Cahti Sıtkı Tarancı’nın bilmece türünden,“Sen, ben, uyurken / Biri var uyumaz / Nöbette, talimde / Ayakta, kış yaz” mısralarını okurken, sırası geldikçe bu vatanın evlâtları tarafından vatana yapılan fedakârlığın ölçüsü elbette ki tarif edilmez. Ateş düştüğü yeri yakar. Ve hele ki sıcak bir çatışma ortamı varsa, işte o zaman yakıp kül eden yangın daimî sûrette bir kor gibi yürekte durur. Tâ ki Mehmetçik şan ve şerefle askerliğini sağ sâlim bitirip sılaya dönsün.
“Dört yüz altmıştan başlarsın şafak saymaya; ama bir şey anlamazsın… Şafak üç yüz altmış dedi mi, yolunu belirlemeye başladın demektir. Daha sonra, uzayda ruh gibi dolaşmaya başlarsın. Nice menziller aştıktan sonra, şafak iki yüz olduğunda, rotayı belirlemeye ve dünyaya hafif hafif yaklaşmaya başlarsın. Tam yüz seksen diye attı mı şafağın, dünyaya ayak basmışsın demektir. Artık dünyaya ‘Hoşgeldin’ dense, yeridir. Yüz oldu mu, ‘sabaha doksan dokuz’ diyerek, tesbih çekmeye başlarsın. Tesbih taneleri dururken ellerinde, seksen bir dedin mi, Türkiye’ye ayak basmışsındır artık. Ve bir rüyadan uyanırcasına, seksen bir plâka numaralı Düzce’de uyanırsın. İlleri tek tek dolaşırsın ki, en son Adana der, ‘Şafak doğan güneş’ sevinci içinde şan ve şerefle vatan borcunu öder, şafakla birlikte sılaya doğru yol alırsın…”
Vaktiyle, içinde mecazlı bir anlatım olan bu güzel serüveni dinlediğimde, tebessüm etmekten kendimi alamadım. Vuslata kulaç açmış bir yüreğin atışlarını hissettiğim bu yaratılış döngüsü tarzında anlatımın içerdiği macera, kim bilir her yiğidin yüreğinde neler bırakmıştır? Belki acı, belki tatlı; ama çoğu zaman hasret yüklü anılar… Hele ki bu yiğit şehit olmuşsa, bu metafor yüklü anlatımın nasıl bir anlam kazanacağı da ortada. Ve, “Ağlarım, hatıra geldikçe gülüştüklerimiz” mısrası, bence bu olay için tam biçilmiş kaftan. Meselâ, askerde tespih tanesi gibi bir bir sayılan şafak çoğu zaman şaka konusu olurken, yurdun doğacak şafağıyla özdeşleşti mi, farklı anlamlara bürünüp bir anda kılık değiştirerek insanı güzel ve mutlu yarınların umudu içinde bırakır.
Bu bağlamda izlediğim, gördüğüm, duyduğum ve sürekli acısına acımı katık ettiğim şehit haberleri de buna dâhildir. Ne bileyim, henüz ömrünün baharında ve neredeyse bıyıkları yeni terlemiş mütebessim çehreli yiğitlerin altın sarısı buğday başakları gibi biçilmesi, Mehmet Âkif’in, “Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor / Bir hilâl uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!” mısrasını hatırlatmıyor değil. Yalnız, kendimi o yüceler yücesi müjde ile tesellî ediyorum: Şehâdet…
Evet, bu tılsımlı kelime insana o kadar tatlı bir acı veriyor ki, dayanabiliyor. Yoksa ölüm gibi bir hakikatin pençesine düğüne yollar gibi insanlar evlâtlarını askere yollar mıydı? Bu durum peygamber ocağı diye tâbir edilen ve nâmını Hz. Peygamber’den alan Mehmetçik’e ithafen söylenen, “Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber / Sana âguşunu açmış duruyor Peygamber” mısralarının işaret ettiği ulvî hakikatten başka neyle açıklanabilir? Ne mutlu bu en şerefli mertebeye ulaşana!.. Ve ne mutlu böyle mukaddes bir dâvâ uğrunda ölmeyi bilenlere!..
Vatan sağolsun…
01.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|