|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Kısır döngü |
|
Başörtüsü meselesini anayasa ve kanun değiştirerek ve de sadece üniversitelerle sınırlı olarak “çözme” girişiminin yol açtığı kargaşayı hep birlikte üzüntü içinde takip ediyoruz.
Meclisten 411 kabul oyuyla geçen anayasa paketi iptal talebiyle Anayasa Mahkemesine, YÖK’ün pakete istinaden üniversitelere gönderdiği talimat yine aynı taleple Danıştay’a gidiyor.
Mağdurlar yasakçı rektörlere, yasakçılar da YÖK Başkanına suç duyurusunda bulunuyor.
CHP’nin YÖK Başkanı için yaptığı suç duyurusunda savcılık görevsizlik kararı veriyor ve top, ilgili mevzuat gereği Millî Eğitim Bakanına geçiyor. Bakan şu aşamada Başkana kol kanat geriyor gibi, ama sonrasında ne olur, bilinmez.
Buna karşılık, yasakçılara karşı yapılan suç duyurularının yapıldıklarıyla kalıp, sahiplerince istenen sonuca ulaşamayacağı kanaati yaygın.
Çünkü üzerinden 28 Şubat silindiri geçen yargının duruşu, şu anda da hiç ümit vermiyor.
Yasalarda dayanağı olmayan sorunu yasal düzenlemeyle çözme girişiminin yol açtığı en büyük sakıncalardan biri, meseleyi bu “mayınlı alan”a taşıyarak, bundan sonraki süreci ve çözüm arayışlarını da ciddî şekilde zora sokması.
Bir diğer çok önemli sakınca ise, eğitim ve çalışma gibi temel hakların kullanımını, uzlaşma adı altında birtakım uygunsuz pazarlıkların konusu haline getirmeye kapıyı iyice aralamış olması.
Söz gelişi, “Hizmet alanlar başlarını örtebilsin, hizmet verenler örtemesin” gibi hukuk ve mantık dışı bir tasnifi isabetli ve haklıymış gibi göstermesi.
Ya da “Tamam, üniversite öğrencilerine başörtüsü serbest olabilir; ama ilk ve ortaokullarla devlet kurumlarındaki yasak kesin güvencelere bağlanarak tamamen kalıcı hale getirilsin” yaklaşımına temel oluşturması.
Bu gidişatın sonunda varacağı yer, başörtüsü serbestisinin en fazla önem taşıdığı yerlerin başında gelen imam-hatiplerde yasağın iyice muhkemleşmesi, kızlarının tesettürlü olarak okumasını istedikleri için bu okulları tercih eden ailelerin buralardan da ümitlerini kesmesi ve böylece öteden beri “Kızlar imam olamayacağına göre niye bu okullara gidiyorlar? İmam-hatiplere kız öğrenci alımı durdurulsun” diyen mâlûm güruhun talebinin kendiliğinden yerine gelmesi gibi neticeler olursa kimse şaşırmamalı.
Başörtüsünü, kılık kıyafeti anayasa ve kanunla tanzim yerine, yasağı akılcı stratejilerle uygulamada sona erdirme yolu tercih edilseydi, bu sıkıntıların hiçbiri gündeme gelmezdi.
Nitekim 28 Şubat’tan önceki dönemlerde durum buydu. Toplumdaki dindarlaşma süreci tesettürdeki artışla da kendisini gösterirken, bu durum birilerini rahatsız etse dahi, demokratik akışın doğal seyri içinde dengesini buluyordu.
Ama ne zaman ki, din adına siyaset ve iktidar mücadelesi işin içine girdi, bu akış bozuldu.
Din adına iktidara talip olanlarla, laiklik ve devrimler adına onlara karşı çıkanların, görünüşte birbiriyle çatışırken, neticede yekdiğerini besleyen mücadeleleri sonucu ortaya çıkan kısır döngü, herkesi, demokrasiyi de, hukuku da, hak ve özgürlükleri de öğüten bir cendereye soktu.
Türkiye bu cendereden nasıl kurtulacak?
Dini de, laikliği de kavga konusu olmaktan çıkaran demokratik uzlaşmayı nasıl başaracak?
05.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Sami CEBECİ |
Bugünün küçükleri, yarının büyükleri |
|
Risâle-i Nur tefsirleriyle iman kurtarma ve kuvvetlendirme hareketini başlatan ve taklidî imanları tahkik mertebesine yükselten Bediüzzaman Hazretlerinin en önemli hedef kitlesi, çocuklar ve gençler idi. Gâfil büyüklerden ziyade çocuklarla ilgilenir, onlara ciddî selâm verir ve selâmlarını alırdı. Çünkü onlar yaşadıkları zamanın küçükleri, yarının ise büyükleriydi.
Çocuklar ve gençler bizim kışta açan çiçeklerimiz, karanlıkta ışık, yoklukta varlık, çaresizlikte ümidimiz, onlar bizim her şeyimizdir. Çocuklara küçük değil, yarınların büyükleri nazarıyla bakılmalı ve o nazarla değer verilmelidir. Zira, gençliği olmayan cemaatlerin ve milletlerin geleceği de olmaz.
Cenâb-ı Hak, çocuklar için “Onlar, dünya hayatının ziynet ve süsüdür” (Kehf Sûresi: 46) ferman eder. Çocuklar geleceği temsil ederler. Bundan dolayı onlara ciddî bir eğitim ve dînî terbiye verilmelidir. Çocuk eğitimi anne karnında başlar. Helâl kazanç ve helâl beslenme onun ilk adımıdır. Bu hususta, büyük zatların ve Bediüzzaman’ın hayatı ibretlerle doludur. Diğer çocuklardan onun çok farklı bir özelliğe sahip olduğunu anlayan küçük Said’in hocaları, onun doğduğu evi ziyaret ederler. Annesine onu nasıl yetiştirdiğini sorarlar. Annesi “Ben, Said’e hamile kaldığım zaman, hiçbir vakit abdestsiz yere basmadım. Dünyaya geldiği zaman da hiçbir zaman abdestsiz emzirmedim” der. Bu konuşma esnasında, hayvanları ile aşağıdan yukarıya doğru gelen babası Sofi Mirza’nın hayvanlarının ağzı bağlı olduğu görülür. Neden bağlı olduğu sorulduğunda “Efendim, bizim tarlalarımız köyden biraz uzaktadır. Başkalarının tarlalarından yiyip, rızkımıza haram lokma karışmaması içindir” cevabını verir. Hocalar “Elbette böyle bir anne ve babadan, böyle bir evlât yetişir” diyerek, hayranlıklarını ifâde ederler.
Bediüzzaman der ki: “İnsanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir. Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum validemden aldığım telkinât ve mânevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda, âdetâ maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o dersler üzerine binâ edildiğini aynen görüyorum.” (24. Lem’a, s. 462) Evet, anne ve baba tarafından ciddî bir dînî terbiye ve eğitim çocuklara verilmeli ki, vefatlarından sonra da, kendilerinin amel defterlerine çocukları sayesinde hayır, hasenât ve nurlar yağsın. Anne ve babasını dindar olarak örnek göremeyen çocuklar, alabildiğine dine yabancı olmaktadırlar. Zamanında yeterli bir İslâm bilgisi ve eğitimi almayan bir gencin, sonradan dînî bilgi alması, yabancı bir gence din anlatmak gibi zor olmaktadır.
Fen ilimlerini öğrenmek, din ilimlerini öğrenmeye mâni olmamalıdır. Oğlum paşa olsun, profesör olsun diye onu dinden uzak tutmak, dünya hayatındayken bile başa belâ olmasına sebep olmaktadır. Bir anne, otuz beş yaşındaki oğlunu sabaha karşı saat üç buçukta telefonla arar. Adam, annesini, “Bu saatte neden rahatsız ettin, sabahleyin arasaydın ya!” diyerek hiddetle azarlar. Annesi “Otuz beş sene evvel, aynı saatte, sen de beni rahatsız etmiştin. Doğum günün kutlu olsun, oğlum” der ve gözyaşlarıyla telefonu kapatır. Anne ve babasına sitem edip azarlayan evlâtlara sahip olmamak için onlara zamanında yeterli İslâm bilgisi ve terbiyesi verilmelidir.
Cenâb-ı Hak “Mâl ve evlâtlarınız sizin için bir fitne ve imtihan vesilesidir” buyurmaktadır. Allah kimseyi evlâtları yüzünden çok şiddetli imtihanlara tâbi tutmasın. Hazret-i Âdem (as) hem katil, hem de maktul olan iki çocuğu Kabil ve Habil’in babasıydı. Hazret-i Nuh’un (as) oğlu Kenan, kâfir olarak Tufan olayında boğulmuştu.
“Karşımda büyük bir yangın var. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum” diyen Bediüzzaman’ın gayretini rehber edinmemiz lâzım. Gençlik hizmetlerine çok önem veren merhum Zübeyr Ağabey, elinde Cevşen okuyarak yakındaki okulların etrafında dolaşır, gençlerin kurtulmaları için duâ edermiş. O mekteplerden de çok kahraman ve faal gençler yetişmiştir.
Kültür Merkezimizde yüzden fazla katılımcıya bahsi geçen seminerini âdetâ yaşayarak sunan Ömer Faruk Topçu, bir Pazar akşamını daha değerlendirmiş ve herkesi memnun etmişti.
05.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Geçen yazımızda kâinatın altı günde yaratılışı hakkındaki itiraza cevap vermiştik. Şimdi de Nuh tufanı ile ilgili itirazı ele alacağız.
Daimî bir hareket ve faaliyet içerisinde olan ve her bir zerresinde binler san'at ve hikmet olan bu dünya, elbette boşu boşuna yaratılmadı. Kâinatın yaratılışından itibaren hayır ile şer, iyi ile kötü binler hikmete binâen mücadele ve mübareze halindedir. Her şey bir istihaleden geçirilir. Kıyamete kadar da devam edecek ve sonunda her şey lâyık veya müstahak olduğu yere gidecek, mükâfat veya ceza görecektir.
Her ne kadar insan kerîm olsa da, nefis taşıdığından, çoğunlukla hazır lezzeti tercih ettiği ve akıbeti düşünmemek ve gaflet gibi bir çok zaafından dolayı âyetin tabiriyle “zâlim ve cahildir.”
İnsanın bu hususiyetleri, şeytanın hile ve desisesinin çokluğu ve tahribin kolay olması gibi sebeplerle de şer güçler çoğunlukla hâkim duruma gelmiştir. Hak ve hakikata inananlar, zaman zaman çok zor durumda kalmıştır. Ancak bütün bu olumsuz ve zor şartlara rağmen hak ve hakikat ve iman ehli, tarih boyunca varlığını devam ettirmiş, eninde sonunda mutlaka galip gelmiş ve arzın halifesi vazifesini devam ettirmiştir. Yani bayrak en imkânsız şartlarda dahi yere düşmemiştir.
Aslında bunun bir tek açıklaması var, o da; Âlemlerin Rabbinin, zâlim ve cahil beşeri zaman zaman şefkat tokadı; zaman zaman da Nuh tufanı, Ad ve Semud kavimleri misâlinde olduğu gibi zecr tokadı ile cezalandırmasıdır. Değilse, yıkmak ve tahrip kolay olduğundan insanlık çabuk yoldan çıkacak masumlar ve hak ehli için yeryüzü yaşanılmaz hâle gelecekti.
Evet Kur’ân-ı Kerim ve diğer semâvî kitaplarda bahsedilen zâlim ve azgın kavimlerin cezalandırıldığının ve ehl-i iman ve masumların muhafaza edildiğinin; zalimlere karşı kahhar elin ve masumlar için de rahmet elinin tecellîsinin devam ettiğinin en büyük delili; şer güçlerin sahip olduğu her türlü imkâna karşı dünyanın hâlâ yaşanır halde olmasıdır.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de bu büyük musibetlerden ve cezalandırmalardan bahsederek insanları ikaz eder, zalimlerin ve âsilerin sadece âhirette değil; bu dünyada da hiç ummadıkları zaman ve şiddette cezalandırıldıklarını izah eder. Elbette kimisi bundan ders alacak, kimisi de tarih boyunca olduğu gibi hem kendinin, hem de başkalarının göz ve kulaklarını kapatmaya çalışacak.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de birkaç sûrede geçen âyetlerde: “Yeryüzünde gezip, dolaşın; günahkârların ve inkârcıların sonunun nasıl olduğunu görün” diyerek araştırma ve incelemeyi emreder.
Evet arkeolojik kazıların en büyük neticesi budur. On dokuzuncu asırdan itibaren felsefeciler ve tarihçiler: “Tevrat, İncil ve Kur’ân’da geçen büyük olayların izleri neden yok?” diye sorarlardı.
İlk cevap aynı asırda Ninova’da yapılan kazılarda bulunan tabletlerde ortaya çıkan Gılgamış Destanı’ndan geldi. Destan’da Nuh tufanından açık bir şekilde bahsediliyordu. Tabletlerde Hz. Nuh (a.s), uzun ömürlü mânâsında bir isimle geçiyordu. Daha sonra destan, birisi Boğazköy’de olmak üzere birkaç yerde daha bulundu.
Destan kısaca, Nemrut ve Firavunlarda olduğu gibi kahramanları ve özellikle devlet adamlarını ilâhlaştırarak halka hâkimiyetlerini sağlamayı hedefleyen bir efsane. Efsanenin bir yerinde de hikâyeye renk katmak ve kahramanın, ölüm hariç her şeye çare bulduğunu anlatmak için Hz. Nuh (a.s) ile görüştürülür. Efsane, bir gemiyi bile nizam ve intizamın devamı için bir kaptana teslim ederken; içinde milyonlar canlının bulunduğu yeryüzü gemisi ve semadaki yıldızları sayısız ilâhlara dağıtmak isteyerek nihayetsiz bir hamakata düşer.
Farklı yerlerde destana ait farklı tabletler bulundukça, Sümerce, Akadça ve Babilce yazılar çözüldükçe, Nuh tufanının varlığı hakkında güçlü bir delil olarak ilim dünyasında kabul görmüştü. Arkeologlar ve tarihçiler de “Semâvî kitapların yazdığı doğruymuş” dediler.
Yazımıza da konu olan Türkiye’den birkaç kişinin, her farklı tablette Gılgamış’tan bahsedildiğinde, Gılgamış’ın varlığından emin olurken, aynı metinde aynı tekrar ile geçen Hz. Nuh’u (as) ise inkâr etmeleri nasıl bir akıldır, nasıl bir mantıktır anlamak mümkün değildir. Evet aynı sudan içen kimi bal, kimi zehir akıtır. Kur’ân’da ifade edildiği gibi “Âyetler kiminin imanını, kiminin ise küfrünü artırır.”
İşin başka bir yönü ise, bütün dünyanın takdir ettiği ve medâr-ı iftiharımız Selçuklular ve Osmanlılar, Hz. Muhammed’e (asm) tâbî olduğu için; kendilerine Sümerler ve Etiler gibi atalar arayanların, orada da Hz. Nuh (as) ile karşılaşmaları tam bir sürpriz olmuştur.
Şaşkınlıklarından şimdi: “Semavî kitaplar, Nuh tufanını Gılgamış destanından aldı” diyorlar. Halbuki, Avustralya’dan Amerika’daki Kızılderililere kadar Nuh Tufanına benzer bir hâdiseyi anlatan üç yüz civarında hikâyenin varlığı, bunların tamamının kaynağının Gılgamış olmadığını; Hz. Nuh ve oğullarında olduğu gibi bir yerden dağılan bir topluluktan ve gönderilen yüz yirmi dört bin peygamberden, yani hadisenin varlığından kaynaklandığını gösterir.
Evet Nuh Tufanı, bir efsane ya da icad edilen bir hikâye değildir ki, daha önceden birinin bahsetmesi gerçek olmadığına delil olsun; bir haberdir, belge, yazı, iz ve nakleden ne kadar çok olursa doğruluğu da o kadar kesin olur.
Milâttan binlerce sene önce Gılgamış destanını “bahri recez” denilen bir tür aruz vezniyle yazabilecek kadar kabiliyetli şâir, gerek destanda gerekse tufan ile ilgili anlatımlarda bir çok tenakuza düşerken, ümmî bir peygamber eliyle gelen Kur’ân-ı Kerim’de; bütününde olduğu gibi tufan hadisesinin anlatımında da en ufak bir tenakuz ve çelişki yoktur. Çünkü birisinin kaynağı beşer, diğeri ise “Bir gemi yap!” diyen ve “Ey gök, suyunu tut; ey yer suyunu yut” diyen, arz ve semaya hükmü geçen, her yerde ve her zamanda hâzır ve nâzır Âlemlerin Rabbi olan Allah’tır.
05.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Adalet terazisini düşününce |
|
Hak ve özgürlükler söz konusu olduğunda hemen hatıra yaşama, düşünme, inanç, mülkiyet, seyahat gibi özgürlükler gelir. Hür doğan insan ölünceye kadar hür yaşayıp bütün bu hürriyetlerini ideal anlamda kullanmak ister.
İnsanoğlu bu hürriyetlerini elde edebilmek için tarih boyunca az mücadele vermemiştir. Hâlâ da haklarını bütünüyle elde edememiştir.
İslâm ise yüzyıllar öncesinde hak ve hürriyetler konusunda bugünkü modern dünyanın dahi ulaşamadığı noktaları tesbit etmiş, bunları hayata geçirmeyi başarmıştır.
Meselâ köleliğin bütün şiddetiyle uygulandığı bir dönemde gelen İslâm her şeyden önce kölenin de bir insan olduğunu, sevgi ve şefkatle yaklaşılması gerektiğini, yediğinden yedirilmesi, içtiğinden içtirilmesi, zulmedilmemesi, hak ve hürriyetlerinin çiğnenmemesi, insanca davranılması gerektiğini emretmiş, bununla da kalmayıp özgürlüklerine kavuşmaları için teşviklerde bulunmuştur.
Birgün Resûl-i Ekrem’e (asm) bir adam gelir. Kölelerinden şikâyetçidir. İki kölesi bulunduğunu; yalan söyleyip ihanet ve isyan ettiklerini, onun da bunlara karşılık onları sövüp dövdüğünü belirtir. Allah Resûlü (asm) buyururlar ki: “Kıyamet günü onlar yalan, ihanet ve isyanlarından; sen de onlara verdiğin cezadan dolayı hesaba çekilirsin. Eğer onlara yaptığı işledikleri suçlara denk gelirse ödeşmiş olursunuz. Aksi halde onlar alacaklı duruma düşerlerse senin sevaplarından onlara verilerek aranızda kısas uygulanır.”
Kölenin adam sayılmadığı bir dönemde onlara evlât gibi davranılması gerektiğini öğreten Allah Resûlünün (asm) bu sözleri şikâyetçi adamı duygulandırmaya yetmişti. Gözyaşlarını tutamayıp ağlamaya başladı. Bunun üzerine Kâinatın Efendisi (asm), “Allahu Teâlânın bu husustaki kelâmını okumuyor musun?” buyurarak şu meâldeki âyeti okudu: “Kıyamet gününde Biz adalet terazilerini kurduğumuzda, hiç kimse en küçük bir haksızlığa uğratılmaz. Hardal tanesi kadar bir amel de olsa, onu mizana koyarız. Hesap görücü olarak Biz kâfiyiz.”1
Kılı kırk yaran, boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan hakkının alındığı o hesap gününde herkes bu dünyada alamadığı hakkını o gün mutlaka alacaktır.
Şikâyetçi adama bu kılı kırk yaran hesap terazisi yetmişti. Şikâyetten vazgeçmekle kalmadı, kölelerini azat edeceğini belirtti. Dedi ki: “Ya Resûlallah, herhalde benim için de, onlar için de en hayırlı olan onları özgürlüklerine kavuşturmaktır. Şahit olun ki şu andan itibaren onlar özgürdürler.”2
Bir insan adalet terazisine inanmıyorsa onu zulümden, haksızlık yapmaktan hangi kanun alıkoyabilir?
Dipnotlar:
1- Enbiya Sûresi: 47.
2- Et-Terğib ve’t-Terhib, 3:499.
05.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Hak ve hürriyet mücadelesinin neresindeyiz? |
|
İnsanlık tarihi bir bakıma hak ve hürriyetler mücadelesidir. Zira, insan, “hür irade” ile donatılıp imtihan dünyasına gönderildi. Sosyoloji tarihi, insanlığın hak ve hürriyetler açısından beş devir geçirdiğini ortaya koyuyor: Vahşet/bedevîlik, kölelik, esirlik, ücretlilik, mâlikiyet ve serbestiyet devirleri.
Vahşet devri dinlerle, hükümetlerle değiştirilmiş; yarı medenî devir açılmış. Fakat, insanların zekî ve güçlüleri bir kısmını köle yapıp, hayvan derecesine indirmişler. Sonra bu memlûkler dahi bir intibâha düşüp, gayrete gelerek, o devri esir devrine çevirmişler; yani, kölelikten kurtuldular.
Yine insanların kavîleri, zaiflerine esir muâmelesi yapmışlar. Sonra, Büyük İhtilâl gibi çok inkılâplarla, o devir de ecîr (sanayi devriminden sonra ücretlilik) devrine inkılâp etmiş. Yani, zenginler halkı ve zayıfları ücret mukâbilinde hizmetkâr etmiş. Yani sermaye sahipleri emek sahiplerini, ameleyi küçük bir ücrete mukâbil istihdam etmeleridir. Bu devirde sû-i istimâlât o dereceye vardı ki, bir sermâyedar, kendi yerinde oturup, bankalar vâsıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde; bir bîçare amele, sabahtan akşama kadar, tahte’l-arz mâdenlerde çalışıp, kùt-u lâyemût (ölmeyecek) derecesinde, on kuruşluk bir ücret kazanıyor.1
Son devir ise, serbestiyet ve mâlikiyet devrinin ortasında. Semâvî dinlere inananlar, peygamberlere ittibâ edenler, “hak ve hürriyet” mücâdelesinin safında yer alırken; hevâ ve heveslerine uyan müstebitler de hak ve hürriyetlerle savaşıyor. Tarih şahittir, istisnâsız, peygamber ve onların yolundan giden gerçek mü’minler, onca zulüm, işkence, hatta ölüme maruz bırakıldıkları halde asla taviz vermediler, mücadelelerini hayatları pahasına sürdürdüler.
İlk Müslümanlardan Hz. Bilâl, Hz. Ebûbekir, Hz. Osman, Talha bin Ubeydullah, Halid bin Said, Sa’d bin Ebi Vakkas, Ebû Zerr-i Gıfarî ve Habbab bin Eret’i (ra) düşününüz. Akla-hayale gelemeyecek kadar dehşetli işkencelere mâruz kaldılar. Ama, onlar, kâinat çapında hak ve hürriyet mücâdelesi destanı yazdılar! İman, inanç, hak ve hürriyetinden zerre kadar taviz vermeyen Hz. Habbab, Resûlullah’a (asm) “Çektiğimiz bu işkence ve sıkıntılar için Allah’a duâ etmez misin?” dedi. O (asm), “Sizden önceki ümmetlerden öyle kimseler vardı ki, demir taraklarla bütün derileri, etleri soyulup, kazınırdı da bu işkence yine onu dininden döndürmezdi. Testere ile tepesinden ikiye bölünürlerdi de, yine bu işkence dinlerinden onları geri çevirmezdi...” demişti.2 Onu, “Muhammed’i (asm) inkâr et!” diye ateşe basıyorlardı! O, “Her şeyimden vazgeçerim, yine de ölünceye kadar ve öldükten sonra dirilinceye kadar onu red ve inkâr etmem” diyordu.
Yemen’de Kral Zû Nuvas Mûsevîliği benimsemişti... Necran bölgesinde ise Hıristiyanlık yayılmaya başlamıştı. Zû Nuvas, hem taassubu, hem de Hıristiyanlığın yayılması endişesiyle onları Mûsevîlik ile ölüm arasında bir tercih yapmak zorunda bıraktı. Onlar da ölümü tercih ettiler.
Hıristiyanlar için bir hendek kazdırdı. Kimini yakarak, kimini hendeğe gömerek öldürdü. İncil’i de yaktırdı.3
Tabiatı, fıtratı medenî varlıklarız. Diğer insanların hukukunu muhafazaya ve hakkımızı onlar içinde aramaya mükellefiz.4 Acaba biz bu mücadelenin neresindeyiz?
Dipnotlar: 1- Mektûbât, Y.Asya Neş., s. 353-354.; 2- Buhârî, 4: 238-239.; 3- Doğuşundan Günümüze/Büyük İslâm Tarihi, İlmî müşavir ve redaktör Prof. Dr. Hakkı Dursun Yıldız, Çağ Yay. İst., 1986, c. I, s. 114-118.; 4- Münâzarât, s. 137.
05.03.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Hıristiyana saldırı Yahudilere yarar |
|
Ermeniler'in mutlak çoğunluğu Hıristiyandır. Dinî (hatta millî) mezhepleri de Gregoryan...
Aynı dinin belli başlı diğer mezhepleri ise, Katolik, Ortodoks ve Protestan.
Bu din ve mezhebe bağlı olanlar ile Müslümanlar arasında, geçmiş asırlarda çok büyük, çok kanlı savaşlar yaşandı. Haçlı Seferleri, bunların başında gelir.
Ancak, şu da bir gerçek ki, Birinci Dünya Savaşı ve bilhassa İstiklâl Harbinden sonra (1918) bu iki büyük dinin mensupları arasında "dinî inanç" odaklı zıtlaşmalar sebebiyle herhangi bir savaş yaşanmadı.
II. Dünya Savaşına giren ve bundan zarar gören bir İslâm ülkesi yoktur, meselâ.
Aslına bakarsanız, 1915'teki "tehcir hadisesi"nin arka plânında da Müslümanların değil, dönmelerin ve Yahudilerin parmağı var.
Yahudiler, daima Müslümanlarla Hıristiyanları karşı karşıya getirterek ve dahi çatıştırarak, rahat etme, hatta keyif çatma emelinde olmuşlardır.
Dolayısıyla, günümüz Türkiye'sinde de, özellikle son yıllarda tanınmış Hıristiyan şahsiyetlere yönelik işlenen cinayetlerin arkasında aynı parmak izlerine rastlamak mümkün.
Zira, günümüz Türkiye'sinde ve hatta dünyasında, Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında din odaklı herhangi bir tartışma, sürtüşme, çekişme söz konusu değil.
Yani tutup da neyin kavgasını verecekler?
Halen, yüz binlerce, hatta milyonlarca dindaşımız çeşitli Hıristiyan ülkelerinde huzur ve barış içinde yaşamıyorlar mı?
Bir de tutun Filistin'deki durumu düşünün... Orada, cidden bir insanlık dramı, hatta bir insanlık ayıbı yaşanıyor.
Türkiye'ye ve dünyaya bu çarpıcı mukayeseyi unutmadan bakmak durumundayız.
Tâ ki, sinek ısırmasıyla uğraşırken, dehşetli yılanların, canavarların saldırısına mâzur kalmayalım.
Tarihin Yorumu 5 Mart 1920
İşgalcilerin alkol silâhı ve Yeşilay
Yeşilay Cemiyeti, "Hilâl–i Ahdar" ismiyle ilk kurulduğunda (5 Mart 1920), cemiyetin merkezi olan İstanbul itilâf devletlerinin işgali altındaydı.
Anadolu'da ise, Yunan ve diğer saldırganların işgal ve istilâ hareketi bütün şiddetiyle devam ediyordu.
İşte, bu ölüm kalım hengâmesinde, düşman cephesi milletimize karşı iki dehşetli silâhla taarruza geçmiş durumdaydı.
Birincisi: Her ânı ölüm kusan ateşli silâhlarla yapılan saldırılar.
Her gün gemiler dolusu cephane sevk ediliyordu İstanbul ve Anadolu sâhillerine...
İkincisi: Ölümden de beter olan alkol silâhıyla yapılan taarruzlar.
Yine gemiler dolusu alkollü içecekler sevk ediliyordu İstanbul başta olmak üzere hemen bütün sâhillerimize...
Üstelik, bunların tamamı bedava dağıtılıyordu; halkımızı, bilhassa gençlerimizi tâ cânevinden vurabilmek için...
* * *
Birinci şıktaki saldırıları püskürtmek için gayrete gelen, vargücüyle çalışan vatanperver insanımız, seve seve şehit ve gazi olmayı göze alarak bilfiil cihad ediyordu. Dolayısıyla, şehit de olsa, gazi de kurtulsa, neticesi yine güzeldi.
İkinci şıkta yer alan saldırı tarzı için ise, ne yazık ki aynı şeyleri söylemek mümkün değil. Alkol sebebiyle kişi ne şehit olur, ne de gazi...
Evet, işgal ve istilâcı kuvvetler, bir yandan Anadolu'da sürdürdükleri cephe savaşıyla kırıp biçmeye çalışırken, bir yandan da şehirlerde yaşayanları alkol bağımlısı haline getirerek, onları uyutup uyuşturmaya çalışıyordu. Tâ ki, uyanamasınlar, gayret ve şeceata gelemesinler, hiç olmazsa pasif sürüler halinde kalarak işgale karşı direnemesinler diye...
İşte, kurucuları arasında Şeyhülislâm İbrahim Haydârî ile büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Said Nursî'nin bulunduğu Yeşilay Cemiyeti, böyle bir zamanda ve böylesi bir atmosferde kuruldu.
Yine de mücadele şartları çok çetin geçiyordu. Bilhassa İstanbul'daki alkoliklere mâni olunamıyordu. İşgalcilere karşı ise, bu hususta hiçbir müeyyide uygulanamıyordu.
Buna rağmen, İngiliz işgal konseyi hiddete geldi ve Yeşilay'ın kuruluşundan on gün sonra (15/16 Mart gecesi) Şehzadebaşı'ndaki Mızıka Karakoluna bir kanlı baskın düzenleyerek henüz uykuda olan askerlerimizi şehit ettiler. Aynı anda hükümet, meclis, saray, matbuat ve haberleşme merkezlerini de işgal ederek, baskıyı daha da şiddetlendirdiler.
Alkol yasağı kànunu
İstanbul'da giderek tırmanan baskılara daha fazla dayanamayan mebuslar, gruplar halinde Ankara'ya gittiler. Bu vatanperverler arasında bulunan Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey, İstanbul'da olduğu gibi Ankara'da da Yeşilay'ın maksadına vargücüyle hizmet etmeye çalıştı.
Meselâ, derhal bir "Men–i Müskirat Kànunu" (Sarhoşluk veren şeylerin önlenmesi) taslağı hazırlayarak Ankara'da yeni kurulan Meclis'in gündemine getirdi.
Mayıs 1920'de Meclis'te görüşülmeye başlanan ve çok sert tartışmalara yol açan bu kànun maddesi, ancak aylar sonra (14 Eylül) kabul edilebildi. O da sadece bir tek oy farkıyla.
Zira, Anadolu'da ölüm–kalım savaşının bütün şiddetiyle hükmettiği o günlerin Meclis'i, adeta tam ortadan ikiye ayrılmış durumdaydı.
Alkolün, yani sarhoşluk veren maddelerin yasaklanmasını isteyen grubun başını Ali Şükrü Bey, buna karşı gelen grubun başını ise M. Kemal çekiyordu. Aralarında çok şiddetli tartışmalar yaşandı. Sonunda bir oy farkla da olsa, Meclis (22. sayı kararıyla) "Men–i Müskirat Kànunu"nu kabul ve tasdik etti.
Gariptir ki, bu kànun büyük tesir icra etti. Yasak, ülke genelinde uygulandı. Uymayanlar mahkemeye sevk edildi.
Bir iktibas: "Câ–yı dikkattir ki: ...Anadolu Hükümetinin bir emri ile, bütün işret, kumar gibi kebâirler men' edildi." (Bediüzzaman Said Nursî, Tulûât isimli eserinden.)
Yasağın kaldırılışı
İçki yasağını kànunlaştırmada en etkili rolü oynayan Ali Şükrü Bey, Çankaya Muhafız Alayı Komutanı Topal Osman tarafından 23 Mart 1923'te canice öldürülerek katledildi.
Bir müddet sonra (9 Nisan 1924) üç yıl evvel kabul edilen "içki yasağı kànunu" iptal edilerek uygulamadan kaldırılmış oldu.
11 Aralık 1924'te ise, bu kànun kapsamında cezaya çarptırılanlar için özel bir af kànunu çıkartıldı ve bütün suçlular serbest bırakıldı.
05.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Zerreler âleminde baş döndürücü itaat |
|
Şanlıurfa’dan Dr. Şükran Menek:
*“Zerrelerde terakkiyât meyli var ve en mükemmele ulaşmak için çok tahavvülâtlar geçirirler. Bu konuyu biraz açar mısınız?”
Zerreler bahsi Otuzuncu Sözün İkinci Maksadında bütün derinliğiyle ve inceliğiyle ele alınır. Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri orada zerreyi tanımlar, âlemin yaratılışında ve fiilî emirlerin görünen âleme ulaştırılmasında zerrelerin hareketlerinin ne anlama geldiğini açıklar ve zerrelerin ne hassas ve duyarlıklı görevler yürüttüğünü akıcı bir üslûp içinde bildirir. Konu bir bakıma simyayı, bir bakıma kimyayı, bir bakıma atom fiziğini ilgilendirir gibi gözükse de, zerreleri böylesine mikro-plânda, neredeyse esir maddesiyle iletişimli biçimde ele alıp inceleyen bir bilim dalı henüz keşfedilmiş değildir. Bedîüzzaman, keşfedilmeyen bir mikro-dünyanın, melekût âlemine, yani görünmeyen, fakat her şeyin aslının geldiği gizlilikler âlemine açılan bir makro penceresini Otuzuncu Sözde keşfetmiş ve akıl ve bilim dünyasına sunmuştur.
Bedîüzzaman’a göre, zerrelerin (atom altı bölünmeyen parçacıkların, yani elektronların, protonların, nötronların) hareketleri, Allah’ın kudret kaleminin kâinat kitabında yazdığı yaratılış âyetlerinin yazılımından kaynaklanan titreşimlerden ve sarsılışlardan ibarettir. Bütün atom altı parçacıklar hareketlerine “Bismillah...” diyerek başlarlar. Nitekim her birisi sonsuz derece kuvvetlerinden fazla yükleri kaldırmaktadırlar. Yani bir bakıma, buğday tanesi gibi bir çekirdeğin, koca çam ağacı gibi bir yükü omuzuna almasından farksız bir işlev yürütmektedirler. Her bir atom altı parçacığı, vazifesini bitirirken de “Elhamdülillah...” demektedir. Çünkü bütün akılları hayrette bırakan hikmetli ve eşsiz bir san'at ve faydalı bir güzel nakış göstererek Allah’ın kudretine ve zatına övgüler yağdıran bir kaside ve san'at eseri hüviyetinde gözükmektedirler. Nar ve mısırda açıktan gözüktüğü gibi, bitkilerin ve canlıların tamamı bu noktadan birer sanat şaheseridirler.
Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretlerine göre, atom altı parçacıkların hareketleri, her şeyin bilinmeyen geçmiş aslı ve gelecek neslinin âhengi ile ilgili Allah’ın ilim ve emrinin bir unvanı olan kader defterindeki bilgilerin ve programların, Allah’ın iradesi ve kudreti çerçevesinde uygulanması esnasında akıp giden zaman sayfasında yazmaktan ve çizmekten gelen hareketler ve titreşimlerdir. Zamanın hakikati, kader defterindeki gizli düsturların kudret sayfalarına yazılımından ve imlâsından ibarettir. Zerreleri ve atom altı parçacıkları baş döndürücü rakslarla harekete getiren bu erişilmez sır, kâinat çapında büyük bir yazılım hakikatinden başka bir şey değildir.1
Bu yazılım ve imlâ işinde hiç şüphesiz bütün zerreler görevlidirler. Çünkü bütün zerreler her an bir oluşumun içinde yer almaktalar, her an bir yaratılışın içinde görev yapmaktalar, her saniye bir var oluşun içinde görev sınırları çerçevesinde dönüp durmaktalar, her dakika bir kudret sayfasında durup dinlenmeden geçit resmi yapmaktalar. Zamanla görevleri değişebilir, rolleri farklılaşabilir, gelen yazıya ve tebliğ edilen emre göre sorumlulukları ve yükümlülükleri değişebilir; ama hiçbir zerre hiçbir an isyan etmez; her bir zerre her an Allah’ın her emrini anlamaya, hilâfsız ve harfiyen uygulamaya hazır vaziyette secdededir. Ve her an, bizimle ilgili sayısız alanda bile, biz farkında olmadan bu emirlerden milyonlarcası uygulanmakta, trilyonlarca zerre etrafımızda bu İlâhî emre boyun eğmektedir.
Zerrelerin bu görevleri, zerrelere hareket veren mülk sahibi Cenâb-ı Allah’ın dilediği zamana kadar elbette sürer gider. Çünkü emir, irade ve mülk sahibi Allah’tır. Bu görev alma ve görevi başarıyla yürütme özelliği, her zerrede farklı bir yazılım ve program uygulaması biçiminde hiç şüphesiz vardır. Her bir zerre bütün kâinattaki görevleri aynı anda yapmazsa da, her bir zerrenin birden fazla görevi aynı anda yürüttüğü bir gerçektir. Meselâ, “Hüve Nüktesinde” bildirildiği gibi hava zerreleri sayfası aynı anda ses naklinden görüntü nakline, elektro manyetik titreşimlerden ışın, ışık ve madde nakline kadar, sınırsız yaratılış ve fıtrat yazılımına kadar sayısız görevleri yürütmekte; Allah’ın emir ve iradesine bir “arş” olmaktadır.2
Zerreler arası bir devr-i dâimden söz etmek elbette mümkündür. Yani her bir zerre, içerisinde yüzdüğü baş döndürücü hareket fırtınaları içerisinde farklı yazılımlar ve değişik programlarda hiç şüphesiz akılları durduran görevler yürütmektedir. Sürekli bir biçimde Allah’tan gelen emirler çerçevesinde görevlerini değiştirmekte ve raks fırtınasına farklı bir bünyede devâm etmektedir. Böylesine emre sınırsız bir itaat ve boyun eğiş, onlara âhirete lâyık olabilecek bir derecede baş döndürücü bir terakkî ve tekâmül vermektedir.
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 505
2- Sözler, s. 148
05.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
‘Seçkinci’lerden bıktık! |
|
Bazıları ‘mahalle baskısı’ndan bıktığını açıklayıp, Türkiye’yi terk etmekten bahsetse de ‘seçkinciler’den bıkanlar da var ülkemizde. Ünlü yönetmen Sinan Çetin, ‘millet’ten değil de ‘seçkinciler’den bıktığını açıklamış. Sinan Çetin bıkmış, ama ülkeyi terk etmeyi düşünmediğini de ilâve etmiş.
Türkiye’de yaşanan hak ihlâllerinden bıktığını ihsas eden Çetin, “Siz de gitmeyi mi düşünüyorsunuz?” şeklindeki soruya şöyle cevap vermiş: “Yok canım gider miyim hiç? Burası benim ülkem. Bu halk kendine dayatılanı hiçbir zaman kabul etmemiştir. Menderes’i seçmiş, kahramanı yapmış, astıklarında da onun çizgisini sürdüren partiyi desteklemiştir. (...) Halkımızdan değil, ama kendini aydın ve seçkin gören kitlenin çoğunluğundan rahatsızım. Bence bu ülkenin en önemli sorunu seçkinci toplum kurtarıcılarıdır.” (Star, 3 Mart 2008)
Anayasa hukukçusu Prof. Dr. Mustafa Erdoğan da yapılan haksızlıklardan bıktığını ilân edenler kervanına katılmış. Erdoğan, “301 zihniyeti” başlıklı bir yazısı yüzünden hakkında suç duyurusunda bulunulduğunu öğrenince ‘bıkmış’ ve şöyle yazmış: “‘Sözün bittiği yer’de olduğum duygusuna kapılmamın bir nedeni de, son on yılda hepsi de meslekî görüşlerimi açıkladığım için maruz kaldığım takibatların çoğunda yaptığım teknik-hukukî savunmaların maalesef bir etkisi olmadı. Bunların doğru-dürüst okunmuş olduğundan bile şüpheliyim. (...) Türkiye’deki hukuk uygulamasının yanlışlarını eleştirdiğim hemen hemen her durumda hakkımda cezai ve/veya hukukî takibat yapıldığına göre, benden meslekî müktesebatımı ve de vicdanımı iptal etmemi mi istiyorlar?” (Star, 1 Mart 2008)
Bu sorulara cevap veren bir yetkili olmalı...
*
İstanbul’un gizli tarihi
“Konstantiniyye/ Dünyanın Arzuladığı Şehir 1453-1924” adlı kitabın yazarı Philip Mansel, Tarih Vakfı’nın yayınladığı “İstanbul” adlı derginin sorularını cevaplandırırken İstanbul ve Ankara kıyaslaması da yapmış.
Cumhuriyetin ilânıyla birlikte Ankara’nın ‘merkez’ olmasının İstanbullularca farklı yorumlandığını anlatan Mansel şöyle demiş: “Eski İstanbullulara sorduğumda örneğin, ‘Babanız ne düşündü, kabullendi mi bu durumu?’ diye, hemen şunu söylediler. Örneğin bir tanesinin babası ‘Bugün sarhoş adam ne yaptı?’ diye sorarmış. Bu anlamıyla belki Cumhuriyetçi olmayan İstanbul’un gizli bir tarihi var. Ama bunu daha çok okumam lâzım. Burada ilginç olan bir diğer nokta da, halifenin ve saltanat ailesinin trene bindirilip gönderilme işinin İstanbul’un merkezinde değil, Çatalca’da yapılması. Kentin içinde protestolar olmasından korkuluyor olmalı, o yüzden kent dışında yapıldı bu işler. En azından böyle bir görüntü var.”
Şahsen ilk defa duyduğum “Atatürk’ün 1926’ya kadar İstanbul’a gelmemesi”yle ilgili bir soruyu da cevaplandıran Philip Mansel, “Tabiî eminim böyle olduğundan. Mustafa Kemal beyaz bir atın üzerinde kurtarıcı olarak gelmedi İstanbul’a, uzun süre Halife ile olan ilişkilerini iyi tutmaya çalıştı. Önemli olan bir nokta da, İstanbul’un kaybettiği imkânlar, ticârî imkânlar, iş imkânları.... Ama ilginç olan bir nokta da, İstanbul hakkında o zaman söylenenlerin pek çoğunun, şimdi de Ankara hakkında söyleniyor olması. Rüşvet, çürümüşlük, yozlaşma eleştirileri şimdi de Ankara için geçerli.” (İstanbul Dergisi, Ocak 2008, sayı 62)
Demek ki İstanbul-Ankara çekişmesinin temelinde, kazanılan ya da kaybedilen maddî ‘imkânlar’ var. Zaten Ankara’nın başşehir yapılmasıyla ilgili bazı değerlendirmelerde bu iddiâ zaman zaman dile getirilmişti. M. Kemal’in 1926 yılına kadar İstanbul’a gelmediği ‘bilgi’sini ilk defa duydum. Okul kitaplarında bu bilgilerin yer almaması sadece tesadüf müdür?
05.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
İslâm’ın cezalandırıldığı yüzyıl |
|
Hiç beklemezdim, ama Gündüz Aktan, ya Ata ya da Başkent TV’de olacak bir programda çok önemli şeyler söyledi. Şükrü Sina Gürel’in sunduğu programda Kosova meselesi tartışıldı. Gerçekten de Aktan hakkını veren analizler yaptı. Aklımda yer eden ve hiç çıkmayacak gibi duran bir tespitte bulundu ve şunları söyledi: “Aslında Kosovalılar Arnavut oldukları için değil, ama Müslüman oldukları için cezalandırıldılar. Arnavutluk yerine Sırpların tasallutuna terk edildiler. Arnavutluk’a bağlanmadılar da Sırbistan’a ilhak edildiler.”
Cezalandırma sadece bu kadar da değil. Enver Hocanın komünizmi dünyadaki bütün komünist yapılardan farklıydı. Hepsinden daha dinsizdi. Galiba o da başka türden bir cezalandırma idi. Kosovalı Arnavutlar Sırpların himayesine ve insafına terk edilerek cezalandırıldıkları gibi Arnavutluk, Arnavutları da dinsizlikle ve onun müşahhas misali olan Enver ve Necmiye Hocalarla tecziye edildiler. Bizdeki kimi Doğu isimlileri nasıl Batı’yı çağrıştırıyor ve ters etki yapıyorsa ve şarka düşman iseler Hoca ismini taşıyan Enver ve Necmiye Hocalar da Mao’nun dörtlü çetesi gibi dinsizliğin en katı şeklini temsil ediyorlardı. Maalesef Arnavut Müslümanlar İslâm’ın bahtsız asrının kurbanları olmuştur.
Nasıl Arnavutluk komünizmi komünist sistemleri arasında en katısı veya en dinsizi ise Türkiye’de uygulanan lâiklik de emsalleri içinde en katısı olmuştur. Bunun da nedenleri vardır. Bu nedenler aslında Aktan’ın analizinde gizlidir. İsmet İnönü bunu Lozan görüşmeleri kesildiğinde şöyle izah edecektir: “Biz Müslüman olduğumuz için bağımsız olmamıza izin vermiyorlar...” İsmet İnönü’nün bu sözleri yüzyıla yakın Kosova’da yankılandı durdu. Bundan dolayı Kosova’nın bağımsızlığı İslâmın esaret yüzyılının inkişa ettiğini ve kalkmakta olduğunu gösteren kuvvetli işaret ve emarelerden birisidir. Dolayısıyla Gündüz Aktan’ın sözlerini İsmet İnönü’nün sözlerinin ışığında değerlendirmek lâzımdır.
***
İşte İslâmı cezalandırma asrında Batılılar İslâm dünyasına bazı kavramlar dayattılar. Belki de Türkiye gibi ülkelerin İslâmdan ayrılmasını garanti altına almak istiyorlardı. Galiba bunun adını da lâiklik olarak koydular. Ve Türkiye’de daha ziyade zemin farkından dolayı lâikliğin de müzeyyef ve muharref şekli uygulandı. Bu hususta Sabah gazetesine konuşan Maurice Barbier (Hilafetin kaldırılmasının yıldönümünde 3 Mart 2008), Türkiye’yi yarı lâik olarak tanımlamaktadır. Din ile devlet birbirinden ayrışmamış aksine onun da söylediği gibi din devletin kontrolü altına girmiştir. Yani Osmanlı’dakinin makus halini almıştır. Dolayısıyla iğreti ve derme çatma bir görüntü hasıl olmuştur. Batı modelini tutmayan Türkiye’nin uyguladığı model karşısında Maurice Barbier’in de kafası allak bullaktır. Adam ne desin? Konuşmasının bir yerinde şöyle diyor: “Yarı lâiklik Türkiye’ye daha uygundur belki, bilmiyorum...” Bu Fransız’da da ‘şarka özgü/şarka uygundur’ tabirinin bir başka versiyonudur. Zira arada kompartıman farkı ve sınıf farkı vardır. Şark sınıf açısından Batı’dan daha geridir ve dolayısıyla aynı sistemi paylaşamaz veya paylaşmasa da olur.
Nazlı Ilıcak yıllar önce 15/6/2000 tarihli Yeni Şafak’ta “Bon pour L’orient” başlıklı yazısında bunun hikâyesini anlatıyor: “Batı’da yaygın olan bir tâbir vardır: ‘Bon pour L’orient’ derler. Bu cümle ile küçümsedikleri Şark âlemine, daha düşük kalitedeki insanları, sistemleri, uygun görürler. Biz galiba kendi demokrasimizi böyle bir kifayetsizliğe mahkûm ediyoruz; üstelik kendi ellerimizle...” Sadece demokrasi konusunda olsa iyi. Lâiklik konusunda da böyle olduğu tartışmasızdır. Sırf bu yüzden yani Batı’nın çifte standardı yüzünden Ahmed Rıza, ‘ Garbın Şark Siyasetinin Ahlâken İflâsı’ kitabını kaleme almıştır. Bu riyakâr anlayış el’an da devam etmektedir.
***
Ne yazık ki bu çifte standartı bugün şarkın kendi çocukları bile içselleştirmiştir. Beni İsrail’in Mısır’da kala kala buzağı sevgisini içselleştirdiği gibi. Bu itibarla, hicri yılbaşının geldiğini hatırlamayanlar hilafetin kaldırıldığı günü bile fark edemediler. Latif Salihoğlu gibi bir iki istisnayı tenzih ederiz. Olaylara çarpık dürbünle bakıyoruz. Osmanlı yıkılmasaydı bugünkü Filistin felâketi yaşanmazdı. Bunu en iyi ortaya koyanlardan birisi Muhammed el Behiy’in İlmaniyye adlı eseridir. Bu hususta Sadık Albayrak şunları söylemektedir: “Hilafetin yıkılmasıyla birlikte Müslüman ülkelerin ortak siyasî bağı kopmuştur. Ortak bağ sadece hac ibadetine indirgenmiştir...” O bari iyi yapılabilse. Bediüzzaman, Rüyadaki Hitabe’nin zeylinde bunu dahi terk ettiğimiz veya lâyık-ı veçhile yapamadığımız için gazaba düçar olduğumuz kanaatindedir. Evet, Musa’nın kavmi gibi buzağıyı içselleştirdiğimizden dolayı bizim hâlâ yolculuğumuz, bitmeyen bir Tih Çölü’nde devam ediyor.
05.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Ankara “kınamak”la kalmamalı |
|
İsrail’in Filistin’e yaptığı son soykırım, küresel ikiyüzlülüğü ve çifte standardı bir defa daha ortaya koydu.
Bir hafta önce İsrail Savunma Bakanı Barak’la, bir dizi savunma işbirliği ve ekonomik anlaşmaya insansız casus uydu uçaklarını ekleyen Ankara’nın “kınaması” da tıpkı ecnebilerinki gibi salt bir-iki cümlelik “diplomatik uyarısı” olarak kaldı.
Şu hale bakın; daha iki ay önce İsrail Başbakanı Olmert Ankara’ya gelip Filistin Devlet Başkanı Abbas’la yanyana “barış” vaadinde bulunuyor; ardından Amerika’da âlây-ı vâlâ ile Annapolis anlaşması imzalanıyor…
Ama bu süreçte saldırıları sürdüren İsrail, son 41 yılın en büyük katliamını yapıyor. Daha önce füzelerle vurduğu çoğu çocuk yüzlerce sivili öldüren İsrail ordusu, bu kez tanklarla ve ağır silâhlarla karadan da Gazze’ye giriyor.
İki günde yarıya yakınını kadınların ve otuza yakın çocukların ve hatta birkaç aylık bebeklerin bulunduğu 112 mâsum insanı katlediyor. Yüzlercesini yaralıyor. Cebâliye’de olduğu gibi mahallelerin, sokakların, evlerin üzerine bombalar yağdırıyor, topa tutuyor; insanlar sığındıkları evlerinde yıkıntıların, enkazların altında eziliyor.
Vahşet o denli ki, zaten büyük bir kısmı uyguladığı ablukayla yakıt yokluğundan çalışmayan ambulansların yaralıları elektriksiz ve ilâçsız hastanelere taşımasına engel oluyor.
Ancak İsrail, bütün dünyanın gözü önünde gıdadan, akaryakıttan, elektrik, ilâç ve hatta suya kadar sürdürülen insanlık dışı ambargo kuşatması ve katliamla da kalmıyor…
Olmert, büyük bir şirretle “katliamın süreceği”ni söylüyor; “gerekçesi” ise bir İsraillinin Gazze’de atıldığı iddia edilen bir roketle ölmesi. Açık açık, “bir İsraillinin kanı yüzlerce Filistinliye bedeldir” mesajı veriliyor…
* * *
Bu zulmün dehşeti, İsrailoğulları hakkında Kur’ân’ın yüzlerce âyetinin hükmünü tasdik ediyor. “Onlar (İsrailoğulları), yeryüzünde hep bozgunculuğa koşarlar; Allah ise bozguncuları sevmez” (Mâide Sûresi, 64) ve “Bozgunculuk yaparak yeryüzünü fesada vermeyin” (Bakara Sûresi, 60; A’raf, 74) benzeri âyetleri tefsir eden Bediüzzaman’ın tespitlerini tasdik ediyor.
“Her asırda ekser memleketlerde mâruz kaldıkları müteaddid katliamlar”a karşı topyekûn insanlıktan intikam alırcasına, “her çeşit fesad komitelerine karışan ve her nevî ihtilâle parmak karıştıran Yahudi milleti”nin Kur’ân’ın hükmüyle serencâmını okutturuyor. (Sözler, 306-307)
Gazze’deki soykırıma karşı dünya garip bir şekilde suskun. Türkiye’nin 40 bin insanın katline sebebiyet veren terör örgütüne karşı Kuzey Irak’ta 27 şehide mal olan birkaç günlük sınırötesi sınırlı operasyonu diline dolayan Batı, İsrail’in son soykırımını sâdece seyretti.
Körfez Savaşı’nda karabatakların yine işgalcilerin kirlettiği denizde batmasını haftalarca serişte eden uluslar medya, bütün bu vahşete de suskun kaldı.
Sâdece Güney Koreli BM Genel Sekreteri, tıpkı Olmert ve Bush gibi önce “İsrail’in saldırılarını haklı buldu”; peşinden dil ucuyla “orantısız güç kullanımını” doğru bulmadığını söyledi.
Gerek şu ki, daha üç gün önce 44 ölü ve 53 yaralıyla günü kapatan, her gün onlarca ve yüzlerce mâsumun katliyle bir milyondan fazla insanın pervâsızca öldürüldüğü işgal altındaki Irak’ta ve Afganistan’da olup bitenlere seyirci kalan “uluslararası câmia”nın ikircikli ve sahte yüzünü bilen İsrail, takmıyor. Büyük bir cür’etle zulmüne devam ediyor, soykırımı sürdüreceğini bütün dünyaya karşı büyük bir şımarıklıkla ilân ediyor…
* * *
Dünyanın hali ortada. Ancak dörtyüz yıl Filistin’i adalet ve barış içinde yönetmiş Osmanlı’nın maddî ve mânevî mirâsını taşıyan Türkiye’nin hali de hiç iç açıcı değil…
Başbakan, partisinin gençlik kolları toplantısında soykırımı şiddetle kınıyor. Hatta İsrail’in çocukları ve bebekleri katledilmesini “kimlik” meselesi olarak gösteriyor. “Gazze’de yapılan insanlık dışı uygulamayı tasvip etmemiz mümkün değildir” diye yükleniyor; “yavrular, siviller öldürülmektedir” diye veryansın ediyor.
Ne var ki, aynen Bush ve diğerleri gibi, salt “orantısız güç kullanımı”nı nazara verip, Türkiye Cumhuriyeti olarak İsrail’in bu tavrını sâdece “kınıyor”; zulme ve zâlimlere karşı hiçbir “yaptırım”a başvurmuyor.
İsrail’le yapılan onca askerî ve ekonomik anlaşmayı, silâh alımı ihâlesini iptal etmek, en azından askıya almak bir yana, “İsrail’le ilişkileri gözden geçirme”yi bile hatırlatmıyor.
Bir tek millete karşı “bunun kabul edilemez olduğunu” belirtmekte iktifa ediyor.
“Bakanlar Kurulumuzda bu konuyu masaya yatırmak suretiyle atılması gereken adımları atacağız” diyor; lâkin kendi ifâdesiyle “insanî ve hukukî hiçbir izâhı olmayan” İsrail’in Gazze’deki son saldırısına karşı hiçbir adım atılamıyor, buradan da bir şey çıkmıyor.
Hükûmet sözcüsü, tıpkı Başbakan gibi soykırıma salt “ağıt yakmak”la yetiniyor. Ve İsrail’le GAP’ı Konya Ovasını, Tuz Gölünü kapsayan ekonomik işbirliği mutâbakatları, silâh ve savunma sanayii anlaşmaları bütün hızıyla devam ediyor…
Neticede Gazze’yi kan gölüne çeviren katliama karşı Türkiye de bütün dünya gibi “kınamak”la kalıyor.
Ankara’nın bu vahşet ve zulme karşı yapacağı sâdece kınamakla kalmak mı?..
05.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|