Cumhuriyet Halk Partisi, Anayasanın 10. ve 42. maddelerinde yapılan değişikliğin iptali talebiyle dün Anayasa Mahkemesine gitti.
Türk hukuk sistemine 1961 Anayasası ile giren Anayasa Mahkemesi bir kez daha tartışmaların odağında yer alıyor.
1961 Anayasası'na hakim olan ve “halka ve halkın seçtiklerine güvensizlik” olarak tanımlanabilecek olumsuz genel ilkenin bir sonucu olarak, yasama organı, Senato ve Meclis olarak ikiye bölünmüş, hükümete kanun hükmünde kararname yapma yetkisi tanınmamış ve bu durum ortaya yönetilemeyen bir ülke çıkartmıştı. Anayasa Mahkemesi'nin kuruluş amacının da “halka ve halkın seçtiklerine güvensizlik” duygusunun sonucu olarak, doğrudan seçimle gelenlerin gücünü sınırlamak olduğu hep söylendi. İtiraf edelim ki, Anayasa Mahkemesi’nin verdiği tartışmalı kararlar, bu yargıyı haklı çıkardı, güçlendirdi.
“Anayasa yargısının varlık sebebinin, kanunlar ile anayasa arasında hiyerarşi olduğu ve anayasa yargısının da fonksiyonu bu hiyerarşinin müeyyidelendirilmesinden başka bir şey olmadığı” kabul edilmektedir.
Anayasa Mahkemesini tartışmaların odağına taşıyan olgu, öncelikle hukukun genel ilkeleri ile bağdaşmayan ve anayasa metinlerinde yer verilmemesi gereken, hukuk alanında belirsizlik ve keyfî yorumlara imkân veren kavramların anayasa metinlerinde yer alması ve mahkemenin tartışılan kararlarını, hukuk alanında tanımlanması güç ve hukuk dışı kavramlara dayandırması oldu.
Yaşanan bu olumsuzluklarda Anayasa Mahkemesinin oluşumuna ilişkin düzenlemenin payı inkâr edilemez. Bu sebeple, yeni Anayasa Taslağında on yedi üyeden oluşması öngörülen mahkeme'nin sekiz üyesini TBMM'nin seçmesine dair düzenleme toplumla mahkeme arasındaki kırılmayı zamanla hafifletecektir.
Anayasa Mahkemesinin yetkilerinin sınırlandırılarak, “İnsan Hakları Yüksek Mahkemesi” olarak yapılandırılmasına ilişkin öneriler ise tartışılmayı hak ediyor.
Anayasa Mahkemesinin, özellikle “laiklik” ilkesi sözkonusu olduğu zaman ortaya koyduğu yorumlar, dinî duyarlılığı olan vatandaşlar açısından ürkütücü sonuçlar öngörüyordu.
Dinin fonksiyonunu, bireyin manevî hayatıyla sınırlayan ve dinin kişinin manevî hayatı, vicdanından çıkarak sosyal hayattaki hertürlü tezahürünü dinin kötüye kullanılması ve sömürülmesi olarak değerlendirerek anayasanın laiklik ilkesine aykırı kabul eden ve kamu düzenini, güvenini ve çıkarlarını korumak amacıyla bu tezahürleri ortadan kaldırmayı öngören bir laiklik yorumunun sürekli tartışma konusu olması kaçınılmazdır.
28.02.2008
E-Posta:
|