|
|
Nejat EREN |
Güvenilir olmak zenginliktir |
|
Bu yazının başlığının özü, sarih bir hadis meâlidir. Evet, “Güvenilir olmak zenginliktir.” (Câmiü’s-Sağîr, No: 1667) “Güvenilirliği olmayanın kâmil imânı yoktur, ahdine sadakati olmayanın dine bağlılığı yoktur.” (Câmiü’s-Sağir, No: 3848) “Güvenilirliği olmayanın kâmil îmanı yoktur.” (Câmiü’s-Sağir, No: 3849)
Sıdk; yani doğuluk... Güvenmek ve güvenilir olmak... Yalan ve hileye tenezzül etmemek... Sade, berrak, saydam ve net olmak... Eğilip, bükülmemek, kırılmamak... Göründüğü gibi olup, olduğu gibi görünebilmek... Her an, her yerde, dik ve mert durabilmek... Şahsiyetinin, kişiliğinin ve inancının gereğini tam olarak yerine getirebilmek... Samimiyetini, ihlâsını, doğruluk ve mertliğini ve bütün mukaddesâtını her zaman ve zeminde tam olarak yansıtabilmek. Gerçek insanlık için, “kıstas”, “değer” bunlar olsa gerek! Ayakta kalabilmenin, kendi ile barışık olabilmenin, uzun soluklu düşünebilmenin sırrı bu olsa gerek.
Sahip olduğu makamı, siyasî ve mânevî gücü bir imtiyaz olarak görmeden halkın ve hakkın emrinde kullanabilmek...
İnsanlara güvenmek ve güven vermek...
Türkiye’de ve dünyada yaşanan, başta siyasî olmak üzere yaşanan son yılların akıl almaz hadiseler bir “güven bunalımına” işaret ediyor. Hâlbuki tarih boyunca, gerçek demokratik hayatta ferdin güvenliği ve yaşama hakkı ve beyanları öncelikli haktır. Ferdin, devlete veya ikinci kişilere karşı,—insanca yaşama ve hukukunu koruma konusunda—yapacağı beyanı esastır. Karşı tarafın kuruntu ve vehimleri değil!
İnancı gereği başını öttüğünü söyleyen bir bayana veya genç kıza hiç kimse başka bir gözle bakamaz. Kanunen aksi sabit oluncaya kadar bu böyledir.
Muhatapların veya üçüncü kişilerin beyinlerini okuyup hüküm çıkarma ameliyesi kimseye verilen bir hak değildir. Doğru bir yol da değildir. Bu hastalıktan kurtulmanın tek çaresi ve çıkış yolu ise “güven duygusunu” birey ve toplum olarak yerli yerine oturtmaktır. Devlet, halkına; sorumluluk taşıyanlar, personeline ve mesai arkadaşlarına güvenmek durumundadırlar.
Muhataplara, peşin hükümlü ve güvensiz bir bakış, tarafgirlik ve vehme dayanan ideolojik ve siyasî düşünce, bugünün dünyasında kesinlikle geçer bir akçe değildir artık. Makul düşüncenin, müsbet ilmin bunca yıllık tecrübenin vardığı neticedir bu.
Artık toplum hayatında, menfaat ve hırs kokan, arka gündemlerin, farklı ve belirsiz düşüncelerin, şuur altındaki şüpheli ve kaygılı fikirlerin, tarafgirlik ve kasıt kokan icraatların pabucu dama atılmıştır. Çözüm ve çare, meşrû dairedir. Çağları aydınlatan İslâmiyet’in özüne uygun hareket etmektir.
Kur’ân ve sünnete ittibânın neticesi olan, güvenli, hilesiz, yalansız, tuzaksız, dürüst, sağlam, istikametli, saydam, samimî, dostça bir hayat için çare yine semavî emirlerdir.
Birçok konuda olduğu gibi bu konuda da rehber alınacak önemli bir canlı lider Bediüzzaman Hazretlerinin örnek hayatıdır. “En büyük hile hilesizliktir” beliğ sözünün gereğini hayatı boyunca, devlete karşı da, millete karşı da hiç şaşmadan tatbik etmiştir. Onun içindir ki dâvâsı hâlâ, hem Türkiye’de, hem de bütün dünyada artan bir hızla yayılmaya ve kabul görmeye devam etmektedir.
Bediüzzaman’ın bu mirasına başta dindar ve demokrat siyâsîler olmak üzere, devletin ve toplumu idare mekanizmasında bulunan bütün yetkili ve sorumlu olanların dikkate almaları hem kendileri, hem bu memleket insanları, hem de bu Cennet Vatanın menfaatine olacaktır.
Güvenilirlik ve istikametli bir duruş... Kendisiyle ve hayatın gerçekleriyle ters düşmeme... Muhatap olduğu toplumun ve insanların her türlü fikrine saygı duyma ve katlanma bu güzel vatandaki bütün idarecilerin ve sorumluların dikkate alması gereken ve vazgeçemeyeceği temel bir değer ve prensip olarak tatbik edilmelidir.
Ülkemizin ve insanımızın güvenliği ve saadeti için, içerde ve dışarıdaki fesat şebekelerinin, münafık çetelerin, en büyük düşmanımız olan kendi nefislerimizdeki o meş’um his ve duyguların da oyun ve tuzaklarını boşa çıkarmanın yolu; meşrû çizgiyi aşmamak ve zorlamamaktır. İstikamet ve meşrûiyet dairesinde hareket etmektir. Yoksa yapılan bunca hizmet ve sarf edilen bunca emek ve enerji “kumistana” akmaya mahkûm olur Allah korusun. Bunun vebali çok büyüktür. Siyasî, dinî, imanî, ailevî sahada olsun durum fark etmiyor. Bu böyle biline.
Çağrımız, en başta kendi nefis ve şahsımız olmak üzere, sorumlu ve yetkili olan herkesedir. Güvenli bir hayat temennisiyle...
NOT: Yayın hayatının 39. yılına giren “Hakikatin Gür Sesi” Yeni Asya gazetesini ve ona yayın hayatı boyunca katkılarıyla emek ve mesai vermiş yaşayan bütün emektarlarını tebrik eder, nice başarılı, istikametli ve saadetli ömürler dilerken, ahirete intikal edenlere de Allah’tan rahmet ve mağfiret niyaz ederim.
23.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
S. Bahattin YAŞAR |
Hayat, îmanla anlamlıdır - 2 |
|
Mekân, mânâsıyla anlamlıdır
Mekânın anlamı, içinde taşıdığı ruhtadır. Ruhu yoksa, diğer unsurlar pek de anlamlı değildir. Tıpkı insan cesedinin ancak ruhla anlamlı olması gibi. İşte mekânın da orayı anlamlı kılacak mânâya ihtiyacı vardır.
İçel’in kıyı şeridinde bulunan ilçelerinde, oldukça sağlam bir şekilde din ile yoğrulmuş gelenek hakimiyeti bulunmaktadır. Bu gelenek, bazı yörelerimizdeki, bazı töre unsurları gibi, dinden kopuk değildir, hatta din ile yoğrulmuştur. Buralarda özünde dinimiz İslâmın ruhu yatan; ama özü bozmayan bir takım örfün de var olduğu bir yapı kendini göstermektedir.
Onun için pek çok kıyı şeridindeki il ve ilçeleri yaz aylarında açık saçıklık kasıp kavururken, bu gibi ilçelerimizde, özellikle yerli insanlar, serin yaylalarının yolunu tutmaktadırlar. Yazın mekânlar ‘yazlıkçılar’a kalır.
Risâle-i Nur’lar ülke insanlarının imdadına koşuyor
İçel’in Anamur ve Bozyazı ilçeleri, omuz omuza, bir kader arkadaşlığı içerisindedirler. Özellikle il merkezine olan uzaklık sebebiyle, daha bir dayanışma mevcut. Bu dayanışmayla, adeta birbirlerinin maddî ve manevî imdadına koşuyorlar.
Benim dünyamda Anamur’un özel bir yeri var. Bu ilçede ortaokulu okumuştum. Bu, aynı zamanda ilk Risâleleri tanıdığım yıllar anlamına geliyor. Küçük Nur medresesindeki öğrencilik yıllarım, hafızamda bu gün gibi dipdiri duruyor. Bir ortaokul öğrencisi olarak ağabeyleri, hafızama; evinden yemekler indiren, evine kahvaltıya çağıran, dershanenin ihtiyaçlarına koşan ağabeyler olarak kaydetmişim. Ağabey deyince, o görüntü canlanır bende.
Her yetişen insanın üzerinde
pek çok fedakârlıklar var
Nitekim saygıdeğer ağabeyim İslâm Yaşar da, bu ilçede ortaokul ve liseyi bitirip, Nurlarla burada tanışmıştı. Demek ki köylerin, ilçelerin insanların yetişmesinde ne yeri doldurulmaz bir yeri var. Bir insan yetişirken, pek çok fedakârlıklarla yetişiyor.
İslâm Yaşar’a, ‘Anamur, Bozyazı, Kızılca Köyünü nasıl bilirsiniz?’ diye sorulsa, neler anlatacaktır kim bilir. Nice kahramanların isimleri vardır bu yetişme sürecinde.
Bütün köylerimizi, ilçelerimizi, illerimizi şenlendiren kahraman ağabeyleri yürekten alkışlayalım ve onların rızalarını, gönül hoşluklarını almaya çalışalım. Hiçbir yürüyüş kahraman öncüler olmadan gerçekleşmiyor.
Şu an, bir yerlerde, birilerinin yetişmesi için, bir şeylerin tasasını çekenlere imreniyorum. Çünkü gerçekten büyük ve kalıcı bir hizmet yapıyorlar. Kahramanı olmadan hizmet olmaz. Layık olabilenlere ne mutlu!
Diyeceğim o ki, Risâle-i Nur eserleri, ne köy dinliyor ne de kasaba; ne ilçe ne il, hatta ülke sınırlarını da tanımaz oldu. Risâle-i Nur’lar dünyanın nuru olmaya devam ediyor.
Bozyazı ve Anamur’a tebrikler!
Bu kış, Bozyazı ilçemiz yeni bir sohbet mekânına kavuşmuş. Bu mekâna, Risâle-i Nur okulunun Bozyazı şubesi denilebilir. Bozyazı, Yeni Asya okuyucularını tebrik edelim. Yaşlı-genç 30-35 kişiyle yapılan sohbetler hakikaten heyecan verici. Her ay bir dâvetli eşliğinde dersler yapılacak olması, sevindirici. Akdeniz’den geçerken bu şirin mekâna mutlaka uğrayın.
Bu nurlu evler, ilim talebeleri yetiştiriyor. Vatan evlâtlarını, dinsizlik cereyanlarından, ahlaksızlık girdaplarından, ihanet odaklarından kurtarıp; imanlı, ahlaklı, dürüst ve vatansever insanlar olarak yetiştiriyor. Asrın başına açılmış bulunan terör ve anarşi belasından ancak imanlı insanlar yetiştirerek kurtulabiliriz.
Hayat, faaliyet ve harekettir
İlçelerimizden faaliyet seslerinin gelmeye başlaması hayra alamet. Anamur ve Bozyazı’yı önce yazarımız Süleyman Kösmene ziyaret etmiş, Anamur’da konferans, Bozyazı’da ders yapmış. Hakikaten böyle faaliyetler, hem faaliyet yapanlara, hem faaliyete katılanlara ve hem de faaliyet için dışarıdan dâvet edilenlere büyük bir heyecan veriyor.
Geçtiğimiz hafta, Bozyazı’nın ders dâveti üzerine, bu heyecanı biz de yaşadık. Çalıştığınız dersi birlikte paylaştık. Gittiği her yerden yeni dersler alıyor insan. Her iki ilçemizde paylaştığımız ders, imanın insan hayatına dokunuşunu içeriyordu.
Varlık, imanla bakınca anlamı okunuyor
Dersimiz, İşârâtü’l-İ’câz isimli eserden, “Ey arkadaş! Bütün lezzetler imanda olduğu gibi, bütün elemler de dalalettedir.”cümlesiyle başlıyordu. İmansız insan, her şeyi sahipsiz, düşman, kendisine yabancı görüyor. Sahipsizlik anlayışı, her şeydeki anlamı okuyamamayı sonuç veriyor. Varlık üzerindeki okunmayan anlam, hayatın anlamsızlığını sonuç veriyor. Böyle bir halet-i ruhiye, kapkaranlık bir dünyayı hatıra getiriyor.
Geçmişi kapkaranlık, yok olup giden insanlar topluluğu olarak görmek; geleceği belirsizlik içinde, ürkütücü, korkunç zaman dilimleri olarak görmek, ne acı bir hayat hali!
İman ise, kapkaranlık bir odadaki lambanın düğmesine dokunmak gibi, yaşanan hayata bir anlam katıyor. Anlamsız hiçbir şeyin olmadığını gösteriyor. Böyle bir insan, kâinattaki her şeye ünsiyet peyda ediyor. Her şeydeki hikmetlere baktığında, ibret ve hayretle tefekkür ediyor. Anlaşılan varlığın hikmeti, imanla okunuyor.
İmanlı bir insan, hangi bir varlığa, o varlıklardan, o cirimlerden; “Ey arkadaş! Bizden tevahhuş etme, hareketlerimizden korkma. Hepimiz, bir Hâlık’ın memurlarıyız.” diye me’nus ve emniyet verici sesleri kalben işitmeye başlar.
Böylece, imanlı insan ruhunda yüksek lezzetleri ve saadetleri hisseder, ona manevî cennetlerin kapıları açılır.
23.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Habib FİDAN |
Yazar, ne(den) yazar? |
|
Çoğu zaman yazmak, yazmaya çalışmak, zihnimdekileri üsturuplu bir şekilde bir araya getirip kâğıda dökmek ve nihayetinde yazar olmak, benim için delilik rakımında gezinmekten başka bir şey olmamıştır. Öyle ya; yazarın, yazının ve dahi okumanın hak ettiği değeri görmediği bir toplumda böylesi maceraya kalkışmak, deli cesareti gibi bir şey olmalı.
Önce düşüneceksin, tembelliğe düşkün zihnini çalıştırmayı ihmal etmeyeceksin, hemen her türlü olumsuzluğa göğüs gerecek kadar mangal gibi bir yürek olacak sende. “Kurtlar Sofrası”nda “Bu da neci oluyor?” gibi lâkırdılara aldırmadan, bu kıldan ince ve kılıçtan keskince yolu arşınlayacak kadar sabır yüklü olacaksın. Sabır taşı olacaksın çoğu zaman. Ne kadar baksan da etrafına bakmayı ihmal etmeyecek, her an ve mekânda bakmanın püf noktalarını keşfedeceksin. Kalbinden çıkanı aklın tutacak ve kalemin duyacak kadar hassas bir ruh iklimini yaşayacaksın. Kullandığın dili en ince ayrıntısına kadar bilecek, hemen her kelimenin başka kelimelerle varyasyonlarını denerken, akla karayı seçtiğin günleri umursamayacaksın. Sonra, diyelim ki bütün bu imtihan kapılarını geçmeyi başardın. Daha bitmedi işin ey pürheves yazar! Göz nuru döktüğün yazılarının kıymet-i harbiyesi olmadı mı, yeniden başlayacaksın. Sonra hep “yeniden” lâfıyla yaşatmaya çalıştığın yazılarınla başbaşa kaldığın günlerde, satırlarda sıkışmış hayallerine büyük bir cesaretle bakmak canını acıtmayacak. Velhâsıl, bir farkındalığın verdiği baldıran zehrini kana kana içmeyi payına düşmüş sayacaksın.
Bu türden zorlukları görünce, “Düşündüklerinizi yazmaya değer bulmuyorsanız, yazmayın” diyen Tolstoy’a katılmamak mümkün değil. Çünkü yazı yazmaya kalkışmak, evvela kişinin düşüncelerini değerli bulmasına bağlıdır. Yani öncelikle dikenli yol olarak bellediği bir yolda her türlü zorluğun aslında yaşanmaya değer olduğunu bilmekle başlar yazarlık. Eğer buna hazırlıklıysa insan, yazı hayatında tıpkı Mecnun’un Kâbe’de Leylâ’dan ayrı düşmek istemeyişini, “Ya Rab belâ-yı aşkla kıl âşinâ beni/Bir dem belâ-yı aşktan etme cüda beni” gibisinden bir duâ ile dile getirdiği bir ruh hâli içinde olur. Çünkü yazmak da eğer aşk derecesinde bir tutkuya dönüşüverirse, işte o zaman bir aşkın verdiği derdi dillendirmek gibi bir hâl çıkar ortaya.
Şüphesiz, bu derdin dile gelmesi kadar insana huzur veren bir şey de olamaz. Söz gelimi, Sait Faik’in, gördüğü manzara karşısındaki duygu ve düşüncelerini yazıyla tablolaştırma tutkusu, bu yüzden “Yazmasaydım çıldıracaktım” gibi bir ifadeyle arz-ı endam etmiştir satırlarda. Çünkü çalışkan el, sabırlı parmak ve titiz bir kalemin iplik iplik dizeceği kelimeler türlü türlü canbazlıklar sergilerken, bu hayat oyununda kimbilir ne kadar anlam katarlar sahiplerinin ruhlarından. İşte bu sırdandır ki, yazı yazmak hayatın ânına, geçmişine ve geleceğine, “Ben varım!” diye haykırmak, tarihe not düşmektir bir bakıma. Bu açıdan Yahya Bey’in, “Bir dağılmaz âlî dîvânım var ey Yahya benim/Beylere paşalara varmak tenezzüldür bana” beyti, yazı yazmanın ne derece üstün ve kimi zaman kutsal bir anlam ifade ettiğini biraz olsun, anlatır herhâlde.
Şimdi; bu satırların yazarı olan ben, acısı ve acının verdiği tatlısıyla yazıya durmanın, yazıya durduğum dikenli yolun uyardığı farkındalığın verdiği tatlı bir sızı eşliğinde yazıyla tanıştığım ilk günleri hatırlarken, “Mânâ nerededir?” diye başladığım yolculuğun, şâirin, “Esrarlı vuslata bir adım kala/Hasretin vecdiyle, ben kement attım/Yürekte boğulmak, ne güzel bela/ Battıkça kurtuldum, çıktıkça battım…” dediği bir ruh hâli içindeyim.
Sanırım, yazmak böyledir işte…
Kısa bir aradan sonra köşemizden herkese merhaba…
23.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kavram olarak küfür ve günah-ı kebîre |
|
Bandırma’dan Mustafa Ataç: “Mufassal Tarihçe-i Hayat’ta Bediüzzaman’ın şöyle bir sözü geçiyor: ‘Saniyen: Mezheb-i Hanefide çok maddelere küfür denildiği halde, Mezheb-i Şafiîde o günahlara küfür denmez. Günah-ı kebîre denilir. Eğer sarih küfür görülse o vakit hükmeder. Ben Şafiî iken; yine tevili mümkün olsa hükmetmekten çekinirim. Çünkü tekfir bana çok ağır geliyor.’ (s. 490) Sorum şu: Hanefi mezhebinde küfür kavramı ile Şafiî Mezhebindeki günah-ı kebîre kavramlarını örnekleriyle açıklayabilir misiniz?”
Küfür ve büyük günah kavramları, âyet ve hadislerce açıklanan ve tanımlanan kavramlardır. Küfürde inkâr vardır. İnkâr imana zıttır ve büyük günahların en büyüklerindendir. Küfrün dışındaki büyük günahlarda ise inkâr yoktur. Pişman olan, tövbe eden ve Allah’a yaklaşan bir büyük günahkârın affedildiği umulur. Nitekim Peygamber Efendimiz’in (asm) ifadesiyle büyük günah Cennete girmeye engel değildir. Fakat küfür ve inkâr engeldir.
Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) bir gün: “‘Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur’ deyip de, bu inancı üzere ölen kimse Cennete girer.” buyurmuş; Ebu Zer, “O kimse zina yapsa ve çalsa da mı?” diye sormuş; Peygamber Efendimiz (asm): “Evet zina yapmış, hırsızlık etmiş olsa da Cennete girer” buyurmuştur. Ebu Zer Hazretleri aynı soruyu üç kez sorunca üç kez aynı cevabı veren Peygamber Efendimiz (asm) en sonunda nükteli bir şekilde: “Ebu Zer bu durumdan hoşlanmasa bile o kimse Cennete girer” buyurmuştur.1
Mezhepler arasında bu kavramların tanımlarında ve açıklamalarında temelde fark yoktur. Fakat yürütmede Hanefi Mezhebi İslâm tarihinde çoğu zaman devlet mezhebi olarak kabul görmüş olmasından olacak, galat denebilecek ve yanlış anlaşılabilecek bir takım hükümler verilebilmiştir. Aslında bu hükümler, verenleri bağlaması gerekirken, zamanla Hanefi Mezhebine mal edilmiştir.
Meselâ zünnar bağlayanın kâfir olacağı, serpuş giyenin küfre gireceği hükümleri Hanefî Mezhebi ulemasına mal edilir. Aslında veriliş zamanlarına dönüp baktığımızda, bu hükümlerle kast edilenin şu olduğunu anlamak zor olmayacaktır: Eskiden Müslümanlar, Hıristiyanlar veya Yahudiler kıyafetlerinden tanınırlardı. Kıyafetleri ile inançları bir bütünlük arz ederdi. Her din mensubunun kendine özgü dinî kisve ve kıyafeti vardı. Meselâ zünnar, Hıristiyanların bellerine kuşak gibi sardıkları hususî kıyafetlerindendi. Keza serpuş, Yahudilerce giyilen bir nevî baş kıyafeti idi. Bu kıyafetlerin, Müslümanların rükûuna ve secdesine engel olacağı, aynı zamanda zaten de Hıristiyanların ve Yahudilerin kimliklerini belirten özel kıyafetlerinden olduğundan hareketle ve “Kim bir kavme benzerse o onlardandır” hadisi gereğince Ebu’s-Suud Efendi gibi bazı eski ulema, bu kıyafetleri küfür alâmeti saymışlardı. Bu kıyafetleri giyenlerin kâfir olduğuna hükmetmekle aslında “kâfir kılığına girdi ve onlardan oldu” mânâsını işlemiş olmaktaydılar. Bu hüküm aslında başlangıçta kişinin kalbî imanını tanımlama için değil; kişinin mensubiyetini ortaya koymak ve Müslüman’ı kâfir kılığına girmekten sakındırmak için verilmiş bir hüküm idi. Fakat zamanla Hanefî Mezhebinin bir görüşü olarak algılandı ve zihinlerde yerleşti.
Şafiî Mezhebi ise devletleşmediğinden hür içtihadın inisiyatifinde kaldı ve buna benzer galatlardan korunabildi. Oysa her iki mezhebin gerek küfür, gerekse günah-ı kebîre tanımlamaları temelde birbiriyle örtüşüyor; çünkü aynı esaslara dayanıyor.
***
Bandırma’dan Mustafa Bey: “Tuvalette ölen bir kimsenin hükmü ve durumu nedir?”
Ölüm bir takdir meselesidir. Kişinin nerede ve niçin öldüğü sorusunun gerçek bilgisi kul olarak bizlerde olmaz. Yapılan yorumlar çoğu kez gerçeklikten uzaktır. Ölüm şeklinin kişinin ameliyle bağlantısı yer yer görülmüyor değil; fakat böyle bizi olumsuz bir sonuca götürebilecek, hikmetini bilmediğimiz ölüm şekillerinde yorum yapmayıp; işi Allah’ın rahmetine bırakarak, hakkında Allah’tan rahmet dilememiz, af ve bağışlanması için duâ etmemiz daha doğru olur.
Dipnotlar:
1 Buhari, Tevhid, 33; Rikak, 16; Müslim, İman, 40; Tirmizi, İman, 18
23.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Âhirzamanın Müslümanları |
|
Mehmet Âkif, tarihte ender görülen kahramanlıklardan birini sergileyen Çanakkale serdengeçtilerini anlatırken, “Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi” diyordu. Şüphesiz bununla o, Çanakkale kahramanlarının Sahabeyi geçtiğini söylemek istemiyordu. Sahabeyle kimsenin karşılaştırılmasının mümkün olmadığını o da biliyordu. Bu mısrasıyla o, Çanakkale şehitlerinin büyüklüğünü anlatmak istiyordu.
Kâinatın Efendisi de (asm), “Ümmetimin hâli yağmura benzer. Başlangıcının mı, yoksa sonunun mu hayırlı olduğu belli değildir”1 buyururken de Sahabenin yanında sonda gelenlerin de büyüklüğünü ifade etmek istiyor.
Sahabeye nasıl yetişilebilir? Sonda gelenlerin de bir kısım meziyet ve faziletleri vardır. Ahirzamanın kahramanlarıdır onlar. Salâbet, sadakat, samimiyet ve fedâkârlıkları o kadar takdire şâyandır ki Resûl-i Ekrem (asm) onları bahsi geçen hadis-i şerifleriyle övmektedir.
Sahabeden sonra ilk sırayı alacak bu nurlu neslin bu dereceyi almalarının sebebi zor şartlarda İslâmı yaşama ve yaşatma gayretleridir. Allah Resûlü (asm) bu zor şartları anlatırken, “Sizler öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki, içinizden biri kendisine emredilenin onda birini terk etse helâk olur. Fakat sonra öyle bir zaman gelecektir ki, Müslümanlardan, kendisine emredilen şeylerin onda birini yapan kimse kurtulmuş olacaktır.”2
Demek “Amellerin en hayırlısı en zor olanıdır”3 sırrıyla, şartlar zorlaştıkça mükâfat da artmakta, o anda yapılan az bir amel çok hükmüne geçmektedir.
Gerçekten o günler çok çetin günlerdir. Dinine bağlı insanlar horlanır; çile ve sıkıntılara maruz kalırlar. Allah Resûlü (asm) o zor şartları anlatırken, o devirde insanların dinini yaşamakta gösterdiği sabrın, avucunun içinde ateş parçası tutmak gibi olacağını belirtir.4 O kadar ki, “İslâmı yaşamak gittikçe zorlaşacak, dünya Müslümanlara sırt çevirecek, insanlarda cimrilik ve hırs artacaktır.”5
Sahabe, bilhassa İslâmın ilk yıllarında dayanılmaz çilelere katlanmış, çeşit çeşit musibetlere göğüs germiş, ama dinlerinden aslâ taviz vermemişlerdi.
Ahirzamanın kahramanları da yokluk, kıtlık, çile ve sıkıntı içerisinde de olsalar, tam tersi herşey onları dünyaya çağırsa da onlar sırtlarını dünyaya çevirecek, sadece ve sadece Allah rızasını gözeteceklerdir. Deccalizm ve Süfyanizmin muhasarasına rağmen onların cazip hevesât ve dünyalarına birer tekme atacak, dünyada kendilerini, “bir garip yolcu” edasıyla görecek ve ona göre hareket edeceklerdir.
“Gariplere müjdeler olsun” tesellisi de herhalde böyle kimseler için olsa gerek. Onların özellikleri de hadisin devamında ne güzel anlatılmış: “Onlar benden sonra insanların bozup tahrip ettiği Sünnetimi ihya ederler.”6
Demek şartlar ağırlaştıkça mükâfat da artıyor.
Dipnotlar:
1. Tirmizî, Edep: 81.
2. Tirmizî, Fiten : 79.
3. Keşfü’l-Hafa, 1:155 (Hadis no: 459).
4. Tirmizî, Fiten: 73.
5. Müslim, İmare: 176; İbin Mâce, Fiten: 24.
6. Tirmizî, İman: 13; Müslim, İman: 232; İbni Mace, Menasik: 104.
23.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Beyin (hafıza ve zekâ) gücünü nasıl yükseltebilirsiniz? |
|
Beynimizin aktiviteleri, hayal, hafıza, zekâ, kuvve-i müfekkire vs. geliştirilebilir, yükseltilebilir mi? Yoksa, bunlar doğuştan, Allah vergisi mi?
İstidat ve kabiliyetlerimizi inkişaf ettirip geliştirme iradesi dâhil her şey, Allah vergisidir. Ruhumuzu tekâmül ettirme, nefsimizi terbiye etme, yeteneklerimizi ortaya çıkarma, hür irademize bırakılmıştır. Hafıza, zekâ da, insan ruhunun bir parçası olduğuna göre, o neden bu kanun haricinde kalsın?
Hafıza, zekâ, kesinlikle geliştirilebilir. Çünkü zekâyı kinetik zekâya çevirebilme kabiliyeti bize verilmiştir. Hafıza, arşivleme, ezberleme, zihinde tutma; zekâ çözüm bulabilme yeteneği olduğuna göre, ne kadar çok problem çözer, ne kadar mesele halleder, ne kadar okur, beynimizi ne kadar çok çalıştırırsak, onları da o oranda geliştiririz.
Sürekli beynini aktif tutan kim olursa olsun, zekâsını her geçen gün biraz daha geliştirir. Ressam, müzisyen, sporcu nasıl antrenmanla kendisini geliştiriyorsa, zekâ ve hafıza da problem çözerek gelişir.
Uzmanlar, hafıza ve zekâ körelmesinin önüne geçerek beyin gücünü artıracak 10 maddelik bir teklif listesi hazırladı:
1- Akıllı ilâçlar: “Modafinil” gibi ilâçlar, beyni 90 saat boyunca uyanık tutuyor. Beynin bir bölgesinden diğerine veri akışını sağlayan kimyasalları artırıyor.
2- Yiyecekler: Protein açısından zengin besinler faydalı. Düzenli kahvaltı, zihnî performansı artırıyor; gazlı içecekler tam tersi etki yapıyor.
3- Müzik: Özellikle İlâhî aşkları, ümit ve şevk veren müzikleri dinlemenin zekâyı arttırdığı ve müzik derslerinin, çocukların IQ’sunu yükselttiği belirlendi. Mozart müziği matematiksel zihni açarken; pop müziğin böyle bir etkisi görülmedi.
4- Zihnî egzersizler: Zor matematik soruları zekâyı keskinleştiriyor. 5 hafta boyunca zihinsel egzersiz yaptırılan çocukların IQ’su 8 puan yükseldi.
5- Hafıza oyunları: Dil öğrenme de veya herhangi bir sistemi sembollerle hafızaya almak; zekâ oyunları, bulmaca çözmek de zihni açar.
6- Uyku: 21 saat boyunca uyumamak, beyin üzerinde sarhoşluk gibi bir etki oluşturur. 2 saatlik çalışmadan sonra iyi bir gece uykusu uyumak, öğrenmeyi kolaylaştırır.
7- Yürüyüş: Haftada 3 kez yarımşar saat yürüyüş yapmak; öğrenme, konsantrasyon ve mantık gücünü yüzde 15 artırır.
8- Hobiler: Örgü ören, bulmaca çözen yaşlıların Alzheimer gibi hastalıklara yakalanma riskinin daha az olduğu tesbit edildi.
9- Konsantrasyon: Bu da beyin için önemli bir egzersiz! Bir iş üzerindeyken, kısa süreli bir dikkat dağılması sonrasında yeniden konsantrasyon sağlamak yaklaşık 15 dakika sürer.
10- Nörolojik tarama: Beyin içindeki hareketliliği gösteren tarayıcılar, beynin aktivitelerini kontrol etmekte de kullanılabilir.
23.02.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Terörü sindirme harekâtı |
|
Terörist faaliyetleri sindirmeye yönelik harekât plânı, zincirleme devam ediyor.
Bu plânın birçok halkası var: Diplomasi, hava bombardımanı, kara operasyonu, fikrî, siyasî ve ekonomik boyut, vesâire...
Terörist eylemler, bir–iki sebebe dayalı olarak ortaya çıkmadığı gibi, bunların önlenmesi de, elbette ki bir–iki faktörün devreye sokulmasıyla mümkün olmaz.
Mesele çok derin ve de çok boyutludur. Onun için, meseleye çok yönlü bir bütünlük içinde yaklaşılmalı ve nihaî çözüm arayışının da aynı bütünlük içinde kalınarak sağlanması gerekir.
* * *
Çok büyük masraflarla sınır ötesine yapılan hava harekâtından sonra, kara harekâtı da başlatılmış oldu.
Bu operasyonlar, terör örgütünü bir derece kadar sindirir, dağıtır ve çökertir elbet; ancak bitirmez ve bitiremez.
Bu noktada şunu hemen ifade edelim ki: Terörü bitirmeye yönelik zincirleme çabaların en önemli halkası olan diplomasi, şimdiye kadar hakkıyla ve lâyıkıyla yapılmadı, yapılamadı.
Şayet yapılmış olsaydı, en başta AB olmak üzere, ABD, Irak ve Kuzey Irak yönetiminden şüphe, tedirginlik ve memnuniyetsizlik havası yansıtan açıklamalar gelmezdi.
Demek ki, onlar tam anlamıyla ikna edilemedi ve tereddütlerini bütünüyle izâle edecek bir diplomasi san'atı, becerisi, başarısı hakkıyla sergilenemedi.
Oysa, ismi geçen bütün bu ülke ve birlik yönetimleri, "terörle sınırlı" bir mücadelede muhakkat ve mutlak sûrette Türkiye'nin yanında ve hatta yardımında olmalı. Bu çerçevenin dışına asla çıkamazlar. Yeter ki, biz diplomatik mekanizmayı ustalıkla ve maharetle çalıştırmasını bilelim ve gereklerine yerinde, zamanında uyma becerisini, başarısını gösterelim.
* * *
Son olarak şunu da ilâve edelim ki, yeni başlayan kara operasyonu her ne kadar "rutin harekât" diye ifade edilse de, bölge ve dünya ülkelerinin algılaması farklı olabiliyor.
Çünkü, meselâ hava operasyonlarının zaman ve mekânı, dakikasına ve hedef noktasına varıncaya kadar, neredeyse bütün ayrıntıları önceden hesaplanabildiği için, bunun sınırı, çerçevesi, ölçüsü, kantarı azçok bellidir. Hemen herkesçe biliniyordur.
Fakat, kara harekâtı bundan farklıdır. Harekâtın boyutları önceden teorik olarak belirlense dahi, tatbikatta sürpriz ve beklenmedik durumlarla karşılaşılması pekâlâ mümkün. En kuvvetli tahminler dahi tutmayabilir.
Onun için, bu harekâtın son derece bir dikkat ve hassasiyet içinde kalınarak yürütülmesi icap ediyor.
Tâ ki, mevcut düşman cephesine gizli–açık yeni düşmanların iltihak etmesine kendimiz sebebiyet vermiş olmayalım.
Tarihin Yorumu 23 Şubat 1945
Türkiye'nin savaş kararı
Türkiye, 40 milyona yakın insanın hayatına mal olan II. Dünya Savaşına fiilen katılmadı.
Ancak, 23 Şubat 1945'te tek partili Meclis'in almış olduğu bir kararla, Türkiye "resmî olarak" savaşa sokulmuş oldu.
İsmet Paşanın isteği doğrultusunda hareket eden Meclis'in, o gün almış olduğu karar, "Türkiye'nin İngiltere, Rusya ve Amerika'nın yanında, Almanya ve Japonya'nın karşısında savaşa katılacağı" şeklinde yazılı olarak resmîleşti.
Bu kararın realize edilmesi için de, uygun zaman, imkân ve fırsatın çıkması beklentisi içine girildi.
Ne var ki, Türkiye fiilen de savaşa tam girmek üzere iken, hiç umulmadık bir sebeple savaş sona ermiş oldu.
Bu umulmadık sebep ise, Japonya'da önce Hiroşima ve üç gün sonra da Nagazaki'ye (6–9 Ağustos) hayat söndüren o dehşetli atom bombasının atılmasıydı.
İnsanlık, 250 bin kişinin ölümüne yol açan böylesi bir hadiseye ilk defa şahit oluyordu.
Japonya, bir hafta sonra kayıtsız şartsız teslim olmayı kabul etti. Böylelikle, Uzak Doğu'da savaş sona erdi. Aynı durum Avrupa'ya da yansıdı ve bir hafta kadar sonra II. Dünya Savaşı tümüyle son buldu.
* * *
Demek ki, iş sadece İsmet Paşaya kalmış olsaydı, Türkiye'nin fiilen de savaşa girmesi kaçınılmaz hale gelecekti.
Dolayısıyla, "Efendim, bizim İsmet, siyasî dehasıyla Türkiye'yi savaşın dışında tutmayı başardı" iddiası, kuru ve temelsiz bir iddia olup, tevil dahi gerektirmeyen sunturlu bir zırvadan ibarettir.
Bir kere Türkiye, 1941'de Almanya ile "Saldırmazlık Antlaşması"nı imzaladığı halde, 4 yıl sonra bu kararını yine kendisi çiğnedi ve tam tersi bir karara imza attı. Üstelik tek taraflı olarak... Üstelik, Rusya ve İngiltere'nin (I. Dünya Harbindeki en azılı düşmanları) zorlamaları sebebiyle...
O halde, doğru olan husus şudur: Türkiye tam harbe girmek üzere iken, takdir–i İlâhî ile ortaya daha başka sebepler çıktı, hiç beklenmedik gelişmeler yaşandı ve Türkiye bu sûretle "harp belâsı"ndan kurtulmuş oldu.
23.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
‘Fıtrat’ı dinlemeyenler |
|
İnsanın yaradılış gayesine uymayan her adım, neticesi itibarıyla insanlığı felâkete sürüklüyor. Bunun çok örnekleri var, lâkin insanoğlu bunları ancak ‘tecrübe’ ederek anlayabiliyor.
Meselâ, ‘ikinci Avrupa’ anlayışı ile hareket edenler; uzun yıllardan beri kadınları iş hayatına teşvik etti. Onlara göre kadınlar da ‘kendi ayakları üzerinde durabilecek’ şekilde ekonomik ‘özgürlüğe’ kavuşmalıydı. Ancak, kadınları iş hayatına teşvik edenler, karşılaşacakları tehlikenin farkında değillerdi.
Aradan yıllar geçti ve kadınlar iş hayatında yer buldukça başka problemler başgöstermeye başladı. En başta çocuklar, anne hasretiyle büyümeye başladı. Oluşturulan ‘çocuk bakım evleri’, arzu edilen sevgi ve muhabbeti sunmaya yetmedi.
“Hayır, öyle olmadı. Çocuklar ve anneler, kadınların iş hayatına atılmasından dolayı çok mutlu oldular” demek mümkün mü? Değil, çünkü en başta bu akıma kuvvet veren ve kadınları iş hayatına girmeye teşvik eden ‘medenî ülkeler’ hatalarını anladı. Şimdi, anneleri, çocuklarını bakmaları gerektiğine ikna etmeye ve inandırmaya çalışıyor.
“İş kadını”nı tehdit eden başka bir problem de “cinsel taciz” hadiseleri... Bu konudaki araştırmalar, çalışan kadınların huzurlu olmadıklarını gösteriyor. En ‘medenî’ ülkede bile taciz hadiseleri yaşanıyor, çünkü işin temelinde ‘insan’ unsuru var.
Bazı ülkeler, taciz olaylarını önleyebilmek için kadınlar için ayrı otobüs ya da tren seferleri düzenliyor. Tabiî ki dış dünyanın sığındığı bu tedbirleri, Türkiye gündemine taşımak, böyle bir şeyi teklif etmek ‘irtica’nın patlaması için yeterli oluyor. Yakın zaman önce taciz olayları sebebiyle Meksika’da alınan bir tedbir ile ilgili haber medyamızda yer almıştı: “Meksika’nın başkenti Mexico City’de kadınlara özel hizmete konulan ‘pembe otobüsler’ büyük ilgi görüyor. Kadınlar, otobüsler sayesinde sarkıntılık ve tacizden kurtulduklarını söylediler.” (Hürriyet, 12 Şubat 2008)
Maalesef ‘cinsel taciz’in; tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de çalışanların sık sık karşılaştıkları bir durum olduğu ifade ediliyor. Ancak bu konuların Türkiye’de ‘kısık sesle’ konuşulması, cinsel tacizin yeterince dile getirilmesine engel oluyor. “Yenibiriş Dünyası” adlı dergi “ofiste cinsel taciz” konusunu Ocak-Şubat (2008) sayısına taşıyarak konuyu tartışmaya açmış.
Dergiye göre; Amerikan hukukçuları ve Eşit İstihdam Olanakları Komisyonu açık ve net bir biçimde ‘cinsel taciz’ diye bir gerçeğin varlığını kabul ediyor. Bütün bu veriler, konunun çok yönlü bir biçimde gündeme taşınarak tartışılmasının gerekliliğini ortaya koyuyor.
Tabiî ki ‘cinsel taciz’in varlığının kabul ya da inkâr edilmesi, tek başına meseleyi halletmiyor. Bu belâya karşı insanlık ne ile karşı koyacak? Pek çok yolu var, ama öncelikle ‘fıtrat’ı inkâr eden uygulamalar sona ermeli, kadınlar çocuk eğitmeyi ‘iş’ olarak görmeli ve ‘evine dön’ çağrısından gocunmamalı. Aksi halde ‘kısık sek’le ya da ‘yüksek ses’le itiraflarda bulunmak ne yazık ki çare olmuyor.
Hepimiz ‘fıtrat’ın çağrısına kulak verelim ve ‘ateş’ ile ‘barut’u yan yana koyma yanlışından vazgeçelim...
23.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Ankara ikna etmeli |
|
Tıkanan başörtüsü tartışmalarıyla bir dizi gündemi devre dışı kaldı. İçte hükümetin ekonomiden sorumlu eski bir bakanının üst üste yaptığı uyarılarla ekonominin gidişatından özelleştirmenin akıbetine kadar birçok konu belirsizlik içinde.
Maliye Bakanı önce “Avrupa bankaları zarar ediyor, bu zararın ne kadar olacağını kimse bilmiyor; belirsizlik var, Mart ayında açıklayacaklar, orada da bir kızılca kıyamet kopacak” bilgisini veriyor. Ardından da ortalığı yatıştırmak amacıyla, “Paniğe gerek yok, korkuya kapılacak bir durumumuz yok” diyor.
Belli ki kamuoyu yavaş yavaş alıştırılıyor. Ancak ekonominin durumunun ne olacağı, kırılgan ortamda okyanuslar ötesinden gelen dalganın ne denli vuracağı tam bir muamma. Başbakan her ne kadar partisinin grubunda “Bakın bir şey olmadı, gürültüler boşa çıktı” deyip piyasaları rahatlatmak istese de, asıl etkinin önümüzdeki aylarda Avrupa ve Türkiye’yi sarsacağı belirtiliyor. Ne var ki, hükümet de ekonomi uzmanları da bunu kestiremiyor.
Diğer yandan yer yer hortlayan “Neron”un araba yakmalarının yanı sıra terörist başının Kenya’dan yakalanışının yıldönümünde bayrak yakmaya kadar varan terör örgütüne destek gösterileri azmış durumda. Buna, önümüzdeki ay, yeniden “Nevruz kutlamaları” da eklenecek.
Sınırötesi kara harekâtının konuşulduğu bir süreçte, Ankara’nın öncelikle dahilde fitne ve fesadı yayan ve kitleleri kışkırtıp karşılıklı kamplaşma ve kutuplaşmayla birbirine kırdırma plânının bir parçası olan bu tür bozgunculukları durdurması, açığa çıkarması gerekiyor…
* * *
Görünen o ki, hâriçten üflenen bozgunculuk ve kargaşa oyunu devam edecek. Barzani’nin birkaç haftalık “suskunluk”tan sonra bir defa daha “meydan okuması” bunun işâreti.
İçte “etnik ayrılık” üzerine politika yapan bir partinin “federasyon” talebiyle “ayrılık şarkıları”nı seslendirmelerinin maksadı da bu…
Bu arada, Amerikalı yetkililer peşpeşe Ankara’ya geliyor. Bu gelişlerin maksadının Türkiye’nin Müslüman komşu “İran operasyonu”na ortak edilmesi olduğu şimdiden kulislerde konuşuluyor…
Kosova’nın bağımsızlığı konusundan, Pakistan ve Ermenistan’daki seçimlerin yankılarına, Almanya’daki kundaklamaların ısrarla Türkiye’yi Almanya üzerinden AB’den koparma senaryosuna kadar bir çok senaryo içiçe sahnelenmekte.
Başbakan’ın Sarkozy ve Merkel’e yapacağı üçlü zirveyi iptal etmesinin, daha önceki AB’ye sert çıkışlarına, rest ve çıkışlarına yenilerini eklemekte…
Diğer yandan, çokça tartışılan “vakıflar yasası”, yeni bir problemin habercisi. Türkiye’deki azınlık cemaatleri, vakıflarının mülk edinmeleri ve malları üzerinde serbestçe her çeşit tasarrufta bulunmalarının neyi getirip ne götüreceği tartışma konusu.
Buna bağlı olarak, Yunan Başbakanı Karamanlis’in ziyaretiyle gündeme gelen “ruhban okulu”nun mâhiyeti ve Patrikhanenin “ekümeniklik” statüsündeki ısrarının baş ağrıtacağı anlaşılmakta. Başbakan ve Dışişleri Bakanı her ne kadar bunu Patrikhanenin ve Rum cemaatinin “iç meselesi” olarak geçiştirseler de, bu hususun her fırsatta Türkiye’nin önüne çıkacağı görülmekte…
Keza, AB’nin şaşırtılmasıyla Başbakan’ın “yeni Alevî açılımı”yla gündeme getirilen Alevîliğin İslâm’dan ayrı bir “din” gibi lanse edilmesi ve Alevîlerin “azınlık” duruma düşürülmesi tuzağına karşı ciddî bir tedbir alınmış değil.
Yine bütün Türkiye için tamamen bir demokratikleşme ve özürlüklerin genişletilmesi ve ideolojik devlet zihniyetinin tasfiyesi sorunu olan “Güneydoğu meselesi”nin çarpıtılmasıyla, bin senedir Türklerle birlikte yaşamış ve omuz omuza savaşmış, yan yana şehid düşmüş bu ülkenin aslî unsuru Kürtleri “koparma” komplosuna karşı uluslararası arenada ve AB zeminlerinde gerekli ciddî girişimlerde bulunulmuş değil…
* * *
Ankara’nın öncelikle AB mercilerini esaslı tezlerle ikna etmesi lâzım.
Türkiye’de başörtüsü yasak olmadığı halde, hükümetin AİHM’e sunduğu “savunma”da başörtüsünün “siyasî simge”, “laikliğe aykırı” ve “gerginlik sebebi” yakıştırmasıyla yasaklanmasının “yasal” olduğu saptırması, içte ve dışta ne tür sıkıntılara sebebiyet verdiği görüldü.
Bunun içindir ki, AKP siyasî iktidarı, “Ne yapalım, Avrupalılar istiyor” diye kolaycılığa kaçmamalı. AB’nin yanlış telkinlerle saplandığı yanlışlarını düzeltmeli, Türkiye’nin haklı ve doğru tezlerini izâh etmeli…
Alevîliğin İslâm’dan ayrı bir olmadığını, Alevîlerin “azınlık” olmadığını tarihî ve sosyolojik dayanaklarıyla belirtmeli.
Bunun gibi, Kürt vatandaşların hiçbir ayırıma tabi tutulmadığı ve tarih boyunca Türklerle birlik ve beraberlik içinde yaşadıkları, “ayırımcılık” saptırmasının azınlık bir grubun ajitesi olduğu ve “gayr-ı Müslim azınlıklar”ın dışında, Türkiye’de azınlık bulunmadığı belgeleriyle ortaya koymalı…
Ankara’nın görevi bu. Hükümet, Meclis Komisyonları ve Dışişleri bunun için var; emr-i vakileri ve saptırmaları kabullenmek için değil…
23.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Yeni Asya |
|
Yeni Asya 39 yaşına girdi. Geçen Perşembe günü gazetemizin 39. kuruluş yıldönümünü kutladık. Yeni Asya bugün itibariyle tam 13 bin 630 nüshaya ulaştı. Cenâb-ı Hak, hizmet dolu daha nice yıllara ulaşmamızı nasip etsin.
* * *
Kur’ân’ın bugüne mesajını aktarmayı görev edinerek yayın hayatına başlayan Yeni Asya, Bediüzzaman Said Nursî’nin telif ettiği Risâle-i Nur’lardaki hakikatları dünya gündemine getirmeyi prensip edinmiş, yayın yoluyla bütün insanlığa sunmuştur, sunmaya da devam edecektir.
Okuyucusuyla bütünleşmiş, okuyucunun görüşlerine her zaman değer vermiş, okuyucu ne istiyorsa onu yapmıştır. Okuyucusunun sahibi olduğu tek gazetedir.
Taraf olmuştur. Hakkın, haklının tarafında olmuştur. Zâlimin değil, mazlûmun yanında yer almıştır. İnsan hak ve hürriyetlerinin herkes için olması gerektiğini savunmuştur.
Demokrasinin bu ülkede tam mânâsıyla yerleşmesi için mücadele vermiştir, vermeye de devam edecektir.
Manşetlerini atarken, haberlerini yazarken, köşelerinde yorumlar yaparken, “İktidar ne der, asker ne der, derin güçler ne der, şu ne der, bu ne der” kaygısı taşımadan, bildiğini en doğru şekilde ve mertçe yazan bir gazetedir. Bu yüzden ihtilâllerde, ara dönemlerde büyük baskılar görmüş, “kendilerinden taraf” olması istenmiş, ama tâvizsiz çizgisinde hiçbir kırıklık yaşamadan yoluna devam etmiştir.
Belki 470 gün kapatılmış, bir dönem bütün yazarlarına dâvâ açılmış, dâvâsı yolunda imtiyaz sahibi hapishanelerde yatmıştır, yazarlarına cezalar verilmiş, ama hak bildiği dâvâdan zerre kadar tâviz vermemiştir, vermeyecektir…
Yayın hayatına başladığı günden bu yana hep milletin değerlerine saygı duymuş, “aile” gazetesi olmuştur.
“Tavizsiz istikrar çizgisi” prensibini kurulduğu günden bu yana hep düstur edinmiş, inandıklardan hiç tâviz vermemiştir.
Hep, ümitsizlik değil, ümitli olunması gerektiğini söylemiştir. Ve Bediüzzaman Said Nursî’nin “Ümitvâr olunuz; Şu istikbâl inkilâbı içinde en yüksek gür sadâ İslâm’ın sadâsı olacaktır” sözünü her gün logosunun üstünde yayınlayarak bunun gerçekleşmesi için çalışmıştır.
Her zaman hakikatin gür sesi olmuş, olmaya da devam edecektir inşallah…
* * *
Yeni Asya’nın kuruluş yıldönümü ile ilgili olarak konuştuğumuz sivil toplum kuruluşları, Yeni Asya ile ilgili düşüncelerinde şu tanımları öne çıkarıyorlar. Bunlardan bir kaçını şöyle sıralayabiliriz:
“Demokratikleşme yolundaki ısrarlı takibini sürdürür. Özgürlükçü, demokrat, insan hak ve hürriyetlerine değer verir. İfâde ve inanç özgürlüğünü tereddütsüz savunur. İnandıklarını haykırmaktan geri durmaz. İlkelidir. Sağduyulu ve objektif habercilik yapar. AB sürecine destek verir. İslâm’ın doğru yorumlanmasına büyük katkı sağlar. Mânevî değerlere bağlıdır. Doğrunun gür sesi olmuştur. İnsan haklarını her zaman savunmuştur…”
Allah’a ne kadar şükretsek azdır. Çünkü yalan yazan, hep güçlünün yanında olan, zamana ve zemine göre kulvar değiştiren, milletin değerlerine saygı göstermeyen, milletin değil, sadece bir zümrenin hakkını savunan, devletin gazetesi olarak hatırlanan ya da ihtilâli savunan bir gazete olarak hatırlanmak ne kadar yüz kızartıcı, onur kırıcı olurdu.
* * *
Liseyi bitirdikten sonra (1 Eylül 1985) çalışmaya başladığım Yeni Asya Ankara Temsilciliğinin her kademesinde bulundum. Yeni Asya’da çalışmayı nasip ettiği için Cenâb-ı Hakka binlerce şükrediyorum. Bundan sonra da bu hizmet dairesi içinde olmayı Cenâb-ı Hak nasip etsin inşallah...
Çay ocağındaki görevlisinden yazı işleri müdürüne, kapıdaki bekçisinden genel yayın yönetmenine, muhasebe servisinden genel müdürüne, muhabirinden gazetemizin imtiyaz sahibine kadar emeği geçen herkese duâ ediyoruz, duâ bekliyoruz.
Hizmet dolu daha nice yıllara…
23.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
O kafa işte bu |
|
Başörtüsü tartışmalarında yasakçı ve laikçi cenah adına verilen bazı mesajlar, nasıl bir zihniyetle karşı karşıya olunduğunu bütün açıklığıyla gözler önüne seren ibretli örneklerdi.
Bunlardan biri, YÖK Başkanvekilliğinden istifa eden Prof. Dr. İsa Eşme’nin şu beyanları:
“İnançların özgürce yaşanacağı yerler üniversiteler değil, ibadet mekânlarıdır. İnançların özgürce yaşanacağı yerler haline gelecek kurumlar, üniversite kimliğinden hızla uzaklaşır...” (Cumhuriyet, Leyla Tavşanoğlu, 17 Şubat 2008)
Yasakçı kafanın arkasında bu saplantı var:
“Dogma” olarak nitelediği inançları ve dini bilimle bağdaştıramayan, sözde “bilim adına” dine kapılarını kapatan, bunu yaparken üniversiteleri kendi inandığı “laik bilim dininin mabedleri” haline getiren ve kurduğu düzeni baskıyla koruyabileceğini zanneden despot kafa.
Eşme, “İnançların özgürce yaşanacağı yerler ibadet mekânlarıdır” buyuruyor. Lütfetmiş! Öyle ya, inançları pekâlâ oralarda da yasaklayabilirlerdi! Yakınlarda “Camiler de kamusal alandır” diyen laik fetvalar yayınlanmamış mıydı?
Diğer bir örnek, CHP lideri Baykal’dan:
“Önce düşünce özgürlüğü denildi. Sonra inanca göre yaşama özgürlüğü ortaya çıktı. Bunu dinimize göre yaşama talebi izleyecek. Küçük küçük açılımlar, kemirmeler. 80 yıllık mutabakat bozulmasın...” (Sabah, Yavuz Donat, 15 Şubat 2008)
Aslında bu beyanlar, CHP liderinin sözünü ettiği “80 yıllık mutabakat”ın, başından beri bu parti tarafından temsil edilip uygulanan tipik “halka rağmen halkçı dayatmacılık”tan başka birşey olmadığının çok açık ve net bir itirafından başka birşey değil.
Düşünce özgürlüğüne soğuk. Bu perde altında ikinci aşama olarak gündeme getirildiğini söylediği “inanca göre yaşama özgürlüğü”nü zaten reddediyor. “Dinimize göre yaşama talebi”ne kesinlikle tahammülü yok. Bunların hepsini “küçük küçük kemirmeler” olarak niteliyor.
“Kemirilen” ne? “80 yıllık mutabakat.”
Peki, düşünce özgürlüğüne de, inanca göre yaşama özgürlüğüne de, dinimize göre yaşama talebine de hayat hakkı tanımadan mutabakat olur mu? Böyle birşey olabilir mi?
Bunlar, insanların en temel hakları. Düşünce, inanç, inanca göre yaşama özgürlüklerinden ve inandığı dine göre yaşama talebinden vazgeçilebilir mi? Bunlardan vazgeçildiği veya bu hakların talebinin tehlike olarak gösterildiği bir yerde demokrasiden söz edebilmek mümkün mü?
Evet, Baykal’ın “kemirilme”sinden yakındığı şey, karşılıklı rıza ile varılan bir mutabakat değil, CHP kafasının topluma dayattığı baskıcı yapı.
Ama o yapı 1950’de bitti veya bitkisel hayata girdi. Diriltip ömrünü uzatmak için üç ihtilâl, bir postmodern darbe yapıldı. Ama toplum bünyesi reddettiği için bir türlü dikiş tutturulamadı.
Sebebini ise Baykal herkesten iyi biliyor. Geçenlerde de aktardığımız şu ilginç beyanları, bunu gayet açık şekilde gözler önüne seriyor:
“Atatürk devrimleri demokrasi ve halk oyuyla kabul edilmedi. Gönül isterdi ki, toplumda geniş bir desteğe sahip olalım. Bunda, CHP hariç, herkesin suçu var...” (Star, 27 Ocak 2008)
İlk cümle herşeyi açıklıyor; devamında açığa vurulan ruh hali ise uzman teşhisini bekliyor.
23.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|