|
|
Abdurrahman ŞEN |
"Kültür Evleri Projesi!" |
|
Merhum İsmail Cem’in bakanlığı sırasında, son derece faydalı ve kucaklayıcı bir proje gelmişti gündeme: “Kültür Evleri Projesi.”
“Kültür Evleri Projesi”nde düşünülen özetle şöyleydi…
Her mahalleye bir “Kültür Evi” kurulacaktı ve buralarda, öğretmen olamayan -öncelikli- edebiyat öğrencileri, durumu müsait olan yazarlar, san’atçılar görevlendirilecekti… Bu kişiler Kültür Evlerinde öncelikle bulundukları mahallelerine kültürel konularda öncülük edecekler, kültürel aktiviteler düzenlenmesine rehberlikte bulunacaklardı…
Bu görevlerin icrası esnasında; Ankara’nın projelerinin mahallelere dikte ettirilmesi değil… O mahalledeki kültürel birikimlerin Ankara’da kayıtlar altına alınması ve kaybolmasının önlenmesi de önemli bir nokta idi…
Ama az önce ifade ettiğim gibi olmadı…
Sonrasında da hiçbir bakanın bu yönde bir düşüncesi olmadı.
Bu arada 10 yıl kadar önce ülkemizin salon ihtiyacını (düğün salonlarını değil, kültür mekânlarını kastediyorum elbette) gidermek ve kültürel aktivitelere yeni mekânlar kazandırılması için bir talebim oldu… Başta İstanbul Büyükşehir Belediyesi olmak üzere bütün belediyeler, imar yasasına yapacakları küçük bir ilâveyle; belli bir kat ve daire sayısına sahip yeni binaların zemin katlarına, cep salonları yapılması için zorunluluk getirmeliydi… Bu zemin katları çok yönlü kültür mekânları olarak bölge halkına hizmet verebilir/di… Böylelikle kültür ve san’atın nefes alabileceği irili ufaklı çok sayıda mekânımız olabilirdi…
Geride bıraktığımız 2007’in son günlerinde de sevgili Mehmet Nuri Yardım kardeşim, sanatalemi.net sitesindeki “Edebiyat Evleri” başlıklı bir yazısında; “Halk Evleri, Öğretmen Evi, Polis Evi, Ordu Evi var da, Edebiyat Evleri niçin olmasın? Edebiyatçıların ve yazarların, evleri dışında bir başka mekâna ihtiyaçları yok mu? Sigara dumanı ile dolu kahvehanelerin dışında oturabilecekleri nezih ortamları onlardan niçin esirgiyoruz? Bugüne kadar bu gerçekleşmemiş nedense. Bunu bir düşünce ve proje olarak ilgililere sunuyorum.” diyordu… Tüzelden özele bütün alternatifleri sıralayıp, “Kim uygulayacak?” sorusunu da sorarak.
Daha sonra; “Peki bu evler ne olacak ve ne işe yarayacak?” diyen Mehmet Nuri kardeşimin kendi sorusuna cevabı da şöyleydi: “Edebiyat Evleri’nde o mahallin tanınmış edebiyatçılarına birer oda tahsis edilmeli. Yazarın anahtarı olmalı ve dilediği zaman gelip bu odasında çalışabilmeli, yazı yazabilmelidir. Bunun için gerekli konfor sağlanmalıdır, aydınlatma ve ısınma meseleleri çözülmelidir. Evlerin dışı estetik, içi zarif olmalıdır. Yazarlar, dışarıya açık bu mekânlarda misafirlerini kabul edebilmeli, röportajlarını yapabilmelidir. /…………../ Edebiyat Evleri, edebiyat atölyeleri gibi canlı ve işlek olmalıdır. Usta yazarlar orada genç edebiyatçıları eğitmeli, yönlendirmeli ve yazı hayatını sevdirmelidirler. Çay ve diğer içeceklerin bulunacağı büyük salonda sohbetler edilebilmeli, fikrî ve edebî münakaşalar yapılabilmelidir.”
Mehmet Nuri kardeşimin bu önemli uyarısından, talebinden kısa bir süre sonra, aynı sitede bu defa Sabahat Emir Hanımefendi “Yazar Evleri ve Belediyeler” başlıklı bir yazıyla konuya zenginlik kattı…
Sabahat Emir Hanımefendi o yazısında; “Geçenlerde bu konuda yazdığım bir yazı dolayısıyla bana telefon etme nezaketini gösteren Kültür Bakanımız sayın Ertuğrul Günay, Yazar Evleri projesinin hayata geçirilmesi üzerinde çalıştıklarını söyledi. Bu, tabii ki çok umut verici ve sevindirici bir haber.” diyerek güzel bir müjde vermiş oldu.
Geçenlerde Mehmet Nuri kardeşimle bu konu üzerinde uzun uzun bir sohbetimiz oldu…
O sohbette dedik ki; kurulmasını edebiyat ve kültür sevdalısı herkesin arzu ettiği bu mekânların adı ister “Kültür Evi” olsun, ister “Yazar Evi” olsun ister “Edebiyat Evi” olsun, fark etmez…
Ama çerçevesi iyi çizilsin ve kültürel bir hamleye kılcal damarlık yapabilecek yapıda kurulsun bu mekânlar…
Siyasetin asla sızamayacağı önlemler de mutlaka alınsın…
Sayın Sabahat Emir Hanımefendinin yazısıyla, konu üzerinde çalıştıklarını öğrendiğimiz sayın Kültür Bakanımızdan bir talep gelmesi halinde bu konuda daha detaylı paylaşımlarla katkıda bulunabileceğimizi de belirtmek istiyorum.
Yeter ki “Kültür Evleri Projesi” bir an önce ve sağlıklı biçimde hayata geçsin!
24.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet C. GÖKÇE |
Yeni Asya 39 yaşında... Ve Radyo Mega 15 yaşında |
|
Benim gibi nüfus cüzdanları azıcık eskiyenler hatırlar; yayınlarımızın arkasında gazetemizi tanıtan spot bir cümle vardı; hatırlayabildiğim kadarıyla şöyleydi:
“Bir dakika! Yeni Asya gazetesini okuyor musunuz?
“Dostlarınıza tavsiye ediyor musunuz?
“Diyelim ki Yeni Asya’yı görmediniz…
“Endişe duymadan evinize götürebileceğiniz bir gazete ile baş başa kalmak istemez misiniz?
“Tavsiye ediyoruz; Yeni Asya’yı görünüz, alınız, okuyunuz, memnun kalacaksınız. Saygılarımızla…”
Ve başka bir cümle:
“Yeni Asya yazıyorsa doğrudur…”
Çok şükür, bugün gazetemiz tertemiz bir mazisiyle kemal yaşına yaklaşmış ve 39. yılına girmiş bulunmaktadır…
Efendim, aynı anlayış ile; aynı doğrultuda ve tam da gazetenin 24. yaş gününde Şanlıurfa’mızda:
“96.5 frekansında çarpıcı-doğru haberleriyle, isabetli yorumlarıyla ve son gelişmelerle sizlere ulaşmaya devam edecek… Radyo Mega söylüyorsa doğrudur…” parolasıyla 21 Şubat 1993 tarihinde kurulan radyomuz bugün 15 yaşında…
Şeref dolu, hizmet dolu, şükür ve muhabbet dolu tam 15 yıl…
Ölçülü yayın akışıyla Hakk’ın rızası doğrultusunda-halkımızın hizmetinde geride kalan 15 yıl…
İtibarından, ağırlığından ve tesirinden hiçbir şey kaybetmediği gibi günden güne parlayan bir çizgide tam 15 yıl…
“Bilgilendirici, eğitici ve meşru dairede eğlendirici” yayın çizgisiyle geride kalan iftihar tablolarıyla dolu 15 yıl…
Koordinatörü, elemanı ve programcısıyla bütünleşmiş; mektep özelliğini taşıyan ve bu özelliğinden ödün vermeden yoluna devam eden bir müessese olarak tam 15 yıl…
“İyiyi, doğruyu, güzeli ve olumluyu teşvik eden” mesajlarla dolu bir ömür…
“Temel değerler ve genel ahlâka uygun davranmak” suretiyle geride bırakılan bir övünç ve şükür tablosu…
“Başta demokrasi ve insan hakları olmak üzere insanlığın evrensel değerlerini savunmak” ile geçen ve–inşaallah–bu çizgide devam edecek olan bir birikim…
Bu 15 yıl içerisinde Radyo Mega olarak, “Barışa, çok sesliliğe ve farklılıklara saygı gösterme” hususunu kendimize şiar edindik… Barış ve huzur ortamını ortadan kaldırmaya çalışmanın geçerli hiç bir gerekçesi olmadığını ısrarla vurguladık. Farklılıklara karşı tahammülsüzlüğün mantıklı bir açıklamasının olamayacağının altını çizdik. Yaratılanı, Yaratan’dan ötürü sevmek ve ona değer vermek zorunda olduğumuzu belirttik. Her renk, dil, ırk ve coğrafyaya saygı göstermek gerektiğini bıkmadan ve usanmadan dile getirdik.
Evet, tam 15 yıl…
“Uzlaşma ve hoşgörü”nün ön plana çıkarıldığı 15 yıl…
Birlikte yaşama kültürünün teşvik edildiği programlarla dolu 15 yıl…
Her saniyenin tüketildiği meşguliyetten dolayı hesaba çekileceğimizi bilen bir anlayışla geride bıraktığımız 15 yıl…
“Çatışma zeminini hazırlayan yaklaşımlardan uzak durmak” suretiyle tarihe not düşülen 15 yıl…
“Kişilerin özel hayatının gizliliğine saygı göstermek” anlayışıyla dolu dolu geçen ve her dakikası birer tarihî vesika niteliği taşıyan 15 yıl…
Kuşkusuz, bu 15 yılın her anında nice değerli insanın katkısı ve duâsı vardır. Dolayısıyla, her hangi bir biçimde emeği ve katkısı olan herkesi şükran ve duâ ile yâd etmek yerine getirilmesi gereken çok önemli bir vecibedir.
Nice 15 yıllara…
Nice 39 yıllara…
24.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Emanet zayi edildiğinde |
|
Özellikle ihtisas isteyen meselelerde, altından kalkamayacak bir kimsenin o işe tayini söz konusu olduğunda söylenen “Adama iş değil, işe adam tayin etmek lâzım” ifadesi büyük bir anlam kazanıyor.
Ehliyet ve ihtisasa saygının güzel bir ifadesi bu. İhtisas asrında yaşıyoruz. Herkesin her şeyi anlamadığı bir hakikat. Maharet, ehliyet ön plana geçti. Modern dünya bu noktaya gelinceye kadar az mücadele vermedi. Düne kadar siyahların ikinci sınıf sayıldığı Amerika’da bugün siyahlar da bakan olabiliyor, başkanlığa soyunabiliyor.
Demek ehliyet, ihtisas söz konusu olduğunda ırkın, rengin hiçbir önemi yok. Yapılacak işin üstesinden gelebilecek kişinin bulunması önemli. Allah Resûlü (asm), kendisinden idarecilik isteyen Ebû Zer’e işin ağırlığı sebebiyle altında ezileceğini hatırlatmamış mıydı?1
Kur’ân, açıkça emanetleri ehline vermeyi emrediyor.2 Birgün Kâinatın Efendisi (asm), “Emanet zayi edildiğinde Kıyameti bekle!” buyurduğunda, “Emanet nasıl zayi ediler?” diye soruluyor, Efendimiz de (asm), “İş ehil olmayanlara verildiği zaman”3 diye cevap veriyor.
Bu hakikatlerin ilk uygulayıcısı Allah Resûlü (asm) olmuş, Sahabe de aynı yolda yürümüştü.
Mısır’ın fethi günleriydi. İslâm komutanı Amr bin As, barış teklifi için Mukavkıs’a Ubade bin Samit başkanlığında bir heyet göndermişti. Ubade bin Samit kara, iri yarı birisiydi. Mukavkıs onu görünce irkildi, böyle biriyle konuşmayı gururuna yediremedi. Siyahî oluşunu ileri sürüp onunla konuşmayacağını, başka birinin gönderilmesini istedi.
Heyettekiler bunu kabul etmediler. “Olmaz” dediler. “Çünkü o bizim efendimizdir. Bizden daha ilerdedir. İçimizde en iyi düşünüp karar verebilen ileri görüşlü birisidir. Bunun için de komutanımız başımıza onu seçti ve sözlerini dinlememizi emretti.”
Mukavkıs, kabulleri ve inançları gereği gerçeği bir türlü göremiyor, “Ben bu adamla görüşmem” diye diretiyor, “Böyle birinin önünüzde olmasına nasıl razı olabiliyorsunuz? O sizden sonra olmalıdır” demeyi de ihmal etmiyordu.
Heyettekiler de, “Aslâ ondan vazgeçemeyiz” diyorlardı. “O kara bir adamdır, ama içimizde mevki, ilim, düşünce ve birçok meziyeti itibariyle bizden daha ilerdedir.”
Bu hakta sebat sonunda Mukavkıs’ı yola getirmiş, oturup konuşmuştu.4
Sahabe dönemindeki bir uygulama bu. Hayat dini olan İslâmın emirlerine sıkı sıkıya bağlı olan Sahabenin kısa zamanda dünyanın dört bir yanına ebedî hakikatleri duyurmasındaki sır bu örnekten bile anlaşılmıyor mu?
Osmanlının yükseliş dönemlerinde de bu hakikatlere dört elle sarılınmış, kim olursa olsun işin ehli ise o işe getirilmiş ve her sahada başarı elde edilmişti.
Batının yeni yeni kavramaya çalıştığı bu fıtrî, aklî ve ilmî gerçeği İslâmın bin dört yüz sene önce getirmesi insanlığın bu hakikatlere sahip çıkmada gecikmemesi gerektiğinin de bir göstergesi değil midir?
Dipnotlar:
1- Müslim, İmare: 16; Müsned, 5:173.
2- Nisa Suresi: 58.
3- Buharî, İlim: 2.
4- Mecelle-i Umûr-i Belediye, 1225.
24.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Merdâne duruşların özlemini çekiyoruz |
|
Hakperest olmak, doğru olanı söylemek, merdâne bir duruş sergilemek, güzel ve arzulanan hasletlerdir. Her hâlükârda dik durabilmek, her zaman ve zeminde zikzak yapmadan doğru bir tavır içinde olmak, gerekli hâl ve davranışı gösterebilmek aranan ve belki de hasretini çektiğimiz davranışlardır.
Böylesi bir hâl ve davranış içinde bulunmayı prensip haline getirmenin mutlaka bir bedeli, bir karşılığı olacaktır. İşte muhtemel bedel ve faturalara rağmen hakperestlikte, merdâne duruşta ısrar etmek fevkalâde imrenilecek bir hâldir.
Kolay değil elbette her hâlükârda merdane bir duruş içinde olmak; zordur elbette her güçlüğü, her tehlikeyi göze alarak hakperest olmayı tercih etmek. Karşılığında bazen eziyet, bazen sürgün, bazen dışlanmak vardır. Bazen “dokuz köyden” kovulmak vardır. Böyle zor, uzun ve ince bir yolun yolcusu olmak, her adamın kârı olmadığı gibi, öyle sıradan insanların da işi değildir. Belli bir dâvâsı, belli bir hedefi, inandığı bir ideâli olan insanların işidir.
Geçmişte vardı dâvâsı uğruna hayatını vakfeden, ölümü hiçe sayarak, doğru yolda yürüyen İslâm kahramanları. Bütün peygamberler ve onların vârisleri, Sahabe-i Kiram, İmam-ı Rabbânîler, İmam-ı Gazalîler, İmam-ı Azamlar... Son asırda da Bediüzzaman ve onun sâdık talebeleri...
Ama bir gerçek var ki, günümüzde böyle hayatını dâvâsına gözünü kırpmadan fedâ eden, hakperestliği şiâr edinen kahramanlar olmadığı gibi; onları rehber edinen, onların arkasından gitmeyi göze alan insanlar da neredeyse kalmadı gibi.
Bu asır, deyim yerinde ise, dâvâsı uğruna birşeylerini fedâ etmeyi göze alabilen, sözünün arkasında durmayı prensip edinen merdâne insanların özlemini çekiyor.
İtiraf etmeliyiz ki, zaman ve zemine göre renk değiştirmek, konjonktüre göre yön tayin etmek, esen rüzgâra doğru yelkenleri açmak bir çok insanın huyu ve mizacı haline geldi.
Sebat, sadakat, metanet gibi altın değerindeki duygular; inat, sabit fikirlilik veya aşırı bağımlılıkla anılmaya başlandı.
“Zikzak çizmek”, “yalakalık”, “yamukluk”, habire yön ve yol tayininde bulunmak, gözü açıklık, işini bilirlilik olarak tavsif edilmeye başlandı.
Günümüzde merdâne duruşun, doğru yerde doğru söz söylemenin manileri de çoğaldı. Bazılarını, önüne konulan maddî imkânlar; bazılarını, kendilerine sunulan makam-mevkîler; kimilerini de, derd-i maîşet gibi maniler, doğru yerde doğruları söylemekten alıkoyuyor.
Bütün bunlara “nemelâzımcılık” veya “vurdumduymazlık” ya da “korku ve cebânet!” gibi sârî marazları da eklemek lâzım.
Peki günümüzde hakperestliği dâvâ edinen, her hâlükârda doğruları söylemeyi şiâr edinen insanlar yok mu?
Bu suâle karşı, benim acizâne cevabım: Var, ama çok az...
Kısacası, bu zamanda merdâne duruş ve düşüncelerin özlemini çekiyoruz.
24.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kısa kısa |
|
Hatay’dan okuyucumuz:
* “Bakara Sûresinin 219. âyetinde, içkinin ve kumarın büyük günah olduğu zikredilirken, bunlarda insanlar için bazı faydalar olduğu, fakat günahlarının faydalarından daha büyük olduğu ifade ediliyor. Bu âyeti açıklar mısınız? İçki ve kumarın ne gibi faydası vardır? Örnek verebilir misiniz?”
1- Sarhoşluk veren her türlü içkinin ve kumarın gerçekte faydası yoktur. Hem kişisel, hem de toplumsal yönden zararı ise çoktur.
2- Bu âyette söz konusu edilen “faydalar” gerçek faydalar olmayıp, içki kullanan ve kumar oynayan insanlarca düşünülen veya var kabul edilen “faydalar”dır.
Meselâ içkinin biraz neşe ve lezzet verdiği, yüksek ticârî kârlar getirdiği düşünülür ve korkak tabiatlı olanlara cesaret ve kuvvet verdiği ve efkârı dağıttığı zannedilir.
Kumarın da para kazandırdığı, dostlar arası muhabbete neden olduğu, can sıkıntısını giderdiği... vs. zannedilir.
3- Oysa âyette hemen ifade edilir ki, bu faydalar birer vehimdir, birer yanılgıdır, gerçek değildir, hakikati yoktur, “içkinin ve kumarın zararı—var sayılan—faydasından çoktur.”
Menfaatleri hakiki ve sağlam menfaat değildir.
Verdiği neşe sarhoşluğa dönüşür.
Görünüşte verdiği cesaret, felâket getirir.
Efkârı dağıtmaz, daha büyük dert getirir.
Getirdiği sanılan kâr ve kazanç bereketsizdir, hayırsızdır, haramdır, yüzlerce ziyan getirir.
Verdiği sanılan kuvvet sıhhati bozar.
Getirdiği sanılan dostluk ve muhabbet, geçicidir, menfaate dönüktür, çabuk bozulur ve düşmanlığa döner.
Müptelâ olanlar yakalarını zor kurtarırlar.
Neşe ve lezzetleri ferdî olduğu halde, verdiği zarar hem ferdî, hem toplumsaldır.
***
İstanbul’dan okuyucumuz: “‘Kendisine şu beş nimet verilen kimsenin âhiret için çalışmama noktasında mazereti kabul edilmez: 1-Dindar ve sâliha bir hanım, 2-Hayırlı çocuklar, 3-İnsanlarla güzel geçinme, 4-Geçim kaynağının memleketinde olması, 5- Muhammed’in (asm) ehl-i beytine sevgi’1 hadisinde geçen, ‘geçim kaynağının memleketinde olması’ nasıl bir nimettir? Bunu açıklar mısınız?”
Geçim kaynağının memlekette oluşunun nimetlik derecesini gurbette çalışanlara sormalıyız.
Bir gözü arkada, memleketinde, kendi doğduğu topraklarda, yurdunda, vatanında; hep haber bekliyor; yakınlarının zor gününde yanında bulunamadığı için bir dalı kırık...
Gidip gelme imkânları kısıtlı. Ama aklı orada, gözü orada, duyguları orada, duâsı orada, memleketinde, annesinde, babasında, kardeşinde, yakınlarında, eşinde veya çocuklarında...
İçinden defalarca, “Keşke bu işi memleketimde yapsaydım!” duâsı yükseliyor.
Dünyevî gam ve keder, kişiyi âhiret amelinden alı koyabilir.
Geçim kaynağının, memleketinden uzak diyarlarda bulunuşu ve çalışmak için sevdiklerinden ve yakınlarından ayrılmak zorunda kalışı kişi için âhiret ameline zarar verecek derecede gam ve keder konusu teşkil edebilir.
Fakat memleketinde ve sevdikleriyle birlikte çalışan bir insanın, âhiret hazırlığını engelleyecek bir mazereti daha ortadan kalkmış olur.
Dipnotlar:
1- Câmiü’s-Sağîr, 3/959
24.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Hastahane resimleri |
|
Annem hastalanınca ona refakat ederken, bize de hastane koridorlarında hadise satırlarıyla yazılan mesajları okuma düştü! Meğer daha heceleme safhasındaymışız… Daha çoook çalışmamız gerekiyormuş.
Hastahaneler, gerçekten de hayat okulunun en zor imtihanlarından bir tanesi. Ama dikkat ve tefekkürle okunabilirse, anlatmak istedikleri bir ömre bedel…
İşte hastane koridorlarından birkaç kesit…
En uzun gece!
“Şeb-i yeldayı müneccim muvakkit ne bilir? Müptela-ı gama sor, geceler kaç saattir?” demiş şair. Yani “En uzun geceyi yıldızları inceleyen, saatleri tayin eden ne bilir? Gecelerin kaç saat olduğunu dert çekene sor” meâlinde kabaca yorumlayabileceğimiz bir dize bu, eskimez eskilerden. Gerçekten de zamanın izâfî olduğu gerçeği, Einstein’dan çok daha önceden beri bilinmektedir. Söz gelimi, dert ehli için zaman hiç geçmez gibidir. Rahat ve keyifli şartlardaysa, zaman sanki su gibi akıp gider.
Bediüzzaman Hazretleri Hastalar Risâlesi isimli muhteşem eserinde bu sırrın sırrını şöyle açıklamakta:
“Ey biçare hasta! Merak etme, sabret. Senin hastalığın sana dert değil, belki bir nevî dermandır. Çünkü ömür bir sermayedir gidiyor. Meyvesi bulunmazsa zayi olur. Hem rahat ve gafletle olsa pek çabuk gidiyor. Hastalık senin o sermayeni büyük kârlarla meyvedar ediyor. Hem ömrün çabuk geçmesine meydan vermiyor, tutuyor uzun ediyor. Tâ meyveleri verdikten sonra bırakıp gitsin. İşte, ömrün hastalıkla uzun olmasına işareten bu darb-ı mesel dillerde destandır ki; musibet zamanı çok uzundur, safa zamanı pek kısa oluyor.”
Hastalık vesilesiyle büyük kârla sevap meyvelerini toplamak çok güzel bir ücret.
Tabiî sabretmek becerilebilirse!
Düş de gör!
Şeker hastalığı sebebiyle ayağında açılan büyük yarayı tedavi için gelen hasta, beraberinde aynı dertten muzdarip olanlara böyle diyordu: “Hani düş de gör derler ya, işte düşmek böyle oluyor arkadaşlar! Meğer sağlık ne büyük nimetmiş de kıymetini bilememişim. Artık futbol oynamak hayal bu ayakla…”
Oksijen tedavisi
Hatırlarsanız, özellikle ninelerimizin sabah namaza kalktıklarında yaptıkları ilk işlerden bir tanesi de pencereleri açıp evi havalandırmaktı. Şimdilerde bu işler klimalara bırakılsa da, fırsat bulabildiğince tabiî haliyle temiz havadan faydalanmanın yeri bir başka olsa gerek.
Oksijenin yaraları iyileştirici özelliği olduğunu ve bu amaçla tıpta yaraların iyileştirilmesinde kullanıldığını daha yeni öğrendim. Gerçi daha pek bilinmeyen, tanınmayan bir tedavi yöntemi, ama gelecek vaat ediyor.
Şimdiden bir çok devlet hastanesinde ya da özel hastanelerde hiperbarik tedavi merkezleri bulunmakta. Daha çok vurgun yiyen dalgıçlar için yapılan basınçlı oda tedavisi, artık farklı hastalıklarda uygulanmakta. Basınç odasına alınan hastalar, oturtulup, yüzlerine maske takarak oksijen verilmekte. Uygulanan tedavi sayesinde damarlar genişlemekte, dolayısıyla kan daha rahat bir şekilde vücutta dolaşıp dokuları yenileyebilmekte.
Hele de bu tedaviyi şefkatli ve güven verici yaklaşımlarıyla içinizi rahatlatan doktorlarınızdan alıyorsanız, ne kadar şükretseniz az! Tıpkı bizim gibi…
Gümüşü nasıl bilirsiniz?
Annemin bir ayağı tedavi görürken, diğer ayağına da dikkat etmemiz gerektiğini düşününce, yaptığımız ilk iş tıbbî malzemeler satan dükkânları bu gözle değerlendirmek oldu.
Gümüşlü çoraplarla da böylece tanışmış olduk. Pamuğun çok az miktarda elastik malzeme ve saf gümüş ipliklerle dokunmasından ortaya çıkan bu ürün, ayaktaki bakteri ve mantarları yok ediyor, yaz-kış ısı düzeyini ayaklarınızda dengeliyor, ödemi azaltıyor. Gümüş, elektriği en fazla ileten element olduğundan, vücudunuzun ürettiği elektriği de sağlıklı şekilde düzenliyor.
Saf gümüşün en önemli özelliklerinden bir tanesi, mikrobun üremesini önlemek. Yapılan araştırmalar saf gümüşün 400 değişik tipte bakteriyi öldürdüğünü göstermiş. Bir saatten daha kısa süre içinde bakterilerin % 99,9’u harap olmakta.
İşte bu yüzden, gümüş de koruyucu hekimlik çerçevesinde değerlendirilebilecek tedavi amaçlı madenlerden bir tanesi.
Gümüş nimeti de şükür gerektiriyor…
Adım atabilmek…
Ne büyük bir nimet adımımızı rahatça atabilmek. Üç basamaklı merdiveni nasıl çıkabileceğim diye kara kara düşünmemek! Bu nimetten mahrum olan o kadar çok insan var ki.
Ayaklarımız yıllar boyu vücut yükünü taşıyıp durmakta.
Ayaklarımızın, tırnaklarımızın ne büyük şükür gerektiren nimetler olduğunun farkında mıyız? Onların sağlık ve bakımına dikkat ediyor muyuz?
24.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
İslam YAŞAR |
Duvar değil, direk olmak |
|
Nur câmiası içinde, o günün şartlarında yapılması gereken en makûl hareket, duvar değil direk olmaktı. Tavanı ayakta tutarken, tabanın bütünlüğünü bozmadan hizmetin âhenkli işleyişini sağlamanın yegâne yolu da bu idi.
Tıpkı, Türk mûsikisinin en mûteber makamlarından biri olan Zâvilî makamında veya Selçuklu mimarisinin medar-ı iftiharı sayılan zaviyeli mabetlerde olduğu gibi.
Başta Mâhur ve Nikriz olmak üzere, birbirine yakın makamları, husûsiyetlerini bozmadan, ritimlerindeki ortak sesleri kullanarak yeni bir âhenk içinde tegannî eden mürekkep bir makamın adıydı Zâvilî.
Artık pek kullanılmasa da, icra edilip rağbet gördüğü zamanlarda, insan ruhunu ihtizaza getirmesinin yanı sıra, hem terkibindeki makamların husûsi hazları hissedilir, hem de ortak âhenkten tereşşuh eden yeni makamın huşûsu ve sürûru yaşanırdı.
Selçuklular, aralarında benzerlikler ve ortak özellikler bulunan kubbeleri, zarif direkler üzerine kurdukları işlemeli kemerlerle birbirlerine bağlayarak yaptıkları mabetlere, çeşitli yönlere açıldığı için Zâvilî veya Zâviyeli Camii adını vermişlerdi.
İstanbul’da Mahmut Paşa, Murat Paşa, Amasya’da Beyazıt, Bursa’da Şahadet, Yeşil, Abdul Mehmet, Üsküp’te Gazi İsa Bey Camilerinde olduğu gibi, Selçuklu mülkünün ve Osmanlı ülkesinin pek çok yerinde örnekleri bulunan zâviyeli camilerde kubbeler müstakil de olsa, kucakladıkları alan müşterekti.
Kubbeler yekpâre duvar yerine, ince direkler ve kavî sütunlar üzerine oturtulduğundan, caminin içi duvarlarla bölünmez direkler sayesinde birbirine açılıp bütünleşerek genişlerdi.
Aslında yalnız mûsıkîye ve mimariye has bir husûsiyet değildi bu. Müesseselerde, cemiyette, devletin, milletin işleyişinde de başarı ile uygulanmış ve asırlar boyu güzel neticeler alınmıştı.
Meselâ külliyeler mektepten medreseye, camiden zaviyeye, imaretten kütüphaneye kadar bünyesinde yer verdiği onlarca ayrı meslek dalı, ibadet mekânı, eğitim kurumu ve yardım kuruluşu arasındaki irtibatı sağlayarak hepsine direk olur ve âhenkle çalışmalarını temin ederdi.
Külliyelerin fonksiyonunu cemiyette ahi ocakları, vakıflar, dernekler ve benzer teşekküller icra ederdi. Bütün meslek dalları arasında kurdukları irtibat ve sağladıkları birlik sayesinde, yalnız mensuplarına değil, sinelerine sığınan herkese yardım etmeyi insanî bir vecibe bilirlerdi.
Bu hareket tarzının, devlet ve millet hayatında da müsbet akisleri görülür, millet mefhumu etnik unsurları ayırmaz, ümmet mânâsı millî farklıkları esas almaz; devlet teşekkülü bölge, belde, şehir farkı gözetmez; hepsi husûsiyetlerini muhafaza ederek bütün içindeki yerini alır ve birlik şuuruyla onlara dayanır, varlığıyla kuvvet verirdi.
İçtimaî hayatın temel direği mesabesindeki teşekküller, bu husûsiyetleri sayesinde kendileri ile birlikte devleti, milleti ve cemiyeti de asırlarca birlik, beraberlik içinde ayakta tutmuşlardı.
Ne var ki, dikkatle kendine bakacağı yerde, hayretle Batıyı seyre dalan devlet adamları, o narin direklerin kırılıp ince sütunların yıkılarak, yerlerine sınır denen kalın hamakat, kanlı ihanet duvarlarının örülmesine ve koca cihan devletinin, otuza yakın küçük millî devlete bölünmesine sebep olmuşlardı. Aradan geçen asırlar neticeyi değiştirmedi.
Zîrâ o hallerin tezahürleri, hayatın her sahasında hâlâ yaşanıyor. Devlete hakim olan zihniyetler dışarıdan getirdikleri mahir duvar ustalarına, yalnız devlet millet arasında değil, onların kendi içlerinde de yeni duvarlar ördürerek her grubu, cemaati, cemiyeti ve benzeri teşekkülü küçülttükçe küçülttürüyorlar.
Bilhassa cemaatlerin bünyelerinin bölünmeye hazır hale getirilmesi, o menhus emellerin ve kirli ellerin işlerini oldukça kolaylaştırdı. Nurcular arasında yaşanan bazı hadiselerse, o duvarların en son örneği oldu.
Halbuki İstanbul ve Erzurum, Nur hareketi içinde müsâvi makamlar veya eşit kubbeler hâlinde tebarüz etmeye başladığında, bazı insanlar için duvar değil, direk olma mükellefiyeti hâsıl olmuştu.
Bediüzzaman’ın, “Hayatı Risâle-i Nur’a aittir” diye tarif, tavzif ve taltif ettiği haslar, eğer bu şekillenmenin başladığı sıralarda, duvar değil direk olma hassasiyetiyle hareket ederek iki tarafa da dayanak olup kucak açabilselerdi, tavanda kubbeler müstakil de görünse tabanda cemaat müşterek hareket eder, birliğini, bütünlüğünü korurdu.
O zaman, cemaatin ihlâs, uhuvvet ve samimiyetinden teşekkül eden şahs-ı mânevîsi Süleymaniye, Selimiye misâl selatin camilerin merkezî kubbeleri hüviyetine bürünür, zamanla o grupların ifratlarını, tefritlerini izale edip birer yarım kubbe haline getirerek kendine bağlardı.
Bu sayede bütün camiayı kucaklar ve Nur hizmetini her yönden geliştirip genişleterek, tıpkı Osmanlı gibi cihanşümul bir îlâ-yı kelimetullah hareketi hâline getirebilirdi.
Üstelik Nur hareketinin saf-ı evvelleri ve umûmi hizmet müdebbirleri için bunu yapmak o kadar da zor değildi. Çünkü Said Nursî hayatta iken yaşanan ve onun müşfik tavrı ile şekillenen canlı bir örnek duruyordu karşılarında.
Nur hareketinin teşekkülü sırasında, talebelerinin Isparta’da Hafız Ali’nin ve Hüsrev Efendinin etrafında toplanmaya başladıklarını, onların da gruplaşma temayülü içine girdiklerini gören Bediüzzaman, tam bir orta direk olma örneği göstermişti.
Bunu yaparken, bir yandan hizmetin zamanla şahısların mizaçlarına göre şekillenip farklı meşrepler hâline gelmesine mâni olmuş; diğer yandan da onlara nur fabrikası, gül fabrikası sıfatlarını vererek, hareketin bir parçası olmaktan kurtarıp bütününün tezyinatı hüviyeti kazandırmıştı.
Onun bu tavır ve hareketinde, aynı zamanda Nur müdebbirlerinin gelecekte benzer hallerle karşılaştıkları takdirde nasıl hareket etmeleri gerektiğini gösteren ince ibret dersleri de vardı.
Nitekim, onun ahirete irtihalinden sonra cemaat içinde meydana gelen hadiseler karşısında Zübeyir Gündüzalp’in ortaya koyduğu kararlı tavır ve onun da vefatını müteakip diğer ağabeylerin takip ettikleri hareket tarzı hep Bediüzzaman’ın o zaman gösterdiği direk olma husûsiyeti şeklinde tezahür etmiş ve ağır tazyiklere rağmen, bazı istisnalar dışında cemaatin birliği, bütünlüğü korunmuştu.
Onların, seksen ihtilâlinden sonra da aynı şekilde hareket etmeleri mümkündü, lâkin olmadı. Umûmi ve mahallî müdebbirler, bilhassa saf-ı evveller sülün endamlı direkler ve gökkuşağı eşkalli kemerler olup büyüklü küçüklü pek çok kubbeyi birbirine bağlayarak cemaate ulu cami ulviyeti ve genişliği kazandırabilirlerdi.
Eğer onlar hangi mülâhaza ile olursa olsun, duvar olmaya teşebbüs etseler bile, yanlarındaki hizmet elemanları ve onlarla birlikte hareket eden müdebbirler bu duvarın taşı, tuğlası, harcı olmayı kabul etmeyebilselerdi, yine o ulvî netice tecelli ederdi.
Lâkin, Nur hareketinin orta direği mesabesindeki ağabeylerin etrafını saran ikinci, üçüncü derece hizmet elemanları onların duvar olmaları için şartları hazırlamakla kalmadılar, kendileri de duvara malzeme oldular.
Onlar da şiâr edindikleri şefkat hassesinin de teşvikiyle bu zahirî görüntüye bakarak tek cepheli duvar olup bazı kubbeleri ayakta tutmaya kalkınca, ittihadı şiar edinen koca bir cemaat bölünüp parçalandı.
İhtilâf, ölçüsü ve hududu olmayan bir sath-ı mâildi. Bir sefer başladı mı kolay kolay önü alınmaz, devam eder giderdi. Hele bir de derlenip toparlanma çabası görmezse, koca kütleler tuzla buz oluncaya, un ufak edilinceye kadar sürerdi.
Bu hadiselerde de öyle oldu ve ihtilâfın tarafları çok geçmeden kendi içlerinde de bölünme temayülü içine girdiler. Fertlerin farklı fıtratlarda olmasını buna sebep olarak gördükleri için de, her fıtrata hitap edebilen küllî bir hizmet teşekkül ettirmenin yollarını aramaya başladılar.
Ne var ki, bunu yapmak pek o kadar kolay değildi. Hızlı bir fütuhat zamanının ardından yaşanan bu fetret devrinde, mahdut insanlara ve insan kaynaklarına sahip olmasının yanı sıra müntesiplerinin üzerindeki tesirlerini de kaybeden bazı gruplar, hizmetin inisiyatifini ele geçirmek maksadıyla her sahada faaliyet göstermeye kalkınca zihinler karıştı.
Bu karışıklık, cemaat içinde olduğu kadar camianın dışındaki insanlar tarafından da farklı telâkkilerle karşılanıp değişik yorumlara kapı açmış, kiminin şevkini kırarken bazılarını çeşitli mülâhazalarla sevindirmiş olmalı ki, husûsi sohbetlerde konuşulup tartışılan bir mesele haline geldi.
Siyasî görüş ayrılığı yüzünden yıllardır görüşmediğimiz eski bir dostla tevafuken karşılaşınca başlayan sohbette, söz döndü dolaştı ve biraz da onun maharetiyle gelip bu netameli meseleye takılıp kaldı.
Sohbetin bu safhasını sükûtla savuşturmak istediğimi hissedince iğneleyici ifadelerle meselenin üzerine gitti. Sözlerine aynı üslûpla mukabele görünce konuşma o minval üzere akmaya başladı.
“Sizin cenahtan yine ayrılık havaları yükseliyor. Nedir bu hâl, neler oluyor?”
“Bu havalar ilk defa sizin sazınızın tellerinde bestelenmişti. Değişik vesilelerle tekrarlanıyor işte.”
“Ama hep ayrılık tellerini titretiyorsunuz.”
“Anadolu insanı ayrılıklara âşinadır.”
“Sizinki aşinalık değil, alışkanlık hâlini almışa benziyor.”
“Yaşanan hadiselere esasta ayrılıktan ziyade, mizaçta imtizaçsızlık gözü ile bakmak daha doğru olur.”
“Neden?”
“Söyledim ya, esasta bir ayrılık yok da ondan.”
“Sence neden kaynaklanıyor bütün bunlar?”
“Duvar yerine, direk olamamaktan.”
(İslâm Yaşar’ın “Aynanın Arka Yüzü” isimli
romanından alınmıştır)
24.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mikail YAPRAK |
Bizi sevmelisiniz |
|
Muhterem okuyucular, bu mektubumda görev yaptığım Wels şehrinde Yunus Emre Camiinde okunan bir hutbeyi sizlerle paylaşmak istedim. Minberden cemaate hitab eden hatibimiz Hasan, oniki yaşında bir çocuk. Çocuklara hutbe okutma geleneğini bu camide ilk başlatan din görevlisi ise Safranbolulu Sadık Özdemir. Hutbenin mevzuu çocuk sevgisi. Hatip de çocuk olduğuna göre, bundan “bizi sevmelisiniz” anlamı çıkar. Bir çocuğun bunu talep etmeye hakkı vardır. Onlar bu cesareti en başta Rabbimizin kendilerini sevimli yaratmasından ve Peygamber Efendimizin (asm) çocuklara olan özel sevgisinden alırlar. Bunda ne bir sun’îlik, ne bir zorbalık, ne de bir gurur vardır. Bu sevgi onlar için analarından emdikleri süt gibi haklarıdır. Öyleyse Hasan’ın hutbesini dinleyenler dinlediler, biz de okumuş olalım.
Muhterem mü’minler!
Öncelikle böyle bir makamda sizlere hitap etmeyi bana nasip eden Rabbime hamd-ü sena ederek ve Resul-ü Ekrem Efendimize salat ve selâm getirerek hutbeme başlıyorum.
Kıymetli büyüklerim!
Bu günün çocukları geleceğin büyükleridir. Hem de kim bilir nice büyük makamlara namzettirler. Makam derken sadece dünyevî makamları kastetmiyorum. Cenâb-ı Hakk’ın bu dünyada kullarına bahşettiği nice manevî mertebeler ve makamlar mevcuttur. Cenâb-ı Hak beş şeyi beş şey içinde gizlemiştir: Duânın kabul saatini Cuma gününde, Kadir Gecesini Ramazan ayında, ‘ecel’i insanın ömründe, kıyamet vaktini dünya ömründe sakladığı gibi veli kullarını da insanlar arasında saklamıştır yani Peygamberlik makamı hariç diğer bütün makamlar insana açıktır. Unutmayalım ki Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Yüce Nebi de bir zamanlar çocuktu. Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle çocuklar “dünya hayatının süsüdür.” (Kehf, 46)
Çocuğu sevip öpmenin çok büyük sevap olduğunu Peygamberimizden öğreniyoruz. Buyuruyorlar ki, “Çocuklarınızı çok öpün, çünkü her öpücük için cennette bir derece verilir ki, iki derece arasında beşyüz senelik mesafe vardır. Melekler öpücüklerinizi sayarlar ve defterinize sevap yazarlar. Peygamberimiz (asm.) çocuklara gösterdiği şefkatte din ayrımı yapmazdı. Bir Yahudinin çocuğu hastalanmıştı. Peygamberimiz çocuğu ziyarete gitti. Ona Müslüman olması için telkinde bulundu. Çocuk babasından izin istedi. Babası izin verdi ve Müslüman oldu. Unutmayalım ki, bütün çocuklar İslâm fıtratı üzere doğarlar.
Değerli büyüklerim!
Beş esas toplum hayatımız için her zaman gereklidir:
1. Merhamet, 2. Hürmet, 3. Emniyet, 4. Haram ve helâli bilip haramdan kaçınmak, 5. İtaat etmek.
İşte Kur’ân-ı Kerim toplum hayatımızda bu beş esası temin ederek genel asayişi sağlar ve güven ortamı oluşturur. Maalesef günümüzde bu esaslar çok sarsılmıştır. Bazı yerlerde ihtiyar anne ve babalardan çok şikâyetler duyulmaktadır. Halbuki Kur’ân-ı Kerim’de anne ve babaya ‘öf’ bile denilmemesi emrediliyor. O halde diyoruz ki din ve imandan gelen güzel ahlâk, hürmet ve merhamet olmazsa dengeler sarsılır kötü mihraklar hayatı mahveder.
Muhterem cemaat!
Avrupada yaşayan bizler çok iyi bilmeliyiz ki, helâl rızık için çalışmak, ter dökmek de ibadettir. Zaten namazını terk etmeyen bir mü’minin mübah olan dünyevî işleri de ibadet cümlesinden sayılır. Böylece insan bütün ömrünü ahirete mal edebilir. Bu ahirzaman fitnesi içinde farzlarını yapan ve büyük günahlardan sakınanlar inşaallah kurtulur diye müjdeler vardır. Bu asırda biz Müslümanlar hem din hem de fen ilimlerine çalışarak en mükemmel insan örneğini ortaya koyabiliriz. Ve diğer din mensuplarının da hak din İslâma dikkatlarini celb etmiş olabiliriz.
Aziz mü’minler!
Dinimiz, insanlara “dünyaya çalışmayı bırakınız” demiyor, bilâkis teşvik ediyor. Üstelik yükselmek ve muasır medeniyet seviyesine ulaşmak için illa dinden ve imandan uzaklaşmak gerekmiyor. Hülâsa; her güzellik gibi cesaretin de kaynağı imandır. İman hem nurdur, hem kuvvettir. Kalpsiz bir flozof, aklına çok güvenir ama gökte kuyruklu yıldızı görse korkar. Halbuki, kalbi iman dolu bir abidi yer küresi bomba olup patlasa korkutmaz.
Hutbemi bir hadis-i şerif meali ile bitiriyorum: “En bahtiyar genç odur ki, ihtiyar gibi ölümü düşünür, ahiretine ciddî çalışır. En bedbaht ihtiyar odur ki, dünyaya ve eğlencelere dalmakta gençlere benzer.”
24.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hasan YÜKSELTEN |
Bazen daha fazladır her şey |
|
“Madem öyledir, hazer et, dikkatle bas,
batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir
cihette yutar.” (Bediüzzaman)
İnsan yapısı gereği pekçok şeyden hüzün duyabilen bir varlık. Meselâ geçmişte yaşadığı ve artık değiştirme imkânı olmadığı şeyler için sürekli ‘keşke’ diye dövünebiliyor. Zindanda boğazı sıkılmış adam gibi “of of” deyip dünyaya yerleşemiyor. Hayatının ve duygularının önemli miktarda bir kısmını, bir noktada batırdığı için boşu boşuna harcayabiliyor. Her ne kadar dilimizde, ‘olmuşa ve ölmüşe çare yoktur’ gibi bir atasözü bulunsa da insan olmuş bitmiş şeylerin ardına düşüp her seferinde üzüntü duyabiliyor.
Meselâ çok mutlu olmayı hayal ettiginiz bir günde hüzün yazılmıştır yazgınıza. Sezar misâli en güvendiklerinizin ihanetine uğramışsınızdır. Sürekli o ânı düşünüp hüzün duymak yerine, ‘Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler’ deyip gülüp geçebiliyorsanız, o noktada takılıp kalmamışsınız demektir. Unutmayalım ki, bize hayır gibi gelen şeyde şer, şer gibi gelen şeyde hayır olabilir. Allah bizi bizden daha iyi bilir. Bizi mallarımız, canlarımız, sevdiklerimizle, değişik durumlar içerisinde imtihan eder. Bunun içindir ki, belli zamanların acısını kambur gibi ömür boyu sırtımızda taşımak yerine kadere iman edip, kederden kurtulmak gerek.
Hayat, doğrusal bir düzlemde devam etmez. Düzlükler olduğu gibi aşılması gereken tepeler, krizler de vardır. Kimi zaman çukura girer insan, kimi zaman tepelere çıkar. Bazen düzlük gözüken tepeler veya tepelik gözüken düzlükler de olabilir. Zira her zaman göründüğü gibi değildir herşey.
Şarkıda geçtiği gibi bazen de daha fazladır herşey.
Boğulur gibi hisseder insan bazen kendini. Hayatı, yaşama mahkûmiyet gibi algılar. Eşyalar üzerine gelir. Oysa çoğu zaman tam bitti derken başlar yeni umutlar. Kazancakis’in dediği gibi: İnsan, uçurumun kenarına varmadan kanatlanmaz.
Yakın zamanda okuduğum hikâyelerin birinde uçurumdan aşağı düşerken ortada bir dala tutunan bir adamın durumundan bahsediliyordu. Adam aşağıya bakar, metrelerce derinlik ve dibinde de sivri kayalar. Yüzünü göğe dönerek ‘Ey Allah’ım kurtar beni’ diye bağırarak yalvarır. Sonunda, ta yukarılardan, gökten bir ses duyar: ‘Ey kulum, dalı bırak!’. Herşeyi sebepler dairesinde arayan adamın aklına bu fikir mantıklı gelmemiş olacak ki, dalı bırakmak yerine ‘Gerçekten mi ey Allah’ım?’ der. Sanki Allah kulunu kurtarmak için sebepler dairesinde harekete mecburmuş gibi... Sanki dalı bıraksa Allah O’nu kurtaramayacakmış gibi...
Bizim durumumuz da uçurumdan düşen adamın durumu gibi aslında. Allah’ın illâ seveceğimiz şartlarda rahmet etmesini umuyoruz. Oysa O Hakîm’dir. Hikmetinden suâl olunmaz. Karlı kış mevsiminin içerisinde bize bahar mevsimlerini saklamış olabilir.
Bugünlerde karlar kapladı dört bir tarafı. Beyaz rahmet etrafımızı kuşattı. Normal zamanlarda araçlarla süratle geçilen yollar, ancak adım adım gidilebiliyor. Araçlar dikkatle yol almaya çalışırken, yayalar da karda yürürken yere daha bir dikkatli basıyorlar.
Hayat da bir anlamda karda yol almak gibi aslında. İnsan her hareketinde, her halinde dikkatli olmak zorunda. Bir anlık gaflet batmaya veya düşmeye sebep olabilir. Daha az düşmek için, batmamak için, daha dikkatli basmalı hayat basamaklarına.
Ve her ne sebeple olursa olsun, düşerse insan, yeniden kalkmasını bilmeli. Unutmamak gerekir ki, her kışın bir baharı, her gecenin bir sabahı vardır.
24.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Yeis ve ümit |
|
Hayata anlam kazandıran hareket ve faaliyetin itici ve taşıyıcı gücü şevk. Kişi, Yaratıcı tarafından fıtratına konulan bu histen aldığı motivasyon ve enerjiyle zorlu sınav ve engelleri aşıp hayat yolculuğuna devam edebilir.
Gerçek şu ki, imtihan meydanı olan bu dünyada hayat kolay değil, birbiri ardı sıra gelen ve bazan iç içe geçen zorluk ve sıkıntılarla dolu.
Ama asıl mesele, insanın kendi iç dünyasında bu zorluk, sıkıntı ve engellere karşı alacağı tavır. Teslim mi olacak, mücadele mi edecek?
Zaten meselenin özü ve püf noktası da bu.
Her hal ve şartta, her çeşit olumsuzluk karşısında şevkle yola devam etmeyi başarabiliyor muyuz, yoksa şu veya bu engele takılıp şevkimizi kaybediyor ve yılgınlığa mı düşüyoruz?
Burada Üstadın dikkatimizi çektiği ilk engel önümüze çıkıyor: yeis, yani ümitsizlik, yılgınlık:
“Himmet şevke binip mübareze-i hayat meydanına çıktığı vakit, en evvel düşman-ı şedit olan yeis rast gelir, kuvve-i maneviyesini kırar.”
Buradaki “mübareze” engeller ve zorluklarla mücadele anlamında. Söz konusu mücadelenin başarısı ise, kuvve-i maneviyenin her an canlı ve zinde olmasına bağlı. Ama yeis kuvve-i maneviyeyi yıpratıyor ve bazan öldürebiliyor.
Mâlûm, ecnebiler kalkınmada istikbale uçarken Müslümanları ortaçağda durduran altı sebepten birincisi, Hutbe-i Şamiye’de yeis olarak ifade edilirken, ümitsizliğin bazı tahripkâr sonuçları şöyle özetleniyor:
İslâm âlemini sömürgeleştirmesi. Yüksek ahlâkı öldürmesi. Nazarları umumun menfaatinden şahsî menfaatlere çevirmesi. Başkasının lâkaydlığını kendi tenbelliğine özür gösterip “neme lâzım”cılığı, “Herkes benim gibi berbat” yılgınlığını yaygınlaştırarak kişiyi pasifleştirmesi.
Üstad bunları sıraladıktan sonra, “Madem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor; biz de o katilimizden kısasımızı alıp öldüreceğiz” diyerek, bu işte kullanılacak kılıcın “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz” mealindeki Zümer: 53. âyet olduğunu vurguluyor.
Kılıç tabiri “zindan-ı atalet” bahsinde de var.
Demek ki, şiddetli, haşin, öldürücü bir düşman olan yeis gevşek ve palyatif yaklaşımlarla değil, ancak kılıç keskinliğindeki bir kararlılıkla yok edilebilir. Bu kararlılığın asla tükenmeyecek kaynağı ise, Allah’a ve Onun sonsuz rahmetine olan derin iman, bağlılık ve tevekkül.
Varlık âleminde hangi güzellik varsa, Allah’ın sonsuz rahmet hazinesinden bir tecellîdir. Bu rahmete inanan ve Sahibine gönülden bağlanan bir kişinin ufkunu hiçbir bulut karartamaz.
Bu iman ve tevekkül, dünya hayatının gel-gitleri, iniş-çıkışları arasında, zahirî nazarla boğucu ve kasvetli gibi görünen olayların arkaplanındaki rahmet ve hikmet tecellîlerini okutur.
Allah’ın sonsuz rahmetinin herşeyi kuşattığına, hikmetinin de hiçbir şekilde abesiyete yer vermediğine inanan bir insan, hayat imtihanında karşısına çıkan engelleri bu imanla aşar.
“O Hakîm’dir, abes iş yapmaz; Rahîm’dir, ihsanı, merhameti çoktur” deyip, şedit düşman yeisin kurduğu çok tehlikeli tuzağı boşa çıkarır.
Evet, şevkimizi kırıp bizi tekâmül yolundan alıkoymayı hedefleyen yeis düşmanını alt edebilmemiz, Allah’a imanımızı güçlendirip Onun sonsuz rahmet hazinesini iyi tanımamıza bağlı.
24.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Neticeye bakılır |
|
Terörle mücadele, Türkiye’nin son yıllarını meşgul eden en büyük problem. Bu uğurda harcanan maddî ve manevî emek, gayret ve çalışma, elbette devam ediyor ve edecek. Ancak, kökünden ve kalıcı olarak bertaraf etmek için en başta terörü ve sebeplerini ‘doğru teşhis’ etmek gerekir.
Mehmetçik, sınırı aşarak Irak topraklarına girmiş durumda. Daha önce de hava harekâtı yapıldığı hatırlanırsa, terörle mücadelenin kolay bir mücadele olmadığı da anlaşılır.
Bu mücadelenin sadece maddî yolla olmayacağını kabul etmek lâzım. Maddî gayretler, mutlaka manevî gayretlerle, ıslâh ve ikna çalışmaları ile desteklenmelidir. Nitekim, son dört yılda ‘ikna’ çalışmaları sonrasında 187 ‘terörist’in teslim olduğu açıklandı. Konuyla ilgili açıklamada, 2003-2007 yılları arasında 2 bin 944 terör örgütü mensubunun ailesiyle görüşüldüğü ve 187 örgüt mensubunun teslim olduğu belirtilmiş. (AA, 23 Şubat 2007)
Yaklaşık 3 bin ‘terör mensubu ailesi’ ile yapılan görüşme sonrası 187 ‘terör mensubu’nun teslim olması, bu projenin ne ölçüde başarılı ya da başarısızlığını ‘uzman’lar tartışacaktır. Herhangi bir “terör mensubu”nun ‘ikna’ edilmesi elbette kolay bir mesele değil, ama terörü sona erdirmek için belki de en kalıcı çaredir.
Terör örgütüne yeni katılımların engellenmesi de ihmal edilmemesi gereken başka bir konudur. Bunun yolu da yine ailelerle sıkı işbirliği ve kaynaşmayı gerekli kılar.
Terörle mücadelede kamuoyu desteği de çok önemli. Bu sebeple, halkın doğru bir şekilde bilgilendirilmesi de gerekir. Nitekim, yapılan bir açıklama ile; kaynağı belli olmayan beyan ve bilgilere itimad edilmemesi ve onların ‘yalan’ olarak görülmesi gerektiği ifade edildi.
Bu noktada, ‘yetki’lilerin sürekli doğru bilgi aktarmasına ihtiyaç duyuluyor. Malûm, doğru bilgiler yerinde ve zamanında kamuoyuna açıklanmadığında, ‘fısıltı’ gazetesi yayına başlar. Böyle durumlarda da doğru ile yanlışı birbirinden ayırmak neredeyse imkânsız hale gelir.
Geçen aylarda havadan yapılan ‘sınır ötesi harekât’ sonrasında da böyle oldu. Yetkililer teferruatlı açıklama yapmayı geciktirince kamuoyu ‘fısıltı’ gazetesinin haberleriyle çalkalandı. En çok sorulan soru da, hava bombardımanı sonrasında kaç teröristin etkisiz hale getirildiğiydi. Bu noktadaki bilgiler çelişkili olduğu için, millet hangi rakamlara inanacağına karar veremedi.
Şimdi yeni bir gelişme ile karşı karşıyayız ve Silâhlı Kuvvetlerimiz sınırı aşıp terör örgütü mensuplarını etkisiz hale getirmeye çalışıyor. Bu noktada doğru ve inandırıcı bilgilere düzenli olarak ihtiyaç vardır. Bu ihmal edilirse, yine ‘fısıltı’ gazeteleri tiraj yapmaya başlar ve açıklanan bilgiler inandırıcılığını kaybeder.
Nihayetinde vatandaş ‘netice’ye bakar. Bunca gayret sonrası teröristler hâlâ varlıklarını sürdürebilmeye devam edebilirse, sorular akılları meşgul eder.
Temennimiz, terörün ‘kökten’ sona erdirilebilmesi...
24.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Büyük pazarlık mümkün mü? |
|
Kissinger kaç defadır İran’la anlaşmanın lüzumundan bahsetmektedir. Hatta Sünnî dünya ile Şiî dünya arasında soğuk savaş döneminde SSCB ile Çin arasında uygulanan bölme planına benzer bir planın uygulanmasının ve bu bağlamda Sünnî dünyaya karşı İran merkezli Şiî dünya ile diyalog ve pazarlığın kotarılmasının önemli olduğunu savunagelmiştir. İranlılar da Amerikalıların işaretlerine bigane kalmıyorlar. İran Dışişleri Bakanı Muttaki bir gün ABD ile ilişkilerini normalleştireceklerini ve devranın böyle gitmeyeceğini ifade etmiştir. İran Ulusal Güvenlik Danışmanı Ali Larijani ise ABD ile Irak’ta birlikte çalışmaya hazır olduklarını söyledi (Iran ready to work with US on Iraq, By Roula Khalaf and Najmeh Bozorgmehr in Tehran Published: September 30 2007, F.T.).
Larijani aynı sohbette Financial Times muhabirlerine şunu söyleyecektir: “Amerikalı yetkililerin Saddam’ın adamlarından İzzet Duri ile gizlice görüştükleri haber verilmiştir. Duri’nin Sünnî direnişin bir parçasını yönettiğinden şüphe yoktur. Bunun Irak halkı için bir felâket olacağı aşikârdır...”
Çok ilginç burada, ‘Irak’ın işgalcileri Iraklılarla değil bizimle görüşmeliler’ teklifi var. Ya da, ‘direnişçilerle değil, işbirlikçilerle ve onun da ötesinde bizimle görüşsünler’ talebi var. Kısaca, İranlılar ve onların Irak’taki uzantıları ABD ile masaya otururken Irak’ı temsil eden diğer unsurların masadan dışlanmasını istiyorlar. Kendilerine helâl, başkalarına haram. ABD ile işbirliği noktasında Larijani gibilerin bir teklifleri var: “Amerikalılar Irak’tan çekilme takvimlerini açıklasınlar biz de onlarla tam anlaşmaya varalım. Irak’ın istikrarı için onlara yardımcı olalım ve işbirliği yapalım...” Bir yazımda değindiğim gibi İran, Amerikalılar girerken yaptığı gibi çıkarken de misyonlarını kolaylaştırmak istiyor. Bunu Irak halkı lehine değil elbette kendi dar çerçeveli çıkarları adına yapmak istiyorlar. Peki, İran’ın ABD’nin Irak’tan çekilme takvimi ilân etmesi karşılığında tam bir işbirliği vadetmesine mukabil ABD’nin yaklaşımı nedir? El Hayat gazetesindeki bir yazısında İngiliz asıllı Ortadoğu uzmanı Patrick Seale, ABD ile İran arasındaki birinci şık olan savaş hâli veya İran’ı vurma siyasetinin şimdilik başarısız ve geçersiz olduğunun ortaya çıktığını ve geriye ikinci yani uzlaşma ve pazarlık ihtimalinin kaldığını hatırlattıktan sonra şu soruyu soruyor: “Is a Washington-Tehran ‘Grand Bagain’ Possible?” Yani İran ile ABD arasında büyük pazarlık mümkün mü? Savaş ihtimali bertaraf olunca geriye pazarlık ihtimali kalıyor. Bilindiği gibi 2007 sonlarında Amerikan istihbarat teşkilâtları (America’s National Intelligence Estimate) İran’ı savaşçı bir nükleer program yürüttüğü suçundan beraat ettirmişlerdi. Bununla birlikte, son sıralarda aynı teşkilâtlar vardıkları sonuçtan kuşkulanmaya başladılar. Yani ibreler hâlâ gidip geliyor ve belki de İran’a karşı baskı araçlarını canlı tutabilmek için bu yola başvuruyorlar. İran da aslında tırmandırma politikasıyla aynısını yapıyor.
***
Gelelim Patrick Seale’in analizine: “Birinci ihtimalin başarısızlığından sonra Washington’da ikinci ihtimali benimseyenlerin sayısı artıyor. Bunlar büyük bir pazarlıkla beraber farklılıkların giderilebilineceğini ve ikili ilişkilerin normalleştirilebileceğini savunuyorlar. Bunlardan birisi olan eski Ulusal Güvenlik Konseyi mensuplarından Hillary Man Leverett, iki ülke arasındaki normalleşmenin karşılıklı bazı şartlara bağlı olduğunu zikrediyor. Öncelikli olarak ABD, İran’ı tanımalı ve onunla diplomatik ilişkileri yeniden canlandırmalı. Bu meyanda İran’ın bölgesel rolünü de kabul etmeli. İran’ı, terörün hamisi ülke olarak damgalamaktan vazgeçmeli. Tek yanlı ambargoyu kaldırmalı ve İran’da rejim değişikliği için kuvvete başvurma seçeneğini de iptal etmeli. Bütün bunlara mukabil İran’la stratejik diyaloğa geçmelidir. Buna mukabil, İran’ın üzerine düşenler de şunlardır: Nükleer silâhlar da olmak üzere İran her türlü (kimyevî ve biyolojik) kitle imha silâhları edinme programlarından vazgeçmelidir. Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun (IAEA) ek protokolünü imzalamalıdır. Bu protokol âni ve baskın teftişlere izin vermektedir. Yine İran Hizbullah’ın, silâhlı bir güç olmasından siyasî bir sosyal harekete dönüşmesine yardım etmelidir...
Irak’ta siyasî düzeni istikrara kavuşturma çabalarına katkıda bulunmalıdır. Bunun dışında, Arap-İsrail ihtilâfının çözümü yönünde yapılacak görüşme ve müzakerelere muhalefet etmemelidir...” Aslında Cheney bunlara bir başkasını daha ilâve etmektedir. Basra Körfezi gibi petrol güzergâhlarını tehdit etmemesi. Bu analizinden sonra Leverett şunları söylemektedir: “ABD ile İran arasında yeni ilişkilerin tanzimi için böyle bir taslak iki taraflı büyük bir cesaret ve vizyon ister. Bu görev, gelecek Amerikan başkanınındır. Gerçekleştirildiği takdirde bunun dünyada Amerikan imajının düzeltilmesi açısından büyük yararları olacaktır. Irak, Lübnan, Pakistan, Afganistan gibi bölgelerde istikrara ve çözümlere katkı sunacaktır. Bütün bunların ötesinde İsrail ile Arap komşuları arasında en uzun dönemli çatışma hâlini de sona erdirmeye matuf sürece olumlu katkı sağlayacaktır...”
***
Temenniler güzel ama gerçekleşme ihtimali var mı? Aslında, Amerikalılar benzeri şartnameyi Hamas’ın önüne de koymuşlardı. Bu talepler veya şartlar üç maddede özetlenebilir. Hamas tarafından İsrail’in tanınması, şiddetin bırakılması ve Fetih’in yaptığı uluslararası anlaşmaların benimsenmesidir. Hamas pratik olarak değil de prensip olarak bunları kabul etmediği için bu pazarlık süreci askıda kaldı. Belki hiç başlamadı. Kabul etseydi ne olacaktı? O da Fetihleşecek ve İsrail yine bildiğini okuyacaktı. Çünkü İsrail, uluslararası anlaşmaları uygulamaya yanaşmayacağı için şiddet dinmeyecekti. Filistinlileri de tanıyor gözüküp tanımayacaktı. Onları tanıma karşılığında toprak vermesi gerekecek bu da işine gelmeyeceği için yapmayacaktı. Yapıyormuş görünmek için de taciz edici şartlar dikte edecekti. Ancak yine de Hamas ile İran’ı birbirine karıştırmamak lâzım. Zira Hamas’ın hiç gizli kapaklı ilişkileri olmamıştı. Bu tür ilişki tanımamıştı. İran’ın devrimden beri tarihi ise bu tarz başarısız gizli pazarlıklarla doludur. Buna binaen bir cephede tökezleyen pazarlık öteki cephede yeşerebilir.
24.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|