Geçen yazımızda kâinatın altı günde yaratılışı hakkındaki itiraza cevap vermiştik. Şimdi de Nuh tufanı ile ilgili itirazı ele alacağız.
Daimî bir hareket ve faaliyet içerisinde olan ve her bir zerresinde binler san'at ve hikmet olan bu dünya, elbette boşu boşuna yaratılmadı. Kâinatın yaratılışından itibaren hayır ile şer, iyi ile kötü binler hikmete binâen mücadele ve mübareze halindedir. Her şey bir istihaleden geçirilir. Kıyamete kadar da devam edecek ve sonunda her şey lâyık veya müstahak olduğu yere gidecek, mükâfat veya ceza görecektir.
Her ne kadar insan kerîm olsa da, nefis taşıdığından, çoğunlukla hazır lezzeti tercih ettiği ve akıbeti düşünmemek ve gaflet gibi bir çok zaafından dolayı âyetin tabiriyle “zâlim ve cahildir.”
İnsanın bu hususiyetleri, şeytanın hile ve desisesinin çokluğu ve tahribin kolay olması gibi sebeplerle de şer güçler çoğunlukla hâkim duruma gelmiştir. Hak ve hakikata inananlar, zaman zaman çok zor durumda kalmıştır. Ancak bütün bu olumsuz ve zor şartlara rağmen hak ve hakikat ve iman ehli, tarih boyunca varlığını devam ettirmiş, eninde sonunda mutlaka galip gelmiş ve arzın halifesi vazifesini devam ettirmiştir. Yani bayrak en imkânsız şartlarda dahi yere düşmemiştir.
Aslında bunun bir tek açıklaması var, o da; Âlemlerin Rabbinin, zâlim ve cahil beşeri zaman zaman şefkat tokadı; zaman zaman da Nuh tufanı, Ad ve Semud kavimleri misâlinde olduğu gibi zecr tokadı ile cezalandırmasıdır. Değilse, yıkmak ve tahrip kolay olduğundan insanlık çabuk yoldan çıkacak masumlar ve hak ehli için yeryüzü yaşanılmaz hâle gelecekti.
Evet Kur’ân-ı Kerim ve diğer semâvî kitaplarda bahsedilen zâlim ve azgın kavimlerin cezalandırıldığının ve ehl-i iman ve masumların muhafaza edildiğinin; zalimlere karşı kahhar elin ve masumlar için de rahmet elinin tecellîsinin devam ettiğinin en büyük delili; şer güçlerin sahip olduğu her türlü imkâna karşı dünyanın hâlâ yaşanır halde olmasıdır.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de bu büyük musibetlerden ve cezalandırmalardan bahsederek insanları ikaz eder, zalimlerin ve âsilerin sadece âhirette değil; bu dünyada da hiç ummadıkları zaman ve şiddette cezalandırıldıklarını izah eder. Elbette kimisi bundan ders alacak, kimisi de tarih boyunca olduğu gibi hem kendinin, hem de başkalarının göz ve kulaklarını kapatmaya çalışacak.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de birkaç sûrede geçen âyetlerde: “Yeryüzünde gezip, dolaşın; günahkârların ve inkârcıların sonunun nasıl olduğunu görün” diyerek araştırma ve incelemeyi emreder.
Evet arkeolojik kazıların en büyük neticesi budur. On dokuzuncu asırdan itibaren felsefeciler ve tarihçiler: “Tevrat, İncil ve Kur’ân’da geçen büyük olayların izleri neden yok?” diye sorarlardı.
İlk cevap aynı asırda Ninova’da yapılan kazılarda bulunan tabletlerde ortaya çıkan Gılgamış Destanı’ndan geldi. Destan’da Nuh tufanından açık bir şekilde bahsediliyordu. Tabletlerde Hz. Nuh (a.s), uzun ömürlü mânâsında bir isimle geçiyordu. Daha sonra destan, birisi Boğazköy’de olmak üzere birkaç yerde daha bulundu.
Destan kısaca, Nemrut ve Firavunlarda olduğu gibi kahramanları ve özellikle devlet adamlarını ilâhlaştırarak halka hâkimiyetlerini sağlamayı hedefleyen bir efsane. Efsanenin bir yerinde de hikâyeye renk katmak ve kahramanın, ölüm hariç her şeye çare bulduğunu anlatmak için Hz. Nuh (a.s) ile görüştürülür. Efsane, bir gemiyi bile nizam ve intizamın devamı için bir kaptana teslim ederken; içinde milyonlar canlının bulunduğu yeryüzü gemisi ve semadaki yıldızları sayısız ilâhlara dağıtmak isteyerek nihayetsiz bir hamakata düşer.
Farklı yerlerde destana ait farklı tabletler bulundukça, Sümerce, Akadça ve Babilce yazılar çözüldükçe, Nuh tufanının varlığı hakkında güçlü bir delil olarak ilim dünyasında kabul görmüştü. Arkeologlar ve tarihçiler de “Semâvî kitapların yazdığı doğruymuş” dediler.
Yazımıza da konu olan Türkiye’den birkaç kişinin, her farklı tablette Gılgamış’tan bahsedildiğinde, Gılgamış’ın varlığından emin olurken, aynı metinde aynı tekrar ile geçen Hz. Nuh’u (as) ise inkâr etmeleri nasıl bir akıldır, nasıl bir mantıktır anlamak mümkün değildir. Evet aynı sudan içen kimi bal, kimi zehir akıtır. Kur’ân’da ifade edildiği gibi “Âyetler kiminin imanını, kiminin ise küfrünü artırır.”
İşin başka bir yönü ise, bütün dünyanın takdir ettiği ve medâr-ı iftiharımız Selçuklular ve Osmanlılar, Hz. Muhammed’e (asm) tâbî olduğu için; kendilerine Sümerler ve Etiler gibi atalar arayanların, orada da Hz. Nuh (as) ile karşılaşmaları tam bir sürpriz olmuştur.
Şaşkınlıklarından şimdi: “Semavî kitaplar, Nuh tufanını Gılgamış destanından aldı” diyorlar. Halbuki, Avustralya’dan Amerika’daki Kızılderililere kadar Nuh Tufanına benzer bir hâdiseyi anlatan üç yüz civarında hikâyenin varlığı, bunların tamamının kaynağının Gılgamış olmadığını; Hz. Nuh ve oğullarında olduğu gibi bir yerden dağılan bir topluluktan ve gönderilen yüz yirmi dört bin peygamberden, yani hadisenin varlığından kaynaklandığını gösterir.
Evet Nuh Tufanı, bir efsane ya da icad edilen bir hikâye değildir ki, daha önceden birinin bahsetmesi gerçek olmadığına delil olsun; bir haberdir, belge, yazı, iz ve nakleden ne kadar çok olursa doğruluğu da o kadar kesin olur.
Milâttan binlerce sene önce Gılgamış destanını “bahri recez” denilen bir tür aruz vezniyle yazabilecek kadar kabiliyetli şâir, gerek destanda gerekse tufan ile ilgili anlatımlarda bir çok tenakuza düşerken, ümmî bir peygamber eliyle gelen Kur’ân-ı Kerim’de; bütününde olduğu gibi tufan hadisesinin anlatımında da en ufak bir tenakuz ve çelişki yoktur. Çünkü birisinin kaynağı beşer, diğeri ise “Bir gemi yap!” diyen ve “Ey gök, suyunu tut; ey yer suyunu yut” diyen, arz ve semaya hükmü geçen, her yerde ve her zamanda hâzır ve nâzır Âlemlerin Rabbi olan Allah’tır.
05.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|