Nur câmiası içinde, o günün şartlarında yapılması gereken en makûl hareket, duvar değil direk olmaktı. Tavanı ayakta tutarken, tabanın bütünlüğünü bozmadan hizmetin âhenkli işleyişini sağlamanın yegâne yolu da bu idi.
Tıpkı, Türk mûsikisinin en mûteber makamlarından biri olan Zâvilî makamında veya Selçuklu mimarisinin medar-ı iftiharı sayılan zaviyeli mabetlerde olduğu gibi.
Başta Mâhur ve Nikriz olmak üzere, birbirine yakın makamları, husûsiyetlerini bozmadan, ritimlerindeki ortak sesleri kullanarak yeni bir âhenk içinde tegannî eden mürekkep bir makamın adıydı Zâvilî.
Artık pek kullanılmasa da, icra edilip rağbet gördüğü zamanlarda, insan ruhunu ihtizaza getirmesinin yanı sıra, hem terkibindeki makamların husûsi hazları hissedilir, hem de ortak âhenkten tereşşuh eden yeni makamın huşûsu ve sürûru yaşanırdı.
Selçuklular, aralarında benzerlikler ve ortak özellikler bulunan kubbeleri, zarif direkler üzerine kurdukları işlemeli kemerlerle birbirlerine bağlayarak yaptıkları mabetlere, çeşitli yönlere açıldığı için Zâvilî veya Zâviyeli Camii adını vermişlerdi.
İstanbul’da Mahmut Paşa, Murat Paşa, Amasya’da Beyazıt, Bursa’da Şahadet, Yeşil, Abdul Mehmet, Üsküp’te Gazi İsa Bey Camilerinde olduğu gibi, Selçuklu mülkünün ve Osmanlı ülkesinin pek çok yerinde örnekleri bulunan zâviyeli camilerde kubbeler müstakil de olsa, kucakladıkları alan müşterekti.
Kubbeler yekpâre duvar yerine, ince direkler ve kavî sütunlar üzerine oturtulduğundan, caminin içi duvarlarla bölünmez direkler sayesinde birbirine açılıp bütünleşerek genişlerdi.
Aslında yalnız mûsıkîye ve mimariye has bir husûsiyet değildi bu. Müesseselerde, cemiyette, devletin, milletin işleyişinde de başarı ile uygulanmış ve asırlar boyu güzel neticeler alınmıştı.
Meselâ külliyeler mektepten medreseye, camiden zaviyeye, imaretten kütüphaneye kadar bünyesinde yer verdiği onlarca ayrı meslek dalı, ibadet mekânı, eğitim kurumu ve yardım kuruluşu arasındaki irtibatı sağlayarak hepsine direk olur ve âhenkle çalışmalarını temin ederdi.
Külliyelerin fonksiyonunu cemiyette ahi ocakları, vakıflar, dernekler ve benzer teşekküller icra ederdi. Bütün meslek dalları arasında kurdukları irtibat ve sağladıkları birlik sayesinde, yalnız mensuplarına değil, sinelerine sığınan herkese yardım etmeyi insanî bir vecibe bilirlerdi.
Bu hareket tarzının, devlet ve millet hayatında da müsbet akisleri görülür, millet mefhumu etnik unsurları ayırmaz, ümmet mânâsı millî farklıkları esas almaz; devlet teşekkülü bölge, belde, şehir farkı gözetmez; hepsi husûsiyetlerini muhafaza ederek bütün içindeki yerini alır ve birlik şuuruyla onlara dayanır, varlığıyla kuvvet verirdi.
İçtimaî hayatın temel direği mesabesindeki teşekküller, bu husûsiyetleri sayesinde kendileri ile birlikte devleti, milleti ve cemiyeti de asırlarca birlik, beraberlik içinde ayakta tutmuşlardı.
Ne var ki, dikkatle kendine bakacağı yerde, hayretle Batıyı seyre dalan devlet adamları, o narin direklerin kırılıp ince sütunların yıkılarak, yerlerine sınır denen kalın hamakat, kanlı ihanet duvarlarının örülmesine ve koca cihan devletinin, otuza yakın küçük millî devlete bölünmesine sebep olmuşlardı. Aradan geçen asırlar neticeyi değiştirmedi.
Zîrâ o hallerin tezahürleri, hayatın her sahasında hâlâ yaşanıyor. Devlete hakim olan zihniyetler dışarıdan getirdikleri mahir duvar ustalarına, yalnız devlet millet arasında değil, onların kendi içlerinde de yeni duvarlar ördürerek her grubu, cemaati, cemiyeti ve benzeri teşekkülü küçülttükçe küçülttürüyorlar.
Bilhassa cemaatlerin bünyelerinin bölünmeye hazır hale getirilmesi, o menhus emellerin ve kirli ellerin işlerini oldukça kolaylaştırdı. Nurcular arasında yaşanan bazı hadiselerse, o duvarların en son örneği oldu.
Halbuki İstanbul ve Erzurum, Nur hareketi içinde müsâvi makamlar veya eşit kubbeler hâlinde tebarüz etmeye başladığında, bazı insanlar için duvar değil, direk olma mükellefiyeti hâsıl olmuştu.
Bediüzzaman’ın, “Hayatı Risâle-i Nur’a aittir” diye tarif, tavzif ve taltif ettiği haslar, eğer bu şekillenmenin başladığı sıralarda, duvar değil direk olma hassasiyetiyle hareket ederek iki tarafa da dayanak olup kucak açabilselerdi, tavanda kubbeler müstakil de görünse tabanda cemaat müşterek hareket eder, birliğini, bütünlüğünü korurdu.
O zaman, cemaatin ihlâs, uhuvvet ve samimiyetinden teşekkül eden şahs-ı mânevîsi Süleymaniye, Selimiye misâl selatin camilerin merkezî kubbeleri hüviyetine bürünür, zamanla o grupların ifratlarını, tefritlerini izale edip birer yarım kubbe haline getirerek kendine bağlardı.
Bu sayede bütün camiayı kucaklar ve Nur hizmetini her yönden geliştirip genişleterek, tıpkı Osmanlı gibi cihanşümul bir îlâ-yı kelimetullah hareketi hâline getirebilirdi.
Üstelik Nur hareketinin saf-ı evvelleri ve umûmi hizmet müdebbirleri için bunu yapmak o kadar da zor değildi. Çünkü Said Nursî hayatta iken yaşanan ve onun müşfik tavrı ile şekillenen canlı bir örnek duruyordu karşılarında.
Nur hareketinin teşekkülü sırasında, talebelerinin Isparta’da Hafız Ali’nin ve Hüsrev Efendinin etrafında toplanmaya başladıklarını, onların da gruplaşma temayülü içine girdiklerini gören Bediüzzaman, tam bir orta direk olma örneği göstermişti.
Bunu yaparken, bir yandan hizmetin zamanla şahısların mizaçlarına göre şekillenip farklı meşrepler hâline gelmesine mâni olmuş; diğer yandan da onlara nur fabrikası, gül fabrikası sıfatlarını vererek, hareketin bir parçası olmaktan kurtarıp bütününün tezyinatı hüviyeti kazandırmıştı.
Onun bu tavır ve hareketinde, aynı zamanda Nur müdebbirlerinin gelecekte benzer hallerle karşılaştıkları takdirde nasıl hareket etmeleri gerektiğini gösteren ince ibret dersleri de vardı.
Nitekim, onun ahirete irtihalinden sonra cemaat içinde meydana gelen hadiseler karşısında Zübeyir Gündüzalp’in ortaya koyduğu kararlı tavır ve onun da vefatını müteakip diğer ağabeylerin takip ettikleri hareket tarzı hep Bediüzzaman’ın o zaman gösterdiği direk olma husûsiyeti şeklinde tezahür etmiş ve ağır tazyiklere rağmen, bazı istisnalar dışında cemaatin birliği, bütünlüğü korunmuştu.
Onların, seksen ihtilâlinden sonra da aynı şekilde hareket etmeleri mümkündü, lâkin olmadı. Umûmi ve mahallî müdebbirler, bilhassa saf-ı evveller sülün endamlı direkler ve gökkuşağı eşkalli kemerler olup büyüklü küçüklü pek çok kubbeyi birbirine bağlayarak cemaate ulu cami ulviyeti ve genişliği kazandırabilirlerdi.
Eğer onlar hangi mülâhaza ile olursa olsun, duvar olmaya teşebbüs etseler bile, yanlarındaki hizmet elemanları ve onlarla birlikte hareket eden müdebbirler bu duvarın taşı, tuğlası, harcı olmayı kabul etmeyebilselerdi, yine o ulvî netice tecelli ederdi.
Lâkin, Nur hareketinin orta direği mesabesindeki ağabeylerin etrafını saran ikinci, üçüncü derece hizmet elemanları onların duvar olmaları için şartları hazırlamakla kalmadılar, kendileri de duvara malzeme oldular.
Onlar da şiâr edindikleri şefkat hassesinin de teşvikiyle bu zahirî görüntüye bakarak tek cepheli duvar olup bazı kubbeleri ayakta tutmaya kalkınca, ittihadı şiar edinen koca bir cemaat bölünüp parçalandı.
İhtilâf, ölçüsü ve hududu olmayan bir sath-ı mâildi. Bir sefer başladı mı kolay kolay önü alınmaz, devam eder giderdi. Hele bir de derlenip toparlanma çabası görmezse, koca kütleler tuzla buz oluncaya, un ufak edilinceye kadar sürerdi.
Bu hadiselerde de öyle oldu ve ihtilâfın tarafları çok geçmeden kendi içlerinde de bölünme temayülü içine girdiler. Fertlerin farklı fıtratlarda olmasını buna sebep olarak gördükleri için de, her fıtrata hitap edebilen küllî bir hizmet teşekkül ettirmenin yollarını aramaya başladılar.
Ne var ki, bunu yapmak pek o kadar kolay değildi. Hızlı bir fütuhat zamanının ardından yaşanan bu fetret devrinde, mahdut insanlara ve insan kaynaklarına sahip olmasının yanı sıra müntesiplerinin üzerindeki tesirlerini de kaybeden bazı gruplar, hizmetin inisiyatifini ele geçirmek maksadıyla her sahada faaliyet göstermeye kalkınca zihinler karıştı.
Bu karışıklık, cemaat içinde olduğu kadar camianın dışındaki insanlar tarafından da farklı telâkkilerle karşılanıp değişik yorumlara kapı açmış, kiminin şevkini kırarken bazılarını çeşitli mülâhazalarla sevindirmiş olmalı ki, husûsi sohbetlerde konuşulup tartışılan bir mesele haline geldi.
Siyasî görüş ayrılığı yüzünden yıllardır görüşmediğimiz eski bir dostla tevafuken karşılaşınca başlayan sohbette, söz döndü dolaştı ve biraz da onun maharetiyle gelip bu netameli meseleye takılıp kaldı.
Sohbetin bu safhasını sükûtla savuşturmak istediğimi hissedince iğneleyici ifadelerle meselenin üzerine gitti. Sözlerine aynı üslûpla mukabele görünce konuşma o minval üzere akmaya başladı.
“Sizin cenahtan yine ayrılık havaları yükseliyor. Nedir bu hâl, neler oluyor?”
“Bu havalar ilk defa sizin sazınızın tellerinde bestelenmişti. Değişik vesilelerle tekrarlanıyor işte.”
“Ama hep ayrılık tellerini titretiyorsunuz.”
“Anadolu insanı ayrılıklara âşinadır.”
“Sizinki aşinalık değil, alışkanlık hâlini almışa benziyor.”
“Yaşanan hadiselere esasta ayrılıktan ziyade, mizaçta imtizaçsızlık gözü ile bakmak daha doğru olur.”
“Neden?”
“Söyledim ya, esasta bir ayrılık yok da ondan.”
“Sence neden kaynaklanıyor bütün bunlar?”
“Duvar yerine, direk olamamaktan.”
(İslâm Yaşar’ın “Aynanın Arka Yüzü” isimli
romanından alınmıştır)
24.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|