Batı medeniyeti, insanlığı mutsuz etti
İşte, medeniyet-i hâzıra, felsefesiyle hayat-ı içtimâiye-i beşeriyede nokta-i istinâdı kuvvet kabul eder. Hedefi menfaat bilir. Düstur-u hayatı cidâl tanır. Cemaatlerin râbıtasını unsuriyet ve menfî milliyet bilir. Gâyesi hevesât-ı nefsâniyeyi tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi tezyid etmek için bâzı lehviyât’tır.
Halbuki, kuvvetin şe’ni, tecavüzdür. Menfaatin şe’ni, her arzuya kâfi gelmediğinden, üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidâlin şe’ni, çarpışmaktır. Unsuriyetin şe’ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür. İşte, şu medeniyetin şu düsturlarındandır ki, bütün mehâsiniyle beraber, beşerin yüzde ancak yirmisine bir nevi sûrî saadet verip, seksenini rahatsızlığa, sefâlete atmıştır.
Ammâ hikmet-i Kur’âniye ise, nokta-i istinâdı kuvvet yerine hak’kı kabul eder. Gàyede, menfaat yerine fazîlet ve rızâ-i İlâhî’yi kabul eder. Hayatta, düstur-u cidâl yerine düstur-u teâvün’ü esas tutar. Cemaatlerin râbıtalarında, unsuriyet ve milliyet yerine râbıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî kabul eder. Gàyâtı, hevesât-ı nefsâniyenin nâmeşrû tecavüzâtına sed çekip ruhu maâliyâta teşvik ve hissiyât-ı ulviyesini tatmin etmektir ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevk edip insan etmektir. Hakkın şe’ni ise, ittifaktır. Fazîletin şe’ni, tesânüddür. Teâvünün şe’ni, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe’ni, uhuvvettir, incizabdır. Nefs-i emmâreyi gemlemekle bağlamak, ruhu kemâlâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dâreyndir.
İşte, medeniyet-i hâzıra, edyân-ı sâbıka-i semâviyeden, bâhusus Kur’ân’ın irşâdâtından aldığı mehâsinle beraber, Kur’ân’a karşı, böyle hakikat nazarında mağlûp düşmüştür.
Sözler, s. 372
Lügatçe:
cidâl: Mücadele, çarpışma.
düstur-u teâvün: Yardımlaşma düsturu.
edyân-ı sâbıka-i semâviye: İslâmdan önce gelen semavî dinler.
hâcât-ı beşeriye: İnsana ait ihtiyaçlar.
hayat-ı içtimâiye-i beşeriye: İnsanlığın sosyal hayatı.
hevesât-ı nefsâniye: Nefsin gayrimeşru hevesleri, arzuları.
lehviyât: Haram eğlenceler.
maâliyât: Ulvî, âlî, yüksek meseleler.
medeniyet-i hâzıra: Şimdiki Batı medeniyeti.
mehâsin: Hüsünler, güzellikler.
nokta-i istinâd: Dayanak noktası.
râbıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî: Din, sınıf ve vatan bağı.
râbıta: Bağ.
şe’n: İş, gerek, birşeyin özelliğinin fiilî görünümü.
tesânüd: Dayanışma.
tezyid: Ziyadeleştirme, attırma.
unsuriyet: Irkçılık.
|
Hakikî ve nisbî hakikatler (1)
Hakikat kelimesi; bir şeyin aslı, esası, mahiyeti, mecaz olmayan, sabit olup değişmeyen gibi anlamlarda kullanılmaktadır.
Hakikat, iki kısma ayrılır:
1. Sabit ve devamlı olan, değişmeyen, gerçek hakikat.
2. Nisbî, izâfî, mazharlarına göre farklılık gösteren hakikat.
Birinci kısımdaki hakikat, sabit ve devamlı olan, değişmeyen, arasına zıtlarının giremediği hakikatlerdir. Bu hakikatler, genellikle Yaratıcıya bakar ve Onun sıfatlarının tecellîlerini gösterir. Gayr ve masivâ (varlıklar) oraya giremediği için sabit ve devamlıdır. Değişiklik ve mertebe söz konusu değildir. Başkasının tasavvuruna göre oluşmaz. Zâtında bulunur ve kesin bir hakikat olarak vardır. Başkasına nispet edilsin veya edilmesin bunlar değişmezler.
Meselâ, yaratma hakikati, Allah’ın sıfatı itibariyle sabit bir hakikattir. Ayrılık ve değişme kabul etmez. Zâtına özeldir. Azlığı çokluğu yoktur. Bir insanı yaratmakla bütün insanları yaratmak arasında bir fark yoktur. Bir tek varlığı yaratmakla bütün varlıkları yaratmak onun için eşittir. Zıddı olan yaratamama, yani acizlik ona giremez.
Meselâ, bir insanın rızkını vermekle bütün insanların rızkını vermek aynıdır. Rızık alanlar çoğalınca, Onun için bir zorluk meydana gelmez. Bir ile bin birdir. Allah’ın bütün sıfatları böyledir.
Nisbî hakikatler ise, varlıklara bakan, onlara nispet edilen, onların yardımıyla ortaya çıkan hakikatlerdir. Zıtlarının müdahalesi mümkün olduğu için dereceler, tabakalar, farklılıklar meydana gelmektedir. Bunlar zayıf hakikatlerdir. Nispet edildikleri şey ortadan kalkarsa, kendileri de yok olurlar. Meselâ, sıcaklık bir nisbî hakikattir. Bunun mahiyeti, varlıklara bakan yönü, soğuğun ona karışması ile anlaşılabilir. Sıcaklığı, soğuğa bakarak ölçmek mümkün olmaktadır. Soğuğun ortadan kaldırıldığını farz etsek, sıcaklığı anlamak mümkün olmaz.
Yemekten alınan lezzet ve zevk, nisbî bir hakikattir. Açlığın derecesine bağlıdır. Yiyemeyecek kadar tok olan birisine, en lezzetli yemeği de verseniz, ondan lezzet almayacaktır.
Güzelliğin dereceleri, çirkinliklerin ona karışması ile ortaya çıkmaktadır. Çirkinlik olmazsa güzelliğin dereceleri ortaya çıkmaz.
Nisbî hakikatler, nispet edildikleri şeye göre çeşitlilik gösterirler. Bir insan; birinin oğludur, birinin torunudur, birinin eşidir, birinin babasıdır, bir iş yerinin patronudur, bir kişinin danışmanıdır… Böylece, bir hakikat, nispetlere döküldüğünde yüzlerce hakikat haline dönmektedir.
Nisbî hakikatler, zıtları onlara müdahale ettiği için nisbî olmaktadırlar. Zıtlarının müdahalesi nispetinde dereceleri meydana gelmektedir. Yani zıtları ne kadar müdahale ederse, dereceleri o kadar artar veya eksilir. Bu durum, farklılıkların ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Meselâ, şeytanlar olmasaydı; peygamberlerin, uğrunda mücadele ettiği hayırların ortaya çıkması mümkün olmazdı. Şerlerin yok olduğunu farz edersek, peygamberlerin mücadelesine de gerek kalmazdı. Şerler ve çirkinlikler, nisbî hakikatler olan hayırların ortaya çıkmaları için bir ölçü birimi olmuşlardır. Bu yönü ile onlar da dolaylı bir güzelliğe sahiptirler. Binlerce güzelliğin ortaya çıkmasına sebep olmaktadırlar.
Bizim dünyamızdaki hakikatler, varlıkların durumlarına, zıtlıklardan ne kadar etkilendiklerine bakmaktadır. Onlara göre şekillenmektedir. Yaratılmışların tamamı ve o yaratıkların bütün davranışları nisbî ve izâfîdir. Çünkü zıtlıklar, hem varlıklarına hem de davranışlarına karışmakta ve etkilemektedir. Zıtlıkların davranışlarını etkileme seviyesine göre binlerce, milyonlarca dereceler ve farklar ortaya çıkmaktadır. Benzerlerine veya zıtlarına üstün olmak cihetiyle farklılıklar oluşmaktadır. Meselâ, iki, birden üstündür. Üç de ikiden üstündür. Cömertlik, cimrilikten üstündür. Hakkı savunurken dik durmak, eğilip bükülmekten üstündür. Böylece varlıklar adedince farklılıklar meydana gelmektedir. Dünyada yaşayan bütün insanlar birbirinden farklıdır. Yüzlerinden parmak uçlarına kadar hiç biri, diğerine benzemez. Bu durum, Yaratanın gücünü gösterdiği gibi yaratma hususunda harika sanatını da ortaya koymaktadır. Duygularımızla görüp hissettiğimiz bütün hakikatler, izâfî hakikat türündendir.
Zıtlıkların içine karışmadığı bir hakikati, bir mükemmelliği anlamak mümkün müdür?
Evet, mümkündür. Meselâ, yaratmak bir hakikattir. Yaratıcının bir sıfatıdır. Yaratılmışların tamamı yaratma hakikatinden meydana gelmiştir. Yaratıcı tektir. Yarattıkları ise sayılarla ifade edilmeyecek kadar çoktur. Görünen ve görünmeyen varlıkların hepsi bu hakikatin eseridir. Binlerce çeşit yaratılmışların tamamı bu hakikatten doğmaktadır. İnsanlar, hayvanlar, bitkiler ve cansızların binlerce çeşidi Yaratıcının bu sıfatının eseridir. Yaratma konusunda acizliği yoktur. Büyük ve küçük, az ve çok farkı yoktur. Önümüzde binlerce örneği görülen bir hakikati anlamak zor değildir.
Allah’ın hayat verici sıfatı bir hakikattir. Kâinattaki bütün hayatlar onun hayat vermesi ile hayat bulmaktadır. Hayatın her çeşidini o vermektedir. Meleklerin, insanların, hayvanların ve bitkilerin yüzlerce çeşidinin hayatı, onun hayat vermesi ile meydana gelmektedir. Hayat vermesinde bir sınırlaması yoktur. Bütün hayatları o verir. Zıddı olan hayat verememek, hayat düğümünü açamamak, onun bu sıfatına karışamaz ve müdahale edemez. Hayatı veren ve besleyip devam ettiren ondan başkası yoktur. Hayat düğümünü o açar. Onun emri ve izni ile baharda bütün kâinat canlanır ve hayatlanır. Bütün otlar ve bitkiler dirilir. Hiçbir şey ondan gizlenemez. İhmâl de edilmez. Unutulup da sonsuza kadar uyutulan yoktur. Bahar gelince, bütün zemin yüzü ve çarşısı hayatlanır ve şenlenir. Haşir sabahında da böyle olacaktır.
Hayat bizzat güzeldir. Hayata ve hayatı verene hayranlık duymamak elde değildir. Hayat çok mükemmel bir hakikattir. Mükemmelliğin her çeşidi sevilir. Onun için herkes hayatı çok sevmektedir. Gerçekten de hayat sevilmeye lâyık bir hakikattir. Dünyadan hayatı çıkaralım, geriye ne kalır?
Kerem güzel bir sıfattır. Kerem sahibi olan Allah, kullarına bol bol ikram etmektedir. İkram ettiği kullarının, bu ikramdan lezzet aldığını gördükçe o da bundan kendine has bir lezzet alır. Onun lezzeti, başka ikram edenlere göre değildir. Çünkü ondan başka gerçek “Mükrim” yani ikram eden yoktur. İkrama mazhar olanların aldığı lezzeti görmekten dolayı, “kendine has bir lezzet” alır. Bu duygunun küçük örnekleri insanlarda da vardır. Gerçek cömert, kendini başka cömertlere kıyaslayarak zevk almaz. İkram ettiği insanların, bu ikramdan aldığı lezzeti seyreder ve onların mutluluğundan dolayı zevk alır. Falan, yüz kişiye cömertçe ikram edip yedirdi, ben ise yüz beş kişiye ikramda bulundum, ondan beş tane fazlam var diyerek zevk almaz. İkram, isterse bir kişiye yapılsın, onun ikramdan aldığı lezzeti seyredip bundan dolayı mutlu olur. İkramın lezzeti, ikram edilenin o ikramdan aldığı lezzete bağlıdır. Onun mutluluğunu gördükçe ikram eden de mutlu olur. Bir babanın en mutlu anı, kendini bakmakla yükümlü saydığı kimselerin mutluluğunu görmektir. Onu gördüğü zaman bütün yorgunluğunu unutur.
Demek zıtların karışmadığı hakikatleri anlamak mümkündür.
(Devam edecek)
|