Bazıları ‘mahalle baskısı’ndan bıktığını açıklayıp, Türkiye’yi terk etmekten bahsetse de ‘seçkinciler’den bıkanlar da var ülkemizde. Ünlü yönetmen Sinan Çetin, ‘millet’ten değil de ‘seçkinciler’den bıktığını açıklamış. Sinan Çetin bıkmış, ama ülkeyi terk etmeyi düşünmediğini de ilâve etmiş.
Türkiye’de yaşanan hak ihlâllerinden bıktığını ihsas eden Çetin, “Siz de gitmeyi mi düşünüyorsunuz?” şeklindeki soruya şöyle cevap vermiş: “Yok canım gider miyim hiç? Burası benim ülkem. Bu halk kendine dayatılanı hiçbir zaman kabul etmemiştir. Menderes’i seçmiş, kahramanı yapmış, astıklarında da onun çizgisini sürdüren partiyi desteklemiştir. (...) Halkımızdan değil, ama kendini aydın ve seçkin gören kitlenin çoğunluğundan rahatsızım. Bence bu ülkenin en önemli sorunu seçkinci toplum kurtarıcılarıdır.” (Star, 3 Mart 2008)
Anayasa hukukçusu Prof. Dr. Mustafa Erdoğan da yapılan haksızlıklardan bıktığını ilân edenler kervanına katılmış. Erdoğan, “301 zihniyeti” başlıklı bir yazısı yüzünden hakkında suç duyurusunda bulunulduğunu öğrenince ‘bıkmış’ ve şöyle yazmış: “‘Sözün bittiği yer’de olduğum duygusuna kapılmamın bir nedeni de, son on yılda hepsi de meslekî görüşlerimi açıkladığım için maruz kaldığım takibatların çoğunda yaptığım teknik-hukukî savunmaların maalesef bir etkisi olmadı. Bunların doğru-dürüst okunmuş olduğundan bile şüpheliyim. (...) Türkiye’deki hukuk uygulamasının yanlışlarını eleştirdiğim hemen hemen her durumda hakkımda cezai ve/veya hukukî takibat yapıldığına göre, benden meslekî müktesebatımı ve de vicdanımı iptal etmemi mi istiyorlar?” (Star, 1 Mart 2008)
Bu sorulara cevap veren bir yetkili olmalı...
*
İstanbul’un gizli tarihi
“Konstantiniyye/ Dünyanın Arzuladığı Şehir 1453-1924” adlı kitabın yazarı Philip Mansel, Tarih Vakfı’nın yayınladığı “İstanbul” adlı derginin sorularını cevaplandırırken İstanbul ve Ankara kıyaslaması da yapmış.
Cumhuriyetin ilânıyla birlikte Ankara’nın ‘merkez’ olmasının İstanbullularca farklı yorumlandığını anlatan Mansel şöyle demiş: “Eski İstanbullulara sorduğumda örneğin, ‘Babanız ne düşündü, kabullendi mi bu durumu?’ diye, hemen şunu söylediler. Örneğin bir tanesinin babası ‘Bugün sarhoş adam ne yaptı?’ diye sorarmış. Bu anlamıyla belki Cumhuriyetçi olmayan İstanbul’un gizli bir tarihi var. Ama bunu daha çok okumam lâzım. Burada ilginç olan bir diğer nokta da, halifenin ve saltanat ailesinin trene bindirilip gönderilme işinin İstanbul’un merkezinde değil, Çatalca’da yapılması. Kentin içinde protestolar olmasından korkuluyor olmalı, o yüzden kent dışında yapıldı bu işler. En azından böyle bir görüntü var.”
Şahsen ilk defa duyduğum “Atatürk’ün 1926’ya kadar İstanbul’a gelmemesi”yle ilgili bir soruyu da cevaplandıran Philip Mansel, “Tabiî eminim böyle olduğundan. Mustafa Kemal beyaz bir atın üzerinde kurtarıcı olarak gelmedi İstanbul’a, uzun süre Halife ile olan ilişkilerini iyi tutmaya çalıştı. Önemli olan bir nokta da, İstanbul’un kaybettiği imkânlar, ticârî imkânlar, iş imkânları.... Ama ilginç olan bir nokta da, İstanbul hakkında o zaman söylenenlerin pek çoğunun, şimdi de Ankara hakkında söyleniyor olması. Rüşvet, çürümüşlük, yozlaşma eleştirileri şimdi de Ankara için geçerli.” (İstanbul Dergisi, Ocak 2008, sayı 62)
Demek ki İstanbul-Ankara çekişmesinin temelinde, kazanılan ya da kaybedilen maddî ‘imkânlar’ var. Zaten Ankara’nın başşehir yapılmasıyla ilgili bazı değerlendirmelerde bu iddiâ zaman zaman dile getirilmişti. M. Kemal’in 1926 yılına kadar İstanbul’a gelmediği ‘bilgi’sini ilk defa duydum. Okul kitaplarında bu bilgilerin yer almaması sadece tesadüf müdür?
05.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|