Bediüzzaman, “hava ile zeminin, zelzele ve fırtına ile gadâb-ı ilâhîyi (ilâhî gazâbı) haber vermek nevînden hiddet ettikleri” ve “âdetâ muhalif bir vaziyet gösterdikleri” zamanlarda, “mânevî fırtınaya alâmet olarak hissedilen hâdiseler”e karşı mânâ yüklü lâhika mektuplarını neşreder; zemin yüzündeki olayların anlamını Kur’ân’a göre tefsir eder.
Anadolu ve Trakya’nın büyük bir bölümü karla kaplı. Ankara ve İstanbul beyaz bir örtü altında. Şiddetli poyraz ve tipiyle birlikte bazı bölgelerde sıfırın altında otuz dereceye yaklaşan soğuklardan onlarca kişi donarak öldü.
Sâdece geçen hafta sonu kuvvetli buzlanmadan yurt çapında bin beş yüze yakın trafik kazası meydana geldi; onlarca insan vefat etti, onlarcası yaralandı. İlleri ve ilçeleri birbirine bağlayan yüzlerce karayolu, bazı otoyollar ve binlerce köy yolu kapandı. Yüzlerce yolcu yollarda mahsur kaldı.
Bütün yurtta havaalanları kapandı, uçak seferleri iptal edildi, deniz ulaşımı durdu. Birçok yerde orta dereceli okullar ve hatta üniversiteler tatil edildi.
Anadolu’da birçok göl ve nehir buz tuttu. Türkiye, âdeta kara ve soğuklara teslim oldu, soğuk hava, kar ve fırtınayla titredi, titretiyor. Kış yalnız Anadolu ve Trakya’da değil, Kafkaslar ve Balkanlar’da da hiddetiyle hüküm ferma oldu. Tuna Nehri dondu. İran’da çöllere bile uzun yıllar sonra kar yağdı.
Meteorolojinin tespitine göre, insanlığın kâinatı kirletmesi ve tahribi sonucu “küresel ısınma”yla baş gösteren dondurucu Sibirya soğukları Asya ve Avrupa kıt’asını sardı, sarıyor. Şiddetli soğuklar Doğudan Batıya hüküm sürüyor. 78 yılın en sıcak yaz mevsiminin ardından, son yirmi ve hatta elli yılın en soğuk kışı yaşandı, yaşanıyor.
Ve bütün bunlar, Bediüzzaman’ın, “hava ile zemin”in fırtına ve kışla verdiği mânevî mesajın, “kışın pek şiddetli hiddeti”nin hikmetini ve mâverasındaki mânâyı okutturuyor…
“HAVA İLE ZEMİNİN GADÂB-I
İLÂHÎYİ HABER VERMESİ”
Görülüyor ki, kışın şiddetli soğuğu ve fırtınası da diğer büyük felâketler gibi, “umumî musibet”e dönüşüyor. Bu noktada, sınırlı sayıda bazılarının işledikleri hata ve günâhların nasıl “umumî musîbet”e sebebiyet verdirdiği suali akla geliyor.
Bediüzzaman’ın Zilzal Sûresini tefsirindeki, “umumî musîbet, ekseriyetin hatâsından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın (insanların) o zâlim eşhâsın (şahısların) harekâtına fiilen veya iltizâmen (taraftar olarak) veya iltihâken (bizzat iştirak ederek, katılarak) taraftar olmasıyla, mânen iştirak eder, musîbet-i âmmeye (umumû musîbete) sebebiyet verir” mânâsı tezâhür ediyor. (Sözler, 158-161)
“Ehl-i isyana (Allah’a ve emirlerine isyan edenlere), ehl-i dalâlete (sapıklığa düşenlere), karşı kâinat hiddete geliyor, mevcudat kızıyor, mahlûkat öfkeleniyor” tefsiri tebârüz ediyor. (Lem’alar, 87)
“Küre-i arzın (yer küresinin) benî Âdem’den, bâhusus (özellikle) ehl-i imândan beğenmediği bir kısım etvâr-ı gafletin (gafletli tavırların, fiillerin) sıklet-i mâneviyesinden (mânevî ağırlığından) omuz silkmeye benzeyen zelzele gibi”, hava unsurunun şiddetli soğukla hiddete gelip hava ile fırtınayla muhâlif vaziyetiyle hiddet ediyor. (Sözler, 157)
“Kâinatta tesâdüfe tesâdüf edilmez” kaidesince, hiçbir şeyin mânâsız, gâyesiz ve maksatsız olmadığından hareketle, vatan, millet ve İslâmiyet aleyhindeki emr-i vakilere, baskı ve dayatmalara karşı Bediüzzaman’ın dikkat çektiği “gadâb-ı İlâhî”nin “hiddeti”ndeki Kur’ânî dersin anlamını bildiriyor.
“Hava ile zeminin, zelzele ve fırtına ile gadâb-ı İlâhîyi haber vermek nevînden hiddet etmeleri” ve “âdetâ muhalif bir vaziyet göstermeleri”ni “mânevî fırtınaya alâmet olarak hisseden” Bedüzzaman, bunun sebebini anlamak için o günkü “cerideler” denilen gazetelere baktırır. “Acaba yine İslâmiyet ve hakaik-i imaniye (iman hakikatleri) zararına bir hatâ-yı umumî mi (umumî bir hata mı) meydana geldi?” diye araştırır. Nur Talebelerine “Ne var? Cerîdeler (gazeteler) ne haber veriyorlar?” diye sorar... (Emirdağ Lâhikası. 110)
“İSLÂMİYET VE HAKAİK-İ İMANİYE
ZARARINA HATÂ-YI UMUMÎ…”
Bediüzzaman’ın sözünü ettiği, 1951 Aralık ayında “hava ile zeminin zelzele ve fırtına ile gadâb-ı İlâhiyi haber vermek nevînden hiddet” ettiği “İslâmiyet ve hakâik-i imâniye zararına hatâ-yı umumî”, o dönemde Meclis’te “din propagandasını yapan dindarların serbestiyet (özgürlük) kanununun geri kalması, fakat solcular hakkındaki kanunu tâcil edip (çabuklaştırarak gündeme alıp) tasdik edilmesiydi..” Ceza Kanununun 163. maddesindeki düzenlemelerin ertelenmesi, lâkin 141. ve 142. maddelerde âcilen düzeltmeye gidilmesiydi…
Bugün de cerîdelere baktığımızda, “lastikli kanun 163. madde”nin yerine ikame edilen 312’nin yerine getirilen yeni ceza maddesi de inanç ve ibadet hürriyetinin kısıtlanmasında istimal edilmekte.
Hâlâ sırf Kur’ân’ın yüzlerce âyetinin tefsiri ve Peygamberimizin hadislerinin mânâsıyla depreme İlâhî ikaz tefsirini yazıp ifâde edenler, yüzde doksandokuzu Müslüman olan ülkede, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” isnadıyla yargılanmakta, ceza almakta.
Hâlâ bin sene Kur’ân’a hizmet etmiş ve İslâmiyetin bayraktarlığını yapmış bu milletin çocuklarının dinlerinin temel kitabı olan Kur’ân-ı Kerim’i öğrenmelerinin yaşla yasağı devam etmekte. Kur’ân öğrenimini tanzim eden yönetmelik bir “cürüm”müş gibi geri çekildikten sonra, bir türlü gündeme getirilmemekte.
Hâlâ sırf eşinin başı örtülü olduğu için subay ve astsubaylar, hayatlarını adadıkları mesleklerinden sorgusuz sualsiz ihrâç edilmekte; Başbakan ve Millî Savunma Bakanı, sâdece “şerh koymak”la kalmakta. Yeni Cumhurbaşkanı da bu yargısız infazlara imza atmakta…
Hâlâ sırf imam hatip mezunlarına yarayacak diye bir milyon meslek lisesi mezununun üniversite giriş sınavlarındaki katsayı haksızlığı mağdur etmekte. Bizzat Başbakan’ın partisine “ültimatomu” ve Meclis Komisyonuna “tâlimatı”yla rafa kaldırılan haksızlığın bir nebze tâdili tehir edilmekte. En son, yeni YÖK yönetimine havale edilmekle, bir defa daha “kapsamlı bir düzenleme” gerekçesiyle 2009’a ertelenip ötelenmekte.
Keza Başbakan ve yardımcısının, daha baştan “İmam hatip okulu açmayacağız” diye bazı odaklara verdiği “teminat” gereği, hiçbir imam hatip okulu açılmadığı gibi, mevcutların içinin boşaltılmasına ve öğrenci mevcudunun azaltılıp kendiliğinden kapanmasına resmen seyirci kalınmakta…
“KANUN NÂMINA KANUNSUZLUK…”
Ve tesettürün bir parçası olan başörtüsünün Kur’ân’ın emri ve dinî bir vecîbe olarak okutulduğu başta imam hatip okulları ve İlâhiyat fakülteleri olmak üzere, üniversitelerde yasadışı yasağı dayatmakta…
Kanunsuz keyfî yasağı demokratik irâde ve dirençle kaldırması gereken siyasî iktidar, hiç gereği yokken gündeme getirdiği anayasal değişikliklere dahi ciddiyetle sahip çıkamamakta. Başbakan, partisinin karar mercilerinde, yasadışı yasağı, yasağı icâd eden Anayasa Mahkemesi’nin kararına havale etmekte; “Mahkemenin kararının bekleneceğini” belirterek, en aziz bir temel hak ve hürriyeti bir defa daha askıya almakta…
En vâhimi de, kanun olmadığı halde, kimi “kanun adamları”, rektörler ve “hukukçular”, kanunsuz indî ve tepeden başörtüsü yasağını dayatmaya devam edeceklerini pervâsızca açıklamakta. Millete, millet irâdesine, demokrasiye, özgürlüğe, inancını yaşama hakkına ve hukuka âdeta meydan okumaktalar…
Böylece kanunsuz yasağı dayatmakla, “kanun nâmına kanunsuzluk, umumî tokada vesîle olmakta.” “Eğer memur ise, kanun nâmına kanunsuz hiyânet eden, ilişen, o memlekete, o biçâre ahâliye bir umumî tokada vesîle olur. Ya zelzele, ya yağmursuzluk, ya hastalık, ya fırtına gibi umumî belâlara bir vesîle olur” hükmü tecelli etmekte. “Zulüm devam etmez” kâidesince, insanlığın en kutsal haklarından olan inanç ve eğitim hakkının engellenmesi, mânevî ve maddî felâketlerin dâvetçisi olmakta. (Emirdağ Lâhikası, 67-68)
Zelzeleyi, Kur’ân’ın ehemmiyetli bir esası ve açık emri olarak Kitap ve Sünnetle sabit olan İslâmın “tesettür şiârına bu derece açık ihânet”in cezâsı” olarak tefsir eden Bediüzzaman, yer küresi gibi şiddetli soğuk ve fırtınanın da “kemâl-i hiddet (büyük bir hiddet) ve gayz (öfke) ile dehşetli bir tokat” olduğunu, yine yüzlerce Kur’ân âyetinden ve Peygamberimizin hadislerinden ders vermekte… (Kastamonu Lâhikası, 204)
“HAVA AĞLAR, KIŞ KIZAR VE
BEŞERİ İKAZ İÇİN TİTRER…”
Diğer yandan, işgal edilip baştan başa bombalanan Afganistan’da, Irak’ta kaos, kargaşa ortasında katliâmlar devam etmekte. Öldürülen sivillerin sayısı bir milyonu aşmakta, üç milyon insan zorlandığı göçle perişaniyete düçâr edilmekte.
Gazze’de iki milyon insanı ekmek, gıda, ilâç ve elektrik ambargosuna tabi tutan İsrail, füzelerle Filistinlilere soykırımı sürdürmekte. Halen her gün çocukları katletmekte, evler basılmakta, mahalleler, köyler taranmakta…
Özetle dünyanın gözünün içine baka baka, İslâm coğrafyasında “dehşetli firavunluk ve hodgâmlıkla (bencillik ve çıkarcılıkla)”, “dünyada emsali vuku bulmayan gaddarâne zulümler” işlenmekte.
Ve ne yazık ki, çoğu kez “reel politik” perdesinde bütün bunlar bir-iki beylik cümleyle geçiştirilmekte…
Son haftalarda Ankara’ya peş peşe Amerikalı yetkililer uğramakta. Türkiye’nin Fas’tan Hindikuş Dağlarına kadar 22 İslâm ülkesini bölüp parçalayacak çıkar ve hegemonyası hesabına istilâ etme emelindeki “Büyük Ortadoğu Projesi”nin içinde yer alması plânları yapılmakta.
“Stratejik müttefik” edinilen küresel zâlimlere ve uluslararası ifsad şebekelerine destek çıkılmakta. Zâlimlerin zulmüne ortak olunmakta. Washington’da, Oval Ofis’te, Yahudi lobisi kuruluşlarında, kapalı kapılar arkasında, milletin ve Müslüman komşuların geleceğiyle ilgili vaatler verilmekte.
Bir yandan, en üst düzeyde İsrail’in Gazze’de mâsumları ablukaya alıp katleden zulmü kınanmakta; diğer yandan Ankara’da ağırlanan İsrail Savunma Bakanı’yla bir dizi ekonomik ve savunma işbirliği anlaşmalarına yenileri eklenmekte. Filistin’deki Müslümanların üzerine füze mermisi ve zulüm ateşi olarak döneceğini bile bile, sözde “terörle mücadele” için on adet insansız casus uçağa yüzlerce milyon dolar ödenerek, İsrail’in “devlet terörü”ne resmen destek çıkılmakta.
Bu arada, Müslüman komşularına karşı saldırılarda Türkiye’deki onlarca hava ve deniz limanı işgalcilere üs olarak açılmakta. Amerikan savaş ve ağır bombardıman uçaklarının bir tek İncirlik Üssü’nden Irak üzerine dört bine yakın sortinin yaptığı, bizzat Millî Savunma Bakanı’nın ikrarıyla itiraf edilmekte.
Sonuçta, “zâlimlerin zulümlerine taraftar olmak”la, musîbetin umumîleşmesine, felâketlerin yaygınlaşmasına sebebiyet olunmakta…
Ve bütün bu hatalara, “zemin hiddet eder ve hava ağlar ve kış kızar” mânâsı hükmünü icra etmekte. “Yani, emr-i İlâhî ile o mahlûklar vazifeleri içinde kuvvet ve kudret-i Rabbâniyenin tecellîsine mazhar olup gazâb-ı İlâhîyi gösterirler. Beşeri (insanları) ikaz için titrer, ağlar demektir” tefsirindeki tesbitler doğrulanmakta. (Şualar, 366)
“ZULME RIZA ZULÜMDÜR;
TARAFTAR OLSA, ZÂLİM OLUR”
Ceridelerde başka neler var…
Başbakan, İsrail’in Gazze’deki ambargosundan yakınıyor, Kudüs’te, Harem’üş Şerif’te İslâm eserlerini yok eden Mescid’ül Aksa’nın altına uzanan kazı ve yıkıntılara “tepki” gösterirken, İsrail’e, tankların yüzlerce milyon dolarla “yenilenmesi” benzeri ihâleler bahşedildi. İsrail savaş uçaklarının Türk hava sahasında, Konya Karapınar’da eğitim uçuşlarına müsaade edildi.
Kuruluşundan bu yana iktidar partisinin dış ilişkilerini yürüten “önemli isimler”den olan Murat Mercan’ın daha baştan “Türkiye-İsrail ilişkileri” için söylediği, “Yahudi topluluklarına kucak açan Türkiye kendine bir blok seçmiştir, İsrail de bu blokun içinde önemli bir ülkedir” sözleri, zâlime taraf ve zulme ortak olmanın açık bir teyidi oluyor…
Bu süreçte “bin mâsum çoluk çocuk, ihtiyar, hasta bulunan bir yerde, bir iki düşman askeri bulunmak bahanesiyle bombalarla mahvediliyor”; “binler, milyonlar mâsumların kanlarını heder eden” zulmün plânlayıcıları “dost” kabul edilip işbirliğine gidiliyor.
“İnsan şüphesiz ki çok zâlimdir, çok câhildir” (Ahzâb Sûresi, 72) âyetinin kapsamına giriliyor. “Zulme rıza zulümdür; taraftar olsa, zâlim olur” kaidesince, zulme suskun kalıp, râzı olup, hatta meyledip; “Zulme meyletmeyiniz, yoksa cehennem ateşi size de dokunur” (Hûd Sûresi, 110) âyetinin tehdidine muhatap olunuyor. (Kastamonu Lâhikası, 160, 161)
400 sene sûlh ve sükûn içinde yaşamasına himâyet ettiği bölgenin maddî ve mânevî mirâsını şanlı Osmanlı’dan devralan Türkiye Cumhuriyeti, bölgedeki bütün zulüm ve oldubittilere âdeta seyirci kalıyor…
Seyirci kalmakla da kalmıyor; “hem zındıka, nifak hasiyetiyle her tarafa döner; senin dostunu kendine dost edip sana düşman eder” oyununa geliyor; aynı inancı paylaşan ve ortak tarih ve kültüre sahip olan dost, kardeş, komşu Müslüman ülkeleri, sinsî desîselerle birbirine düşman etme plân ve tuzağına düşüyor.
İşte bugün içte ve dışta “İslâmiyet ve hakâik-i imâniye zararına” böylesine “hata-i umumîler”in meydana geldiği bir süreçte, Bediüzzaman’ın “endişe” ettiği Anadolu’yu donduran “kışın pek şiddetli hiddeti” hüküm sürüyor.
İSLÂM’IN İSTİKBÂLİNİN BAHARINI BEKLEMEK…
Neticede bütün bunlara karşı yapılacak olan, “kışın kızması”yla “şiddetli soğuğu ve hiddet”nin “hafifçe gafilleri uyandırması” ve “sarsması”yla kalmasına duâ etmektir.
Musîbetlere, “ağlamakla ve hüzün ve kederle, niyâz ve hazinâne yalvarmakla ve pek ciddî nedâmet (pişmanlık) ve tevbe ve istiğfar (Allah’tan af dilemek) ile karşılamak ve sünnet-i seniyye dairesinde, bid’alar karışmadan, şeriatin tayin ettiği tarzda dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek ve duâ ve o hale mahsus ubudiyetle mukabele etmektir.”
“Zâlimlere mahsus kalmayan, mâsumları ve mazlûmları yakan öyle musîbetlerden kaçınmak” için çalışmaktır. (Enfal Sûresi, 25) Umumî musîbetlerin ekser insanların hatasından ve kayıtsızlığından geldiği cihetle, “insanların ekserisinin tevbe, nedâmet ve istiğfar etmekle def’ olacağı (savuşturulacağı)” anlayışı için hizmet etmektir. (Emirdağ Lâhikası, 32-33)
Bu tür zâhirî çirkin görünen hâdiselerin tohumları ve kabiliyetleri “sünbülleyip güzelleştiren” Erham’ür Rahiminden musîbetleri ve belâları rahmete çevirmesini istemektir…
“Sadakanın belâyı def etmesi gibi”, küllî (büyük, kuşatıcı) bir sadaka nev’inde semâvî ve arzî (insanların sebep olduğu küresel) belâların def’ine yalvarmaktır.
“O herşeyi en güzel şekilde yarattı” (Secde Sûresi, 7) âyetinin sırrındaki hakikatin tecellisini temenni etmektir. “Bir kısım hâdiseler var ki, zâhirî çirkin, müşevveştir (karışıktır). Fakat o zahirî perde altında gâyet parlak güzellikler ve intizamlar var” izâhındaki mânâya ulaşmaktır.
“Musîbetin mazlumlar hakkında gizli bir merhamet” olduğu inancıyla, kışın şiddetli hiddeti gibi “hadiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok mânevî çiçeklerin inkişâfı” için mânevî iklimin oluşmasına niyâz etmektir.
“Kara kış”ın beyaz örtüsü altındaki bembeyaz, her türlü maddî ve mânevî mikroptan, günâh ve zulümden, süprüntüden temizleyen kudsiyetini kazanmaktır. “Pek bâridâne (soğuk) ve tatsız telâkkî edilen karın soğuk, tatsız perdesi altındaki hararetli gàyeleri ve târif edilemeyen şeker gibi tatlı neticeleri” görmektir. (Sözler, 210)
“Her kıştan sonra bir baharı ve her geceden sonra bir nehârı (gündüzü) yaratan” Kâinatın Yaratıcısının rahmetinden, İslâm’ın istikbâlinin baharını ve hakikat güneşi Kur’ân güneşinin barış ve huzurla nurlandırdığı insanlığının gündüzünü dilemektir…
19.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|