“Emir Sultan dervişleri,
Tesbih ü sena işleri,
Dizilmiş humâ kuşları,
Emir Sultan türbesinde.”
Şair Yunus’un terennümü bu mısralar.
Emir Sultan dervişlerinin, gönül tuvaline akseden zikir hâllerini kelimelerle çizip âhenkle ve mânâ ile renklendirerek canlı bir tablo hâline getirirken onlar gibi isimden, sıfattan âzâde kalmak istemiş ve şairlerin pîri Yunus Emre’ye intisaben Yunus mahlasını kullanmış.
Tuvali mekân, malzemesi insan olan ve an be an yaşanarak çizilen bu tablo o kadar canlı, o kadar hayatla iç içe ki, mısralarda tabloya çizgi, desen olan müridânın heyecanını hissetmek, manzaraya renk, âhenk veren dervişlerin zikir seslerini işitmek mümkün.
Zaman geçmiş, devir değişmiş.
Bir bakışta kırk deve yükü kumu altına çeviren dervişler, bir ok atınca kırk düşmanı öldüren zahidler, bir adımda kırk arşınlık mesafeyi kateden müridler, bir sözle kırk mânâ anlatan müdavimler dünyadan el etek çekip bütün maharetlerini o uhrevî tabloyu canlı tutmak için kullanmışlar.
O gönül erleri birer ikişer mekânı terk ettikçe yerlerine yenileri gelmiş. Onlar da ihlâsla, sebatla, sadakatle mânevî vazifelerini yerine getirerek bu hayat tablosunu canlı tutmayı başarmışlar.
Hem de sadece ebede müteveccih mânevî ahvâliyle değil, enfes güzelliğiyle, engin manzarasıyla, narin mimarisiyle, selvisiyle, çamıyla, çınarıyla, gülüyle, reyhanıyla.
Hassaten erguvanıyla…
Tabii bütün bunları Emir Sultan sayesinde yapmışlar.
***
Emir Sultan…
Asıl adıyla Şemseddin Muhammed bin Ali el-Buharî.
1368 tarihinde Peygamberimizin (asm) torunu Hazret-i Hüseyin’in neslinden gelen ve Emir Külal lâkabıyla anılan Seyyid Ali adında bir çömlekçinin oğlu olarak Buhara’da doğmuş.
Ailenin iç işleyişinde hep İslâm dininin âdâbı yaşanıyor, Peygamber-i Zîşânın muhabbeti konuşuluyor, ecdad diyarı mukaddes beldelerin hasreti hissediliyor olmalı ki Muhammed de o uhrevî iklim içinde büyümüş.
Buhara’daki medreselerde ve tekkelerde iyi bir eğitim görmüş. Zamanla ilimden ziyade tasavvufa ilgi duymuş ve çeşitli tarikatları inceledikten sonra Kübreviye tarikatına intisap etmiş.
Ruhunu kavrayan ecdad sevgisinin saikiyle genç yaşta Hac farizasını eda etmek üzere Mekke-i Mükerreme’ye gitmiş. Hacı sıfatını alınca da oradan Medine-i Münevvere’ye geçmiş.
Maksadı, hayatı boyunca muazzez ecdadının mânevî himmetiyle Ravza-i Mutahhara’ya hizmet etmek, ömrü hitama erdiği zaman da o mukaddes toprakların sinesine çekilmekmiş.
Heyecanla hizmete başlayıp hasret hislerini biraz teskin ettiği günlerden birinin gecesinde Peygamber Efendimizi (asm) ve Hazret-i Ali’yi rüyasında görmüş. Maksadını arz etmeye hazırlanırken Hazret-i Ali onu, Anadolu’ya gidip sünneti, takvayı Müslümanlara göstermekle vazifelendirmiş.
O, bu lâhûtî hâlin heyecanı içinde iken, kendisine yanan üç kandilin rehberlik edeceğini, kandillerin söndüğü yerin hizmet menzili olduğunu, orada yaşayıp öleceğini söylemiş.
Uyanıklık hâlinden daha âşikâr hâller ihtiva eden bu rüya-yı sâdıkadan uyandığında kendini yanan kandillerin arasında bulunca hemen yol hazırlıklarını yapmış ve harekete geçmiş.
Günler, geceler boyu o kandillerin ışığında yol almış. Bursa’ya geldiğinde kandiller sönünce bundan sonraki mekânının orası olduğunu anlamış ve dağın yamacında, ovaya hakim bir tepeyi mesken edinmiş.
Tepenin gerisindeki küçük mağarada bir süre inzivaya çekilerek ruhunu dinlendirip mekâna intibak etmek istiyormuş ama insanlar daha ilk günden itibaren yanına gelmeye başlamışlar.
İlk zamanlar gelenler misafirperverlik hissiyle yiyecek ekmek, içecek su getirmişlerse de onun yanında kendilerini mânen çok huzurlu hissedince sık gelip çok kalmaya gayret etmişler.
Zamanla gelenler arasına şehrin eşrafından ve erkânından insanların yanı sıra Molla Güranî gibi büyük âlimler de katılmış. Onlar ondan feyiz, o da onlardan izin ve icazet almış.
Onun varlığından haberdar olup yanına gelen dervişler, zahidler ve müridler orada kalmak isteyince Kübreviye tekkesini kurmuş. O tarikatın âdâbıyla insanları irşad etmeye başlamış ve çok geçmeden Bursa’nın mâneviyât mihraklarından biri olmuş.
Babasının yadigârı olarak Buhara’dan getirdiği ‘emir’ lâkabına, Bursalılar da saygının, sevginin, bağlılığın ifadesi olan ‘sultan’ sıfatını ekleyince asıl isminden ziyade Emir Sultan adıyla nâm salmış.
Bir süre sonra, Yıldırım Bayezit’in kızı Hundi Fatma Hatunla evlenmiş. Önceleri bu izdivaca karşı çıkan padişah onu tanıdıkça sevmiş, sevdikçe sevilmiş ve savaşa giderken kılıcını onun eliyle kuşanmayı ihtiyat edinmiş.
Yıldırım Bayezit’in, hızında, cesaretinde, cevvaliyetinde ve ard arda kazandığı parlak zaferlerde payı olduğu düşünülen bu hareket daha sonra bir devlet geleneği hâline gelmiş ve diğer Osmanlı padişahları tarafından da uygulanmış.
Padişaha damat olup kılıç kuşatınca Emir Sultan’ın müntesipleri daha da artmış. Fakat o, insanlarla bu akrabalıktan ziyade ilmi, irfanı, keşif ve kerâmetleriyle muhatap olmayı tercih etmiş.
Onun için kısa zamanda yaptığı keşifler yayılmış, gösterdiği kerâmetler duyulmuş, hakkında evliyâ menkıbeleri anlatılmaya, kasideler, mersiyeler yazılmaya başlanmış.
Her büyük mürşidin, müritlerine, kendine has bir tabirle seslendiği gibi o da hangi maksatla olursa olsun yanına gelenlere ‘Babam’ diye hitap ettiğinden herkes tarafından baba addedilmiş.
Dervişlerinin sayısının yüzlerle, müridinin binlerle ifade edildiği ve mevcut imkânların kifayet etmediği günlerde muhtemelen susayan bir müridi kendisinden kerâmet göstermesini isteyince elindeki asasını vurduğu yerden fışkıran leziz su, tekkenin su ihtiyacını karşılamış.
Nüktedan bir insan olan ve sık sık ziyaretine gelen Hoca Kasım, bir gün serpuşa benzer bir başlık hediye edince o da kendisine bir sikke vererek mukabele etmiş. Hoca Kasım da o sikkeyi akçe kesesine atmış.
O gün çarşıda gezerken gördüğü yekpare bir elması çok beğenen hoca, fiyatının otuz bin dirhem olduğunu öğrenince parasının yetmeyeceğini düşünerek üzülmüş. Kesesine bakıp otuz bin dirhemden daha fazla para olduğunu görünce hemen elması almış.
Aynı gün o elması, mücevherden çok iyi anlayan bir Yahudi tüccara yüz otuz bin dirheme satınca bütün bunların Emir Sultan’ın kerâmeti olduğunu düşünerek o para ile oraya büyük bir tekke yaptırmış.
Tekkenin şartları iyileşip imkânları arttıkça, dervişler, müridler, müntesipler ve müdavimler de artmış. Emir Sultan onlara hem mânevî feyz vermiş, hem de maddî meslek ve maharet kazandırmış.
Yıldırım Beyazıt’la Timur arasında çıkan Ankara Savaşı’na müridleri ve dervişleri ile birlikte o da iştirak etmiş ve büyük kahramanlıklar göstermiş. Mağlûbiyeti müteakip Yıldırım’ın ölümü üzerine Timur, hürmet ettiği Emir Sultan’ı Semerkant’a götürmek istemişse de o gitmemiş. Bursa’ya dönmüş ve tekkesinin başına geçip feyiz dağıtmaya devam etmiş.
Ankara Savaşı’nda pek çok müridi, dervişi şehit olmasına rağmen kendisine vazife tekabül ettiği zaman tekrar savaşa katılmaktan çekinmemiş ve II. Murad’la birlikte İstanbul’un muhasarasına da katılmış.
Bizans’ın desisesiyle çıkarılan ve kurulma safhasındaki devleti yeniden yıkılmanın eşiğine getiren Düzmece Mustafa hadisesinde de padişaha maddî, mânevî destek vererek devletin ve milletin o dehşetli handikaptan kurtulmasında mühim rol oynamış.
Maharetlerinin ve salâhatlarının yanında, her biri birer san’atkâr olarak da yetişen dervişleri ile birlikte Bursa’nın imarına katkıda bulunmuş ve yaşadığı zaman içinde hem halk, hem ulema, hem de devlet adamları tarafından sevilen ender insanlardan biri olmuş.
Tesir sahası zamanla Osmanlı sınırlarını aşan ve Müslüman ahâlinin yaşadığı pek çok yere yayıldığından sık sık oralara irşad gezilerine çıkan Emir Sultan, o yolculuklardan birinde yakalandığı veba hastalığından kurtulamamış ve 2 Mart 1429 tarihinde ahirete irtihal etmiş.
***
Bu gün, 2 Mart 2008
Emir Sultan’ın vefatının 579. yılı.
Şimdi orada, huma heybetiyle tesbih ü sena işleyen Emir Sultan dervişleri, ona bütün ruh u canlarıyla bağlı oldukları için intisabın emsâli sayılan müridleri, müntesipleri yok.
“Cedlerimiz inşâ etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu. Duvar, kubbe, kemer, mihrap, çini, hepsi Yeşil’de duâ eder, Muradiye’de düşünür ve Yıldırım’da harekete hazır, göklerin derinliğine susamış bir kartal hamlesiyle ovanın üstünde bekler, hepsinde tek bir ruh terennüm eder.”
Tanpınar’ın bu ifadeleri yazmasına vesile olan ve eşi Hundî Fatma Hatunun yaptırdığı cami, tekke, türbe, şadırvan, imaret, meşruta gibi müştemilattan müteşekkil o hârikulade külliye de yok.
Bursa’da yanında büyük bir aslanla dolaşırken Emir Sultan’ı ziyaret etmek isteyip aslanını bir direğe zincirle bağlayarak türbeye giden adam ve zincirlerini kırarak gelip türbenin eşiğine başını dayayarak bir süre ağladıktan sonra bağlandığı yere dönerek sahibini bekleyen aslan gibi her hâli kerâmet izharı olan ziyaretçileri de yok.
Lâkin Emir Sultan hâlâ orada.
O orada olduğu için de günün her vaktinde oraya her yaş, cins, din, dil, millet ve memleketten onlarca, bazen yüzlerce mürid mizaçlı, derviş meşrepten insanlar gruplar hâlinde gelip onun, eşi Hundî Hatunun, oğlu Emir Ali’nin ve iki kızının sandukaları önünde duâlar ediyor.
Erguvan zamanında bu ziyaretçilerin sayısı binleri buluyor.
Hepsi yalvarıyor, yalvarıyor, yalvarıyor…
Kimi istiyor, kimi diliyor.
Kimi okuyor, kimi yazıyor.
Kimi ağlıyor, kimi gülüyor.
Ama hepsi mahzun geliyor, memnun ve müferrah gidiyor.
Hepsinin her hareketi, dileği, isteği, emeli, sevinci, üzüntüsü, hasreti ve sair hâleti Emirsultan’da çizilen uhrevî ebed tablosuna şekil oluyor, desen oluyor, renk ve âhenk oluyor.
Asırlar önce başlanmış bu uhrevî tablo çizilmeye.
Asırlar sonra bile hâlâ çiziliyor.
Hayat devam ettikçe de çizileceğe benziyor.
Zira, orada Emir Sultan yaşıyor.
02.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|