Toplumumuzun bir kesiminde başörtüsüne karşı gittikçe artan bir tepki, hatta öfke var. Yıllardır yaşadığım ve dindar insanların yoğun olarak yaşadığı Fatih semtinde bile, çok yakınım olan bir hanıma başörtüsünden dolayı sataşıldı. İki yaşlı hanım, “türbanlı” sıfatını kullanarak ileri-geri konuşmuş.
Ben ilk önce inanamadım. Lâkin haber ve tartışma programlarını izleyince, yaşanan gerginliğin gittikçe artan boyutlara ulaştığını görmek mümkün oldu.
Zavallı kardeşlerimiz farkında olmadan dinimize ve onun bir emri olan başörtüsü ya da türbana karşı çıkıyorlar. Bazen “şeriat” ismine hakaret edecek kadar öfke dolu açıklamalarda bulunuyorlar.
İşin kötüsü, bilmeden kendilerini ateşe atıyorlar. Gerçekten de bilmiyorlar, zirâ dinimiz körü körüne siyasete âlet edildiği için, yaptıklarını doğru zannediyorlar.
Kendilerine sorsanız, bir partiye karşı çıktıklarını ve dine karşı olmadıklarını söyleyecekler. Elbette, çok küçük bir azınlık dine karşı ve amacı dini ortadan kaldırmak. Lâkin diğer büyük çoğunluk gerçekten de dine inanıyor ve doğru yaptıklarını zannediyor.
Peki, ne oldu da bu duruma geldik? İnsanlar farkında olmadan nasıl bu kadar pervasız ve cesur olabiliyorlar? Ayrıca bazı kardeşlerimizin bilmeden Cehenneme yuvarlanmaları, niçin umursanmıyor?
Cevabı basittir. Lâkin gözü siyasetten başka bir şeyi görmeyen insanlara lâf anlatmak biraz zordur. Olaya siyaset-politika ekseninden değil de bir parça şefkat ve insaniyet yönüyle bakacak olursak, gerçekleri daha iyi görebiliriz, diye düşünüyorum.
Başbakanımız yurt dışından “velev ki türban siyasî olsun…” diyerek başladığı ve kendi ifadesi ile öfke dolu konuşmalarını yapmasaydı, geldiğimiz nokta nasıl olurdu acaba? Meselâ şöyle deseydi “Sayın Baykal, lütfen kızlarımızı okumaktan mahrum edecek yaklaşımlarda bulunmayın” veya “siyasetçiler lütfen şu soruna bir çözüm bulun veya bizim bulduğumuz şu çözüme destek olun.”
Tabiî ki böyle bir yaklaşım, siyasetçi için menfaatli veya çıkarlara uygun değildir. Hele hele yerel seçimlerin yaklaştığı bir dönemde, böylesine yumuşak bir üslup kullanılması kendi politika felsefesine asla uymayacaktır.
Başbakan ve onun akıl hocalarına göre, fırsatlara uygun hareket etmek gereklidir. Zira şimdi dinî değerleri, siyasete alet etmek için uygun bir vasat oluşmuştur. Bakın bu zevat nasıl düşünüyor ve hareket ediyor.
“Toplumun büyük bir kesimi üniversitelerdeki başörtüsü yasağına karşıdır. Bu çoğunluğu ne yapıp edip “oy almaya uygun” bir kıvama getirmek lâzımdır. Ekonomi gittikçe kötüye gitmektedir. Halkın bu konuda konuşması bizi yıpratacaktır. Bunun yerine gerginlik ve düşmanlığı pekiştirecek yaklaşımlar ve konuşmalar daha faydalıdır.
“Hazır muhalefet lideri kendi amaçlarına uygun hareket etmektedir. Karşılarında kavga etmek, hizip olmak ve çözümsüzlük üretmek üzerine, adeta bir deha bulunmaktadır. Fırsat bu fırsat, Baykal’ı dolduruşa getirip onu konuşturarak milletin büyük bir çoğunluğunun desteğini alma imkânı vardır.”
Nitekim üç aşağı beş yukarı bu plân onaylanmış ve düğmeye basılmıştır. Muhalefet lideri de tam da istedikleri türden konuşmaya başlamıştır. Yok yere gerginlik ortaya çıkarılmış, seçimlerin yaklaştığı bir vasatta halkın büyük çoğunluğu kendi saflarına çekilmiştir.
Ekonominin kötüye gitmesi, AB’ne giriş sürecinin aksaması, cehalet ve düşmanlık duygusunun hâkim olması, bazı kardeşlerimizin cehenneme gitmesi kimin umurunda? Onlar için gerekli en önemli şey; oy almaktır.
Mevcut durum Baykal’ın da işine gelmektedir. Hazır ortam gerginken, rakiplerini bertaraf etmek daha kolaydır. Şimdi ekonominin gelişmesi, cehaletin önlenmesi sevgi ve kardeşlik duygularının geliştirilmesi ve bunlarla ilgili politika üretmek için uğraşmaya ne gerek var! Hazır AB’ye giriş süreci de tökezlemiş, bundan daha güzel bir ortam olur mu?
İşte sevgili okuyucular; benim gördüğüm kadarı ile mevcut durum bu şekilde. Herkes işine geldiği gibi hareket ediyor. Din ve vicdan özgürlüğü veya aynı ülkede yaşadığımız kardeşlerimizin ateşe yuvarlanmaları siyasetçilerin umurunda bile değil. Peki, ne yapalım? Oturup ağlayalım mı?
Evet, bir parça ağlayalım. “İçinde evlâdım tutuşmuş yanıyor” diye çırpınan Bediüzzaman gibi, “iman kurtarma” mücadelesine girişelim. Politikacıların ortamı germesi yerine, sevgi ve kardeşlik duygularımızı pekiştirmeye çalışalım.
Bizim için tehlikeli duygu olan “adaveti”, yani düşmanlığı nefsimize çevirelim. Bu kadar İslâm’ın aleyhine çalışan insî ve cinnî şeytan dururken, zavallı kardeşlerimizi ateşe düşmekten kurtarmak bize zor gelmesin. Unutmayalım ki, sevgi ve kardeşlik dinimizin özünden çıkmaktadır.
Bize işin güzel tarafı düşmüş; biz dostluk ve kardeşliği, onlar ise düşmanlık ve nefreti kendilerine amaç edinmişler. Onlar için hidayet temennisinden başka bir duamız olamaz. Biz kendi yolumuza, onlar kendi yollarına gitsin, vesselâm…
19.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|