğunu iddia edenlere yakıştığı söylenemez. Aksine bu beyanlar, ‘kurulan tuzağa düşme’ anlamına gelir.
Türkiye’yi asıl istikrarsızlaştıran, kaosa ve kargaşaya sürükleyen sebepleri hepimiz biliyoruz. Kaba tabiriyle, ihtilâl ve ihtilâl severlik Türkiye’yi hem istikrarsızlığa, hem de kaosa ve kargaşaya sürükler. Bu konuda şüpheye gerek yok, çünkü yakın ve uzak tarihimiz bunun en büyük delilidir. Dünkü gazetelerde ilginç bir haber daha vardı: 39 yıl sonra açıklanan CIA belgelerine göre bir grup general Mayıs 1969’da darbe yapacaklarını dönemin başbakanı ve cumhurbaşkanına haber vermişler! (Star, 17 Şubat 2008)
Bu da gösteriyor ki, Türkiye’yi kaosa ve kargaşaya sürükleyen, istikrarı kökten mahveden tehlike, başörtüsü ya da benzeri şeyler değil; aksine ihtilâl ve ihtilâlcilerin sebep olduğu hadiselerdir. Bu gerçekler ortada iken, ‘Kanunsuz başörtüsü yasağı sona ersin’ demek ya da bununla ilgili çalışmalar yapmak niçin istikrarı bozsun? “En zengin”leri temsil eden bir işadamı derneğinin başında bulunan ‘başkan’ın, en başta bunu bilmesi gerekmez mi?
Benzer şekilde, Türkiye’nin ‘ileri’ gitmesini istediklerini ifade eden ‘bir kısım medya’nın yazar ve yöneticileri de aynı hataya düşüyor. Meselâ, son günlerin en çok tartışılan konuları arasında yer alan çeteleşme, ihtilâl hazırlığı yapma ya da ülkeyi bunalıma sürükleme konusundaki iddiaları duymazdan geliyorlar. Sanki Türkiye’de bu iddialarla kişiler tutuklanmamış, mahkeme huzuruna çıkarılmamış... Bu iddialar doğru ya da yanlış olabilir. Ama hiç görmemek, bir değerlendirmede bulunmamak çok garip.
Onların işi, milletin değerleriyle alay etmek, onları küçük düşürmeye çalışmak. Peki, göz göre göre Türkiye’nin yakalandığı ‘derde’ yanlış teşhis koymak ‘büyük gazete’ ve ‘büyük dernek’lere yakışıyor mu?
18.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Yine mi ric’at? |
|
Başörtüsü yasağını kaldırmadaki karmaşa gittikçe ric’ata dönüşüyor. Din eğitimi, inanç özgürlüğü ve mânevî değerlere dair diğer meselelerde olduğu gibi, bu hususta da AKP siyasî iktidarı, erteleme ve ötelemeyle yeniden “dönüş” sinyalleri veriyor.
Partisinin Merkez Karar ve Yönetim Kurulunda konuşan Başbakan Erdoğan’ın, “CHP, anayasa değişikliği için Anayasa Mahkemesi’ne gidecek; onun için ek17. maddesiyle ilgili düzenlemede Anayasa Mahkemesi kararı beklenecek” ifâdesi, bunun işâreti.
Anlaşılan o ki hükûmet hâlâ “CHP’nin mutâbakatı” peşinde. Baykal’ın AKP’nin bu kararını, “olumlu” bir gelişme görüp, “demek ki Başbakan’ın da kafasında yapılan düzenlemelerin Anayasaya aykırı olduğu tereddüdü oluşmuş” deyip “memnuniyetini” açıklaması, bunun göstergesi. Ve yine anlaşılıyor ki siyasî iktidarın bu konuda hiçbir hazırlığı ve stratejisi olmadan Başbakan yine indî bir çıkış yapmış. Anayasa değişikliğiyle ilgili bilgi verirken, “İspanya’da bana ısrarla sordular, bunun üzerine o açıklamayı yaptım, MHP de destek verince bu noktaya gelindi” demesi, “hazırlıksız çıkış”ın ilk ağızdan itirafı…
Tıkanıklık buradan türüyor. Zira hiçbir “yenilik” getirmeyen Anayasanın 10. ve 42. maddelerindeki değişikliğin yasağı kaldırmaya “yetmediği” ortada. Şimdiye kadar yasağı keyfî ve tepeden dayatan rektörler ve yasakçılar, Cumhurbaşkanı onaylayıp Anayasa Mahkemesi “iptal” etmezse bile, değişikliklerin bu haliyle yasağı kaldırmayacaklarını peşinen söylüyorlar. Görünen o ki “kanun önünde eşitliği” ve “hiç kimsenin eğitim hakkından yoksun bırakılmayacağını” bir iki cümleyle te’yid eden bu iki maddedeki değişiklik bir işe yaramayacak.
Gerçi yeni anayasal düzenlemede, “hiç kimsenin kanunlarda yazılı olmayan” bir yasağı ihdas edemeyeceği “emredici hüküm” olarak tespit ediyor. Ancak bugüne kadar Türkiye Cumhuriyeti mevzuatında kadınların kılık ve kıyafetini düzenleyen hiçbir kanun maddesi olmadığı halde, kanunsuz yasağı anayasaya aykırı olarak “Anayasa Mahkemesi’nin gerekçesi”ne dayandırarak tatbik edenlerin aynı bahanelerle yasağı devam ettirecekleri ortada.
Dahası, kanunsuz yasağın “yasallaştığı” propagandası yapılacak. Önceki örneklerinde olduğu gibi, kamunun yanısıra üniversitelerde YÖK’ün yönetmelik ve tâlimatlarıyla dayatılan yasağa bu kez “yasal” hava verilecek. Devletin yetkili anayasal kurumu olan Diyanet’in başörtüsünün “dinî bir vecîbe” olduğu fetvalarına rağmen, Mahkemenin “şekil” yönünden “laiklik ilkesinin ihlâli” yakıştırmasıyla “iptal” etmesiyle, yasak daha da katmerleştirilecek.
Yüksek Öğretim Kanunu Ek 17’ye gelince… “Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydıyla üniversitelerde kılık ve kıyafet serbesttir” ibâreli mevcut kanunu bile “iptal” edemediği halde Mahkeme’nin “gerekçesi”nin çarpıtarak, inanç ve eğitim hakkını engellemede istimal edenlerin, “şekil” getiren yeni haliyle “istismar” edemeyeceklerini kim garanti edebilir?
Kaldı ki koca koca yasakçı hukukçu ve rektörlerin televizyonlara çıkıp, “Anayasal değişiklikler bir şey getirmedi; Ek 17’de başörtüsünün yasak olmadığı yazılsın, o zaman Meclis’in kararını uygulayalım” istihzalarının ardından “Tabi Anayasa Mahkemesi iptal etmezse…” şerhleri, tuzağın ipuçlarını veriyor.
MHP’nin, Ek-17’nin “çene altı” formülünde “mutâbakata varılan şekilde çıkması” ısrarına karşı, AKP’de Mahkemenin bu yasayı iptal etmesi endişesinin baş göstermesi, “demokratik irâde ve direnç” yerine yasadışı yasağı yasayla kaldırma yanlışlığında varılan vartayı ortaya çıkarıyor…
Neticede, Erdoğan’ın ikrarıyla uluorta “ısrarlı sorular üzerine” iş bu çıkmaza sürüklendikten sonra rafa kaldırıyor. Belli ki Baykal ve yasakçıların sevindiren Başbakan’ın “Anayasa Mahkemesi’nin kararını bekleme” ertelemesi, bu süreçte yasakçılarca alabildiğince kullanılacak. Bu bile, daha baştan işin nereye varacağı, yapılan anayasal ve yasal değişikliklerin ne işe yarayacağı hesaplanmadan, neye mal olduğunu gösteriyor.
Bu arada hükûmetin, içinde imam hatip mezunlarının da bulunduğu bir milyonu aşkın meslek okulu öğrencisinin uğradığı katsayı haksızlığını havale ettiği yeni YÖK yönetimi, “daha kapsamlı bir çözüm” oyalamasıyla bir defa daha askıya aldı.
Ve AKP siyasî iktidarı da, başörtüsü yasağını kaldırma kararını, yasağın mucidi Mahkeme’ye ihâle ediyor; yasakçılara bırakıyor. Peki bütün uyarılara rağmen, göz göre göre yasağın aynen sürdürüleceği, en vâhimi daha da azdırılacağı bu çıkmaza neden girildi? Bu durumda haftalardır gündemi işgal eden bunca gürültü ve patırtı niçin? Sırf “seçmene selâm” için mi?
Yazık, çok yazık…
18.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|