Şu garip tecellîye bakınız ki, Müslümanlar tarih boyunca adalet dağıtırken; bugün zulme uğruyor! Adalet nedir?
İslâmın öngördüğü cumhurî sistemin en önemli sacayaklarından biri adâlettir. Adalet, yalnızca mahkemelerde tecellî etmez. Hayatın bütün safhalarında geçerli olan ve olması gereken bir haslettir.
Özellikle Adil-i Mutlak olan Allah’a inanan bir Müslüman, hengi mevki ve makamda olursa olsun, âdil olmak zorunda. Bu, açık, kesin Kur’ân’î bir emirdir: “Muhakkak ki, Allah, size emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Gerçekten Allah bu emriyle size ne güzel öğüt veriyor.”1 Âyette geçen “insanlar” kelimesi önemlidir. “Müslümanlar” demiyor, hangi düşünce, inanç ve milletten olursa olsun, mutlaka adâletle hükmedilme hakkı vardır.
Mücessem bir Kur’ân olan kâinat ve içindeki bütün varlıklar, hâdiseler, unsurlar arasında cereyan eden ekolojik denge de, insanlara âdil ve dengeli olmayı ders vermektedir. İşi ehline vermek de, adâletin bir gereğidir. Aksi halde adâletsizlik yapılmış olur.
İslâm medeniyeti, kuvvete değil, hakka, adâlete dayanır. Yâni kim haklı ise, kuvvetli odur. Haksız; güçlü, kuvvetli, soylu, zengin de olsa, İslâmiyetçe mutlaka cezalandırılır ve haklının hakkı ondan alınır. İslâmiyetin, bugün uygulanan demokrasilerden ayrılan noktalarından biri de bu meseledir.
Demokrasilerde, idâre edenler, idâre edilenlerin üzerindedir ve onların “idâre etme” imtiyazları vardır. Oysa, İslâmiyette, idârecilerin bir farkları, üstünlükleri yoktur, “Toplumun gerçek reisi o topluma hizmetkâr olandır”2 hadis-i şerifi bunun en bâriz örneğidir. İslâm’da, idare edilen ile idâre edenler arasında herhangi bir anlaşmazlık vukû bulduğunda, her ikisi de eşit olarak adâlet önünde hesap verirler. Başta Peygamber Efendimiz olmak üzere, hilâfet, devlet başkanlığı, ordu komutanlığı, valilik gibi yüksek mevkilerde yer alanlar ile gedaların muhakeme olduğu yegâne nümûneler, İslâm tarihindedir.
Oysa, bugün bile demokrasilerde; cumhurbaşkanı, meclis başkanı, başbakan, hattâ milletvekillerinin dokunulmazlıkları vardır. Bu artık, makam ve mevkilere göre, en üst dereceden en alt mertebelere kadar devam edip gider.
İslâm tarihinin altın sayfaları, adâletin şâheser örnekleriyle doludur. Üstelik Müslümanlar, sadece kendi dindaşları ve ırkdaşlarının değil, hangi din ve inanca, hangi mezhep ve vatana, hangi sınıf ve âileye mensup olursa olsun; taraftarlık göstermeksizin, kim haklı ise ondan yana tavır koymuşlar; hakkın ve adâletin ihyası için çalışmışlar; müesseseler kurmuşlardır. Bunun ilk örneğini, İslâm dininin mübelliği, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (asm) bizzat nefsinde yaşayarak göstermiştir. O yüce insan, vefatına yakın günlerde, Ashab-ı Kiramını mescid-i saadette topladığında, onlara irad ettiği hutbede, şu mübarek sözlerle, hakkın ve adâletin ölçüsünü, bütün insanlığa ilân eder:
“Ey insanlar! Ben sizin hem dünya, hem de âhiret saadetinize dâvet eden Peygamberinizim. Yarın haşir günü, kimsenin bende hakkı kalsın istemem. Her kimin benden alacağı varsa, gelsin alsın. Her kimin bende hakkı varsa, gelsin alsın. İşte malım, kimin hakkı varsa gelsin hakkını alsın. İşte sırtım, idareniz sırasında kimi dövmüş isem, gelsin dövsün! Benim yanımda en sevimliniz, bende hakkı olup da benden isteyeninizdir. Veyahut helâl edeninizdir. Ben Rabbimin huzûruna kul hakkı olmaksızın varmak istiyorum.”3
Hayatında akla hayâle gelmeyecek işkencelere maruz bırakılan kutlu Nebî, kıyamete kadar gelecek insanlığa böyle seslenmiş, ilânatta bulunmuştu. Ve peygamberliğini asla bir imtiyaz olarak kullanmamıştı. “Hakkınızı helâl ediniz, özür dilerim” diyerek ucuz ve basit bir yolu seçmiyor. Ki, böyle bir hitapta bulunsa, yüz binlerce insan, elbette cân-ı gönülden “Helâl ediyoruz,” derlerdi. Ama o, söyledi, söylediklerini tebliğ etmeden önce, kendi nefsine yaşadı. Şu ifadeler o kutlu Nebînindir: “Birgün gelecek, boynuzluluğunu, boynuzsuz koyuna haksızlık yapmada kullanan koyundan bile, boynuzsuz koyunun hakkı alınacaktır.”4
Bu hadis-i şerîf, kâinatta cârî olan, Âdil-i Mutlak olan Allah’ın adâletine ve âhirette mutlak adâletin çok hassas ölçülerle tecellî edeceğine işâret etmiyor mu? Zalimi, Âdil-i Mutlak ve Kahhar-ı Züllcelâl olan Allah’a havale eden şu ikaz karşısında kim titremez: “Allah zâlimin zulmünü yanına bırakmaz.”5
Dipnotlar:
1- Nisâ, 58. 2- Keşfü’l-Hafa, 1: 462, hadîs no: 1515.
3- Müsned, 5:30.; 4- Müsned, 1:72. 5- Müslim, Birr: 61.
19.02.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|