Çoğu zaman yazmak, yazmaya çalışmak, zihnimdekileri üsturuplu bir şekilde bir araya getirip kâğıda dökmek ve nihayetinde yazar olmak, benim için delilik rakımında gezinmekten başka bir şey olmamıştır. Öyle ya; yazarın, yazının ve dahi okumanın hak ettiği değeri görmediği bir toplumda böylesi maceraya kalkışmak, deli cesareti gibi bir şey olmalı.
Önce düşüneceksin, tembelliğe düşkün zihnini çalıştırmayı ihmal etmeyeceksin, hemen her türlü olumsuzluğa göğüs gerecek kadar mangal gibi bir yürek olacak sende. “Kurtlar Sofrası”nda “Bu da neci oluyor?” gibi lâkırdılara aldırmadan, bu kıldan ince ve kılıçtan keskince yolu arşınlayacak kadar sabır yüklü olacaksın. Sabır taşı olacaksın çoğu zaman. Ne kadar baksan da etrafına bakmayı ihmal etmeyecek, her an ve mekânda bakmanın püf noktalarını keşfedeceksin. Kalbinden çıkanı aklın tutacak ve kalemin duyacak kadar hassas bir ruh iklimini yaşayacaksın. Kullandığın dili en ince ayrıntısına kadar bilecek, hemen her kelimenin başka kelimelerle varyasyonlarını denerken, akla karayı seçtiğin günleri umursamayacaksın. Sonra, diyelim ki bütün bu imtihan kapılarını geçmeyi başardın. Daha bitmedi işin ey pürheves yazar! Göz nuru döktüğün yazılarının kıymet-i harbiyesi olmadı mı, yeniden başlayacaksın. Sonra hep “yeniden” lâfıyla yaşatmaya çalıştığın yazılarınla başbaşa kaldığın günlerde, satırlarda sıkışmış hayallerine büyük bir cesaretle bakmak canını acıtmayacak. Velhâsıl, bir farkındalığın verdiği baldıran zehrini kana kana içmeyi payına düşmüş sayacaksın.
Bu türden zorlukları görünce, “Düşündüklerinizi yazmaya değer bulmuyorsanız, yazmayın” diyen Tolstoy’a katılmamak mümkün değil. Çünkü yazı yazmaya kalkışmak, evvela kişinin düşüncelerini değerli bulmasına bağlıdır. Yani öncelikle dikenli yol olarak bellediği bir yolda her türlü zorluğun aslında yaşanmaya değer olduğunu bilmekle başlar yazarlık. Eğer buna hazırlıklıysa insan, yazı hayatında tıpkı Mecnun’un Kâbe’de Leylâ’dan ayrı düşmek istemeyişini, “Ya Rab belâ-yı aşkla kıl âşinâ beni/Bir dem belâ-yı aşktan etme cüda beni” gibisinden bir duâ ile dile getirdiği bir ruh hâli içinde olur. Çünkü yazmak da eğer aşk derecesinde bir tutkuya dönüşüverirse, işte o zaman bir aşkın verdiği derdi dillendirmek gibi bir hâl çıkar ortaya.
Şüphesiz, bu derdin dile gelmesi kadar insana huzur veren bir şey de olamaz. Söz gelimi, Sait Faik’in, gördüğü manzara karşısındaki duygu ve düşüncelerini yazıyla tablolaştırma tutkusu, bu yüzden “Yazmasaydım çıldıracaktım” gibi bir ifadeyle arz-ı endam etmiştir satırlarda. Çünkü çalışkan el, sabırlı parmak ve titiz bir kalemin iplik iplik dizeceği kelimeler türlü türlü canbazlıklar sergilerken, bu hayat oyununda kimbilir ne kadar anlam katarlar sahiplerinin ruhlarından. İşte bu sırdandır ki, yazı yazmak hayatın ânına, geçmişine ve geleceğine, “Ben varım!” diye haykırmak, tarihe not düşmektir bir bakıma. Bu açıdan Yahya Bey’in, “Bir dağılmaz âlî dîvânım var ey Yahya benim/Beylere paşalara varmak tenezzüldür bana” beyti, yazı yazmanın ne derece üstün ve kimi zaman kutsal bir anlam ifade ettiğini biraz olsun, anlatır herhâlde.
Şimdi; bu satırların yazarı olan ben, acısı ve acının verdiği tatlısıyla yazıya durmanın, yazıya durduğum dikenli yolun uyardığı farkındalığın verdiği tatlı bir sızı eşliğinde yazıyla tanıştığım ilk günleri hatırlarken, “Mânâ nerededir?” diye başladığım yolculuğun, şâirin, “Esrarlı vuslata bir adım kala/Hasretin vecdiyle, ben kement attım/Yürekte boğulmak, ne güzel bela/ Battıkça kurtuldum, çıktıkça battım…” dediği bir ruh hâli içindeyim.
Sanırım, yazmak böyledir işte…
Kısa bir aradan sonra köşemizden herkese merhaba…
23.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|