28 Şubat 1997, Türkiye’nin demokrasi tarihi açısından, tıpkı diğer askerî darbeler gibi, kara bir leke olarak karşımıza çıkacak. Maalesef, bu sürece siyaset, medya, akademi, hukuk ve iş dünyasındaki kimi insanların verdiği destek gelecek nesiller için, ibret ve hayretle okunacaktır.
BU DÖNEME TANIKLIK EDEN
FARKLI İSİMLERLE KONUŞTUK
*Libération gazetesinin Türkiye muhabiri, Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyelerinden Ragıp Duran’la 28 Şubat döneminde basının neden militer tavır takındığını,
*Medya eleştirmeni, Taraf gazetesi yazarı ve 2004 yılındaki darbe günlüğünü yayınladığı için kapatılan Nokta Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmeni Alper Görmüş’le 28 Şubat’ın arkasındaki darbeci ruhu ve bu ruhun nasıl harekete geçirildiğini,
*Postmodern darbeye maruz kalan dönemin Refahyol Hükümetinin Adalet Bakanı Şevket Kazan’la tezgâhlanan oyunları, askerin tutumunu ve dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı ile Genelkurmay Karargâhı’nda neler konuştuğunu,
*Türkiye’nin siyasî tarihini yakından takip eden siyaset bilimci ve yazar Ali Bayramoğlu’yla dönemin siyaset yapısını ve krize neden olana siyasî değişimlerin analizini,
*28 Şubat’ta başörtüsü sebebiyle mağdur edilmiş kadınların avukatlığını ve Leyla Şahin’in AİHM’deki dâvâsına savunma hazırlayan ekipten AKDER Başkan Yardımcısı avukat Fatma Benli’yle 28 Şubat’ta başörtüsüne karşı tavır alınmasının sebeplerini,
* İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyelerinden Ferhat Kentel’le 28 Şubat’ın hangi toplumsal değişimlere karşı yapıldığı ve toplumu şekillendirmede başarılı olup olmadığını konuştuk ve istifadenize sunduk.
Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyelerinden Ragıp Duran, 28 Şubat sürecinde yaşanan brifingleri değerlen-dirirken, “Türkiye’nin en iyi eğitimli kadrosu olduğu varsayılan yargı, medya mensuplarının ve akade-misyenlerin askeri kendilerinin önderi ve hocası olarak kabul edip, ders ve talimat alması gönüllü kulluktur, çok vahimdir” dedi.
*Apoletli Medya kitabının yazarı olarak, 28 Şubat medya bağlantısını kısaca özetler misiniz?
Bugün bile “Sivil Paşa” denmesi gereken anlayış hâlâ devam ediyor. Askerin mülkiyetindeki bir gazete tabiî ki topluma karşı çıkacaktır, ancak bizim medyaya bakıyoruz; Sahibi, genel yayın yönetmeni asker değil, ancak ideolojik egemenlik teorisini hayata geçiriyorlar. Adam sivil, ama bakıyorsunuz bazen askerden daha asker kesiliyor. 28 Şubat dışta tutulmak istenen, ülkeyi yönetmesine izin verilmeyen İslâmî görüşün iktidara gelmesiyle başladı. O dönemde telaffuz edilmeyen, ancak Ankara kulislerinde yükselen ses medya açısından değirmenin suyunun yolunu değiştirmesidir. Eski rejimin sahipleri malî ve iktisadî iktidarlarını kaybetmeye başladılar. 28 Şubat’ta kıyıda köşede tutulan medya bugün biraz daha ön plâna çıkmış, hatta merkeze geçmiş durumda.
*Siz merkeze artık başka türlü medyanın yerleştiğini söyleseniz de o günün merkez medyası neden toplumun kültüründen bu kadar uzak?
Bunun ideolojik ve iktisadî temelleri var. 1950’lerde okuyucuların gazeteleriyle olana ilişkileri daha samimîydi. Toplumda olmadığı kadar bireyciliği pompalayan medya ile toplumun arası açıldı. Toplumdaki sıradan insanların öyle canı gönülden kapitalizmin değerlerine sarıldığını görmüyoruz. Türkiye gibi ülkelerde bambaşka bir unsur var ki, biraz ağır olacak, ama kimse kendi katilini sevmez. Kürt sorunu ile ilgili devletçi bir tavır takınan, tüm inançlarınız yasa dışı hâline getiren medyayla kimse samimî olmak istemez. Bu, Türkiye’ye has ayrılık noktalarıdır.
*O dönemin medyası nedense hayatın içindeki uzlaşı noktalarını değil de ideolojik kamplaşmaları gündeme taşıyordu...
Ne yazık ki genel kabul gören barış değil, şiddettir. Uyum değil, çatışmadır. Bunlar tiraj kazandıran şey. İnsanlar kriz anlarında bilgiye ihtiyaca duyup medyaya yönelirler. O dönemde medya var olmayan çatışmaları varmış gibi göstererek, özel olarak ilgi çekmeye çalıştı. Bu çocuksu bir durumdur, ki Türk medyasında bir şımarıklık ve çocukluk hâli var. Elli yaşına gelmiş, hâlâ on yaşındaki çocuğun aklıyla hareket ediyorlar...
*Siz 28 Şubat’ta merkez medyanın değirmeninin suyunun kesildiğini söylediniz. Peki bunun bir reaksiyon meydana getireceği kesin. Bunu düşünemedi mi o dönemin iktidarı?
Diğer kesimi bu kadar atak ve saldırgan yapan zemini hazırlayan dönemin iktidarının da kaçınılmaz olarak hataları ve eksiklikleri var. Erbakan’ın “Kanlı mı olacak, kansız mı olacak?” sözü partinin kapatılmasına gerekçe oldu. Bu tarihî hesaplaşma öyle kolay değil. Tekke ve zâviyelerin kapatılmasından bu yana yerleşik Kemalist sistem Müslümanca siyaset yapmak isteyenleri Diyanet İşleri, Millî Eğitim, YÖK, yargı, İçişleri Bakanlığı gibi mekanizmalarla ve ideolojik mekanizmalarla bastırmaya çalışmış. 28 Şubat’ın mağdurları, tabiri caizse, ikinci lig takımıyla oynamıyorlar. Bu yapı en küçük bir hatayı bile kaldırmaz. Kemalist düzen rakiplerinin açık vermesi için çeşitli yönlendirmelerde bulunuyorlar. Oraya gelince de üzerine çekip kontraatakla golü atabiliyorlar. Bu ne yasaldır, ne meşrudur, ancak siyaseti güç belirler.
* Medya patronları ve gazeteciler toplumsal hayattan kopuk mu yaşıyor sizce?
Ahmet Emin Yalman, Hüseyin Cahit gibi isimler bir taraftan başbakanla görüşürken, bir taraftan da sokakta iş yapıyorlardı. Seksenlerden sonra bu düzen değişti. Aydın Doğan, Cumhuriyet’ten Leyla Tavşanoğlu’na verdiği röportajda, “Hürriyet devletin gazetesidir” demişti. Devletin sokakta işi olmaz. Olsa da devletin görevi panzer gönderip sokaktaki karışıklığı bastırmaktır. Bu medya, kendini devletin bir parçası aparatı olarak görüp, iktidar mekanizmalarının toplarını topluma doğru fırlatıyorlar.
*Peki bunda hayat tarzlarının bir etkisi var mı?
Ben bunu “villâ, medya plaza, Lâila üçgeni” olarak tarif ediyorum. Bu tarz gazetecilerin 24 saatini incelediğinizde, bu üçgen hayatlarını tarif etmeye yetiyor. Sabahleyin villâ ya da lüks evlerinden çıktıktan sonra, içinde lokanta, berber, havuz, bar gibi tesislerin bulunduğu medya plazalarına gidiyorlar. Akşam olunca da eğlenmek için Lâila tarzı yerlere gidiyorlar. Bazıları ise, bizim vergilerimizle devletten koruma tahsis ediyor. Tâ ki bizi ideolojik olarak vursun diye (Gülüyor). İnsanı insan yapan çevresidir. Bu gazeteciler Ümraniye, Çağaloğlu, Talât’ın Kahvesi’nde de dolaşsalar, başka şekilde düşünürler. Türkiye’nin büyük çoğunluğu kulübede yaşarken, bunlar sarayda yaşıyor ve kulübede yaşayanların sorunlarıyla ilgilenmiyorlar bile. Milliyet “halka iniyoruz” diye tırlarla sefere çıkmıştı. Bunlar halka inmesin daha iyi. Meselâ, köşe yazarları Zonguldak’ta “Sen şöyle düşüneceksin” diye milleti haşlamışlardı. Neredeyse olay patlıyordu. Gazeteci dediğin ideolojik baskı yapmaz, milletin derdini dinler. Bunlar sokağa inse çatışma çıkar. Hürriyet’in bir yazarı Los Angeles’ta yediği bifteği yarım sayfa ayırarak anlatmıştı. “Üstelik pahalı, değil 62 dolar!” diyordu. Bu milletle alay etmek, hor görme ve ideolojik olarak egemenlik kurmak isteğidir. Bu medya sokağa inse sokak bozulur...
*28 Şubat döneminde medya mensuplarına brifingler verildi ve medya askerin emrine girdi. Bu durum, gelecekte anlatılacak Türkiye tarifi açısından nasıl anılacak sizce?
“Türkiye’nin en iyi eğitimli kadrosu olduğu varsayılan yargı, medya mensuplarının ve akademisyenlerin askerî kendilerinin önderi ve hocası olarak kabul edip, ders ve talimat alması gönüllü kulluktur, çok vahimdir. Halbuki bu kesim için, bu tür kulluk kabul edilemez bir şeydir. Koyunlar bile kafalarını kasaplara uzatmazken... Ya da gidersin, “Senin bana bunu empoze etmeye ne hakkın var?” dersin. Benim İslâmî kesimle ideolojik olarak bir yakınlığım ve sıcaklığım yok, ama yurttaş olarak onlara yapılan bu ağır baskıya karşı çıkarım. Yan komşunu gırtlaklıyorlar, Müslüman olduğu için sesini çıkarmıyorsun, ben bunu insanî bir tutum olarak, ideolojik tutumun üstünde tutarım. Bence 28 Şubat’a taraftar olanların listesi yayınlanmalı. Fransa’da bu gelenek vardır. “Nazi işbirlikçisi hükümet zamanında Nazilerin tarafında mıydın? Mayıs 1968’de polise taş atanların tarafında mıydın?” diye insanlar birbirine, çocuklar babalarına, arkadaşlar arkadaşlarına sorarlar. Biz de bu gelenek gelişmeli ve insanlar birbirine “28 Şubat’ta neredeydin? Özgürlüğün, mağdurların yanında mı? Askerlerin yanında mı?” diye sormalılar. Artık bu konuda yalan söyleme imkânı azalıyor. Bazıları yalan söyleyerek, “Mağdurun yanındaydım” diyebiliyor.
*Siz sormadan, “Ertuğrul Özkök 28 Şubat’ın yanındaydım” diyebilir...
Açık ve dürüst olarak bunu söylemesi kendi içinde tutarlı bir durum. Ama seçtiği tarafın sağlıklı olduğunu düşünmüyorum. Bu kişinin çizgisine baktığımızda, eskiden Türkiye İşçi Partisine yakın biriydi. Aynı anda hem askerin, hem 28 Şubat mağdurlarının yanında olmak mümkün değil. Bahsedilen kişinin, Türk medyasının bütün olumsuzluklarını şahsiyetinde ve yazılarında barındırdığı için çok kıymetli bir kişi olduğunu düşünüyorum. Onun sayesinde medya eleştirisini geliştirmeye çalışıyorum. Doktora çalışmaları ve ilk kitaplarının yeni baskılarını yapmıyor. İlk dönemdeki kitapları daha olumludur. Akademisyenken dönüşüm geçirmiş...
*Sizce Türkiye’deki medya nasıl bir habercilik ve yayıncılık anlayışı geliştirmeli?
“Bir çatışma varsa bu çatışmanın kökeni, uzlaşma yolları neler? Dünyada buna benzer bir olay gelişmiş mi? Bu çatışmada tarafların gerekçeleri ne kadar gerçekçi?” Bu tür gazetecilik yapan insan sayısı çok az. Bunların sayısının çoğalması gerekiyor. Topluma çatışma yerine, yeni düşünme şekilleri öğretilmeli.
|